Tek Bölümlük Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tek Bölümlük Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 53


Koluna baktı. Koşuşturma sırasında bir pencereden çöp konteynerine atlayıp içindekilerle biraz mücadele ettikten sonra çıkmayı başarmış ve birkaç sokak daha geçip izini kaybettirmişti. Aşağı atlarken kolunu çarpmıştı ve bu sırada da bir şeylere takıldığını hissetmişti ama buna bakmaya ayıracak vakti olmamıştı. Şimdi kolu hareketsiz şekilde yanından sarkıyordu. Yağ dokusu azalmış cildinin açık bırakılan bir noktasından altındaki devreler görünüyor aynı yerden dışarıya ip kadar ince bir kablo sarkıyordu. Başka bir hasar yok gibiydi yine de biraz ilyo kaybetmiş olabilirdi. İlyo, organik metalleri besleyen yeni bir yağ çeşidiydi. Organik metaller de son yüz yılın icadıydı ve tıpkı canlı hücreler gibi çalışıyorlardı. Kablo ve devreler çok ince olduğu için tek başına yerine takması imkansızdı. Bunun için Furara'ya gitmesi gerekiyordu. O bu işlerin ustasıydı.

Saklandığı köşeden etrafı kolaçan etti. Peşindekileri sahiden atlatmış gibi görünüyordu. Uzun kuleler halindeki binaların arasında çok az görünebilen havanın kahverengi ve kızıl görüntüsünden güneşin batmak üzere olduğu belliydi. Artık gökyüzü gündüzleri sarı ve bazen de turuncu olurdu çünkü hava kalitesi berbat durumdaydı. Geceleri ise ay soluk bir turuncu olurdu bazense görmek zorlaşırdı ve yıldızların pek çoğu hiç görünmez olmuştu. Söylentilere göre kuzeyde bir yerde gökyüzünün maviye yakın olduğu bir yer vardı ama buna kimse inanmıyordu. Şehirlerde artık binalar en az yüz elli kattan oluşuyordu ve sokaklar o kadar dardı ki bir parça gökyüzü görmek bazen gerçekten mucizeydi. Hatta bazı sokaklara günün belli saatinden başka gün ışığı giremezdi. Binaların tümünün dışı yeni keşfedilen bir madenden oluşuyordu. Bu maden sayesinde binanın kendisi sanki bir aküymüş gibi gün ışığından elektrik depolayabiliyor ayrıca dış yüzeylerde duran asansörler mıknatıs etkisiyle sağa sola aşağı ve yukarı istenen yönde hareket edebiliyordu. Konutlar için artık elektrik üretmeye gerek kalmamıştı. Bununla birlikte Şehirlerde her yeri devasa kablolar elektrot benzeri yapılar jeneratörler ve dev bir robotun üzerinde yaşadıklarını hissettirecek türden başka şeyler sarmıştı. Bu devreler binalardan çıkıp yolu da kaplıyordu. Arabalar da tıpkı asansörler gibi havada kayarak ilerliyor ve manyetik alanları sayesinde bir şeye çarpmıyorlardı. Robot teknolojisi de bir zamanlar imkansız gibi görünenden daha gelişmiş durumdaydı. Hatta bakanlar, diplomatlar ve güvenlik güçleri arasında bile robotlar vardı. Artık onlar hayatın bir parçasıydı. Haklarını koruyan dernekleri ve sosyal örgütleri bile vardı. Yeni olan başka bir şey vardı ki o da biyonik insanlardı. Kendisi de tıpkı bu kablolar ve elektrot yığınlarıyla dolu şehir gibiydi. Vücudunun bazı parçaları robotlaştırılmıştı. İnsan ömrü bu şekilde uzatılıyordu. Fakat bazıları bunu lanetlemişti. Doğaya aykırı her şey gibi bu da şeytani bir durum olarak görülebiliyordu. Yine de kimse değişimin önünde duramıyordu.

Sokağı baştan başa hava kaykayı ile geçen bir grup çocuğun gitmesini bekledi. Ardından kimsenin görmediğinden emin olunca rögar kapağını kaldırdı ve kanalizasyona sızdı. Bu zamanda hayatta kalmak için kimsenin bilmediği yolları bilmek, lazım olabilecek bütün kaçış noktalarını ezberlemek gerekiyordu. Bu da onlardan biriydi. Kanalizasyonun içinde artık pek fazla kimsenin bilmediği gizli geçitlerden ilerledi. En sonunda yolu kapatan yuvarlak ve ağır bir metal kapıya ulaştı. Yan tarafta bir tuşa basıp bekledi. İçeride bir zil çalmış olmalıydı ama ses bu yana geçmiyordu. Birkaç saniye sonra metal yığının içinden bazı tıkırtılar ve sürtünme sesleri duyuldu. Ardından kapı yavaşça açıldı.

Diğer tarafta baraj manzaralı geniş bir oda bulunuyordu. Aslında burası yağmur suyunun eskiden baraja döküldüğü yerdi ama artık su başka yere yönlendirildiği için kullanım dışıydı ve Furara burayı gizli bir sığınağa çevirmişti. Barajı gören açıklık boydan boya dayanıklı cam ile kapatılmıştı. Köşede istenildiği zaman hava almak için kapanıp açılabilen bir balkon tasarlanmıştı. Furara bu tür şeylerden çok iyi anlar ve neyi nerede bulabileceğini ve nasıl elde edeceğini bilirdi. Odaya başka iki kapı daha açılıyordu onların gerisinde atölye olarak kullandığı alanlar vardı. Köşede bir sürü devreye ve güç kaynağına bağlı bilgisayarlar ve ekranlar yığını duruyordu. Bir başka köşede mini bir mutfak vardı. Duvarlardaki raflarda her türden eşya ve robotik malzeme sıralanmıştı. Odanın ortasında tavandaki ısıtıcının ışığında serilip rahatlamış bir Collie duruyordu fakat zilin çaldığı andan itibaren kapıya odaklanmıştı. İçeri girenin tanıdık olduğunu görünce kuyruğunu hızla yere vurmaya başlamış dilini sarkıtmış ve heyecanlanmıştı. Adını duymayı bekliyordu ve "Sushi!" demeye kalmadan daha ilk iki harfi işitince yerinden fırlayıp onun üzerine atıldı. "Üzgünüm evlat bu kez yanımda sana göre bir şey getiremedim."

Furara o içeriye girince kapıyı yeniden kapatmıştı. Onun hareketsiz sarkan kolunu ve sızıp duran ilyoyu fark etmesi uzun sürmedi. Doğruca raflardan birine gidip geniş bir kutuyu karıştırdı ve içinden cımbıza benzeyen tuhaf bir iki alet aldı. Başka bir köşede de bir teneke ilyo duruyordu. Onu da alıp hepsini kanepenin arkasındaki bir masaya bıraktı ve oturmasını işaret etti. Bu sırada "Şu kapıdan içeri ne zaman elinde bir pizzayla geleceğini ve sadece havatopu izleyeceğimizi merak ediyorum Reen. Daima başın belada ve sanatımı mahvetmekte üstüne yok. Biraz daha dikkatli ol artık kendini incitmene katlanamıyorum." diye söylendi.

Reen bir sandalye çekip otururken sevgilisine kısa bir öpücük verdi. "Havatopu gibi sporlardan ne anladığını anlamıyorum ve bunu sevmediğimi biliyorsun. Bir topun peşinde onlarca adam uçup duruyor. Ne manasız bir olay. Ayrıca bugün olanlar benim hatam değildi. Birkaç nadide parça için çıkmıştım biliyorsun fakat satmaya gelen adam aslında kaçakçıymış. Olaya federaller dahil olunca ellerinden kaçmak biraz zor oldu. Neyse ki bir çöp konteynerine atlayıp binadan kaçmayı başardım." diye yanıtlayıp Furara'nın şok mu olsam yoksa dehşete kapılıp öfkelensem mi arasında kalan bakışlarını yumuşatmak için ekledi "Ayrıca benim için endişelenmen çok tatlı." Bunu söylerken gülümseyip karşısındaki adamın yanağını hareket ettirebildiği tek eliyle çekiştirerek tek taraflı yamuk bir gülümseme oluşturmasını sağladı. Furara daha dikkatli olacağına söz vermesini isterken biraz daha söylendi ve bir yandan da hasarlı kolu ameliyat etmeye başladı. Masada duran bir lambanın ışığını devreleri daha iyi görebilmek için koluna doğru eğmişlerdi. Furara bir gözüne büyüteçli gözlük takmış ve yüzünü garip bir açıyla aydınlatan soluk beyaz ışık ile üzerindeki tamirat önlüğüyle deli bir doktora benzemişti. Reen onun alnına düşen bir iki saçı parmağıyla kenara çekerken her zaman onunla uğraşırken yaptığı gibi muzipçe gülümsüyordu. Furara "Dikkatimi dağıtırsan bu kolu toparlayamayız." diyince Reen teslim olur gibi elini havaya kaldırdı. Sushi ağzında oyuncak ayı ve sallanıp duran kuyruğu ile oyun oynamak için hazırda beklerken ikisini seyrediyordu.

Biraz uğraştıktan sonra kabloyu yerine takmayı başardı. Ardından bir veri kablosunu başka bir devreye bağlayıp diğer ucunu elindeki tablete taktı ve arıza tespit programını çalıştırdı. Yüzde 80 ilyo kaybı dışında her şey iyi görünüyordu. İlyo oldukça pahalı bir malzemeydi bu nedenle gerçekten de daha dikkatli olmalıydı. Gerekli incelemeler bitince veri kablosunu çıkartıp bir serum tüpüne ayarladığı ilyoyu kateterle mekanik kola bağladı. Sonra da parmak ve eklemlerdeki fonksiyonların tam olup olmadığını kontrol etti. Reen öksürmeye başladığında Furara onun geldikten sonra çıkarttığı maskeye baktı. Masanın üzerinde yüzü kaplayan ince bir kumaşa benzeyen maske aslında nano malzemeden yapılmıştı ve bozulan atmosferi filtreleyerek solunabilir hale getiriyordu. Fakat bir yerinde yırtık meydana gelmişti. Reen çok geçmeden nefes almakta iyice zorlandı. Furara derhal gidip rafları karıştırdı. Her zaman ellerinde acil durum için gerekli olan malzemeler bulunurdu. Soğutuculu bir kutudan bir şırınga alıp geri geldiğinde Reen bir çeşit kriz geçiriyor ve nefes almıyordu. Furara onu sabit tutmaya çalışarak şırıngayı üst koldaki kasın içine enjekte etti ve sarılıp sabit tutarken "Geçecek sakin ol. Sakin ol hepsi geçti." diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı. Sushi de bir yandan sızlanıp ağlıyordu. Reen'in nefesi düzene girerken bedeni yaşadığı şeyin etkisiyle yorgun düşmüştü. Bu yüzden daha fazla uyanık kalamayıp kendinden geçti.

Son.

Herkese yeni bir Kelime Oyunundan selamlar. Bu hafta deep işleri nedeniyle yoğun olduğu için haftanın kelimelerini ben veriyorum. Umarım hikayeyi sevmişsinizdir. Devam edip etmeyeceğimi düşünmedim ama yazarken gittikçe sevdim bu hikayeyi. Sizin hikayeleri okumaya da geleceğim inşallah fakat hem gribim devam ediyor hem de dedem ve anneannem covid olduğu için moralim iyi değil. Aklım onlarda. Yorumlarınızı da geciktiriyorum ama döneceğim.

İşte haftanın kelimeleri: Atmosfer, Turuncu, Yıldız, Hareket, Dikkat

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Kelime Oyunu 32

 


Selamlar herkese bu haftanın kelimeleri sevgili Ayça arkadaşımızdan gelmiş. Hafta bitmeden yetişmek istedim. Sınavıma az bir süre kaldığı için hiçbir şeye yetişemiyorum bu aralar. Umarım seversiniz :) 

  • Enfeksiyon, Park, Korku, Makyaj, Salıncak
Macera Parkı hafta sonunu geçirmek için ideal bir yer diye düşünmek kimin aklına gelmişti hatırlamıyordu. Fakat içlerinden hangisi bu fikri atmış olursa olsun hepsi eşit derecede pişman ve dehşet içindeydi. Gökçe asıldığı yerden düşmemeye çalışarak bir kez daha ayağının ucundan sallanan çantasına ulaşmaya çalıştı. Çanta kordonuyla beraber bileğine dolanıp düşmekten kurtulmuştu. Kendisi de tırmanış halatlarından birine belinden dolanıp uçurumda asılı kalmıştı. Arkadaşlarından biri son anda uçuruma yuvarlanmaktan kurtulduğu için şanslıydı fakat yardım çağırmaya gittiği dört saatten beri ondan da haber yoktu. Diğeri biraz daha yukarılarda bir çıkıntıya düşüp yaralanmış ve bayılmıştı. Kendine geldikten sonraysa elinden ağlamaktan başka bir şey gelmemişti. Çünkü burası dağ keçilerinin bile çıkamayacağı kadar dik ve yüksek bir kanyondu. Akşama kadar geri dönmediklerinde birileri onların kaybolduğunu elbet anlayacaktı. Ama Gökçe asılı durduğu yerde daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyor ve az önce kendine gelen Beril'in bacağındaki açık kırığın enfeksiyon kapmasından endişe ediyordu.

Buradan kurtulabilirse bir daha bebekler için olan salıncaklara bile binebileceğini sanmıyordu. Evde depresyonun dibine vurup çikolata yemek varken onu zorla buraya getirdiklerine inanamıyor ve düştükleri tehlike yüzünden aklını kaçırmanın eşiğinde gidip geliyordu. Ağlamaktan makyajı akmış suratı ve gözleri şişmişti. Saçı başı dağılmışken ve rüzgarın etkisiyle tutunduğu ip salınırken koskoca kanyonda garip bir korkuluğa benzediğini düşünüyordu. Hava kararmaya durmuşken garip ve korkunç gece kuşları çevrelerinde dönmeye başladığında bu korkunç halinin onları kaçırmasını umuyordu. Bir atmacanın veya akbabanın akşam yemeği olmak istemiyordu.

Çantaya ulaşmayı yine başaramamıştı. Çünkü bunu denediği her seferinde beline sarılı ip yerinden oynuyordu. Denemeyi bıraktığı sırada çantada çalan cep telefonunun sesi kanyonda yankılandı. Ona ulaşmanın imkanı yoktu. Yine de tek şansları bu olabilirdi. Son bir kez daha denemeliydi. Plates yapmanın verdiği avantajla bacağını neredeyse başına kadar kaldırmayı başardı. Bu sırada bir eliyle gevşemesinden korktuğu halata sıkıca tutunmuştu. Diğer eliyle çantaya uzandı. Fermuarı açıp içindekileri karıştırdı. Tam telefona ulaştığı sırada beline bağlı olan halat emniyet kilidinden kurtuldu. İşte o anda sanki bir an için havada asılı durabildiğini sandı. Sanki bir an için her şey durmuş zaman donmuştu. Hemen sonra düşmeye başladı. Çarpmanın etkisini bir an için hayal ettiğinde kalbi korkudan parçalanacak gibi oldu. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zordu. Geride bıraktıklarına mı yoksa gidişine mi üzülmeliydi bilemiyordu. Sonra sonunda yere çarptı. Ahşap zemine kafasını vurmuştu. Üzerindeki örtülerle mücadele ettikten sonra sonunda doğrulup oturmayı başardı. Böyle sıcak bir havada üzerine örtü örtmek gibi bir salaklık yapıp kabus gördüğüne inanamıyordu. Yerde duran telefonuna baktı. Birkaç cevapsız arama vardı. Mesajları açtığında kamp için hazırlıkları nasıl yapacaklarını soran grup sohbetini gördü. Kesinlikle gitmiyoruz diye yazıp telefonu yatağına fırlattı.

Son..

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 23

 


Kelime oyunumuz bu aralar deep ile aramızda paslaşma durumunda :) Tam buçuk kapanma dolayısıyla bloglar biraz sessiz sakin gibi :) Bu hafta da kelimeler benden olsun dedim ve işte seçimlerim:

  • Mağara, sakin, gece, kemik, ten

Fırtınanın sesi artık kulaklarımı tırmalıyordu. Fakat asıl sorun sesten kaynaklanan baş ağrılarım değil de soğuğun kemiklerimi bile delen hissiydi. O kadar soğuktu ki artık cihazlarımız donduğu için dereceyi ölçemiyorduk. Rüzgar tenimin açıkta kalan yerlerini buzdan bir bıçak gibi kesiyordu. Ekip yorgunluktan ne yaptığını bilemez haldeydi. Böyle giderse olduğumuz yere yığılıp kalacak ve üzerimizi kar kaplayacaktı. Fırtınadan dolayı birbirimizi işitemiyor, sadece el kol hareketleriyle iletişim kurmaya çalışıyorduk. Uyarı yapıldığında dağdan inmek için yeterince vakit bulamamıştık ve bu tehlikeli geçidi aşmak için önümüzde daha ne kadar yol olduğunu kestiremiyordum. Etrafta uçuşan kar taneleri ve ışığını kaybetmiş bir gece içerisinde hiçbir dönemeç, hiçbir kayalık, hiçbir şey tanıdık değildi. Birbirimize güvenlik ipleriyle bağlıydık. Sol tarafımızdaki kayalık duvarda önceden belirlenip sabitlenmiş güvenlik halatlarına kendimizi bağlayarak yavaşça ilerliyorduk. Fırtına uyarısı yapıldığında geri dönmeye kalkışmadan en başında sığınacak bir yer aramış olsaydık durumumuz belki de daha iyi olurdu. Tehlikeli bir karar almak zorunda kalmıştık ve seçimimiz bizi hazin bir sona götürüyor gibi görünüyordu.

Böyle ilerlemeye çalışırken ekipten birinin ayağının kaymasıyla büyük bir tehlike atlattık. Genç kız duvardaki güvenlik hattına bağlandığı yerden bir sonraki kısma atlatmak için bağlantısını çözdüğü sırada kendini bir anda uçurumda bulduğunda onu kurtaran tek şey önündeki ve ardındaki kişilere kendisini belinden bağlayan o ince hayat ipi oldu. Tabi bu beklenmedik durum karşısında herkes dehşet içinde kalmıştı. Kızı sallandığı yerden yürüdüğümüz ince patikaya çektiler. Herkes bu sırada olduğu yerde sabit durmuş kıza en yakında bulunanların müdahalesini beklemek zorunda kalmıştı. Sıralı halde ilerlemek zorundaydık. Ani hareketler yapmak herkesi tehlikeye atıyordu ve sıralı hareketlerle ilerleyebiliyorduk. Kızı tekrar güvence altına alıp sakinleştiğimiz sırada yer büyük bir sarsıntıyla ayağımızın altından kaydı. Neler olduğunu anlayamadan yürüdüğümüz yol büyük bir gürültüyle sol tarafımızda oluşan çukura doğru çöktü. Bütün ekip bir dondurmanın üzerinde yuvarlanan çikolata taneleri gibi bu çukura kaydı. Bir mağaranın tavanının çöktüğünü ve içeriye yuvarlandığımızı anlayacak kadar uyanık kalabilmiştim. Ama sonra başıma aldığım bir darbeyle kendimden geçtim. Her şey iyi olacak mıydı merak ediyordum. Tabi uyanabilirsem.

Son..

2 Mayıs 2021 Pazar

Kelime Oyunu 22

Herkese selamlaar. Bu hafta hikayemi gecikmeli yayınlıyorum. Umarım seversiniz :) Kelimeler çakıltaşım deepsiden geldi:

  • Cadı, lezzet, yıldız, bulut, bal. 
Şu dünyada vampirlerin domates tutkusunu geçebilecek tek bir şey vardı o da cadıların bal tutkusuydu. Her dolunayda tıpkı diğerleri gibi Nina'yı ormana çeken şey de işte buydu. Her ay dolunay gecesi başlıklı pelerinini sırtına geçirir ve ormanın derinliklerinde kaybolurdu. Aradığı lezzete ulaşana kadar kendinden geçmiş gibi hiçbir şey düşünmez ve nereye gittiğine dikkat etmezdi. Bunların hiçbiri elinde değildi. Taze balın kokusunu kilometrelerce öteden duyar ve bir kez bunu fark ettiğinde onu durduracak hiçbir şey olmazdı. Yolculuklarının sadece başlangıcını hatırlar ve kendine geldiğinde daima bala ulaşmış ve keyfini sürüyor olurdu.

Yine bir dolunay gecesiydi. Her seferinde kendini bodrum katına zincirleyip durdurmaya çalışmış olsa da işte yine zincirleri kırmış ve kendini karanlık ormana atmıştı. Bulutlar yıldızları yavaşça örtmeye başlamış ve dolunayın büyülü mavi ışığı bir hale yaratmıştı. Yakında o da yok olacaktı. Sık yapraklı devasa ağaçların arasında tümüyle karanlıkta kalacaktı. Elbette bütün bunların farkında bile değildi. Kimi zaman kendine geldiğinde ağaç dalları, dikenler ve keskin kayalıklar yüzünden yara bere içinde olduğunu görürdü. Kimi zaman kuşların, sincapların veya en kötüsü de arıların saldırısına uğramış olurdu. Bu sefer kendine geldiğinde bal dolu bir kuyunun içine düşmüş olduğunu gördü. Karstik kayaların içinde oluşmuş kuyu şeklinde bir oyuğun içine arılar bal için yuva yapmıştı. Kuyunun duvarları tamamen bal petekleriyle kaplanmış içerisi ise beline kadar taze bal dolmuştu. Buraya nasıl düştüğünü anlamaya çalışmadı. Onun yerine arıların nerede olduğunu merak etti.

O kadar çok bal yemiş ve o kadar çok bala batmıştı ki arılar onu bulsa sağ çıkamazdı. Duvarlardan tırmanmayı deneyip başarılı olamadı ve tekrar balın içine düştü. Biraz mücadele ettikten sonra bir cadı olduğunu nihayet hatırladı. Sihirle kendini kuyudan yukarıya doğru yükseltirken üzerinden bal akıyordu. Nihayet kuyudan dışarıya çıktığında gördüğü manzara son derece şok ediciydi. Kovanın bütün arıları havada birer boncuk gibi asılı kalmıştı. Onları havada oldukları yere sabitleyen bir büyü yapmış olmalıydı. Büyülerinin süresi genelde değişken oluyordu ve bir türlü ne zaman biteceklerini tahmin edemiyordu. O yüzden buradan bir an önce ayrılmalıydı. O da öyle yaptı. İşte bu Nina'nın bal maceralarından sadece bir tanesiydi.

Son.

21 Nisan 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 21

Selamlar canım blog ailesi nasılsınız :) Razaman ayı başladı hepinize bir rehavet çöktü sanki hıı :) Tabi bunda canım Nisan ayının bahar havasının da suçu olmalı bir de sanırım sınav haftası filan olabilir. Ben de geçen gün sınavda epey yorulmuştum ancak kendime geldim ve bu haftayı bloğa ayırıp sonra yine ders çalışacağım :) Öğrencilik üzerime yapıştı çok da yakıştı bence, mutlu oluyorum ders çalışınca da keşke yorucu olmasa :) Bu hafta kelime önerisi gelmeyince görevi yine devraldım zira hikayeler uydurmak bana her zaman iyi gelen bir şey. Bu arada online birkaç sertifika dersi almıştım onlara da bakmam lazım şimdi hatırladım hootkaaa!

Hadi başlayalım :)

Not: bu hikaye bir rüyadan birkaç eklemeyle daha önce kurguladığım Odin adlı hikayenin devamı niteliğinde. İlk bölüm için (şuraya), ikinci bölüm için de (buraya) tıklayabilirsiniz. Kısa bir hatırlatma eklemem gerekirse birkaç psişik yeteneğe sahip üç kız arkadaş (Lenu, Mari, Kei) uzun bir yolculuk sırasında yoruldukları için rotalarından çıkıp bir kasabaya uğrar ve dinlenmek için bir otel araştırır. Kasabada garip ve ürkütücü bir antikacı onlara bir adres verir. Gittikleri adres son derece ürkütücü tuhaf ve sıra dışı bir binadır. Bu binanın tasvirini yaparken eğlenmiştim :) Kapıyı onlara kargalarla bakışarak iletişim kuruyormuş gibi görünen karanlık bir kadın açar. Lenu en başından beri bir tuhaflık hissetmiş olsa da yorgunlukları onları içeri girmekten alıkoyamaz. Ve olaylar böyle başlar.

.......

Gıcırtılı kapıdan içeri girer girmez dışarıda ani bir gök gürlemesi ve şimşeklerin ardından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Bunu hiç beklemiyorduk çünkü az önce açık havada batan güneşin paletteki çeşitli renklere boyadığı gökyüzünde yıldızlar bize göz kırpıyordu. Kapı ardımızdan kapatıldığında duyulan o ağır sesle sanki suyun metrelerce altında bir denizaltının ağır kapıları ardına kilitlenmişiz gibi hissettim. Kapıyı tekrar açmak istesem bunu başaramayacağım kadar güçlü bir kuvvetle kenetlenmiş olduğuna dair ürkütücü fikirler aklımda kıvılcımlar gibi yanıp sönüyordu. Yağmur o kadar şiddetliydi ki zihnimde sanki bir kovaymış gibi tüm kasabaya sular doluyor ve içinde bulunduğumuz bu ucube bina yavaşça suların altında kalıyordu. Uyumam lazım diye düşündüm. Bu mantıksız düşüncelerin tek sebebi uykusuzluk olmalıydı.

Girişte biraz ilerleyip bankonun ardına geçen kadının yanına vardık. İçerisi o kadar loş hatta karanlıktı ki çevredeki biçimlerin gerçek şeklini hemen algılayamıyordum. Biraz dikkat edince içerisinin de dışarısı kadar tuhaf olduğu fark ediliyordu. Her yerde kargalar vardı. Biblo falan değil canlı kargalardı bunlar. Bulabildikleri her yere tünemiş ve yuvalanmışlardı. Ve hepsi de sadece bizi izliyor gibiydi. Ağır ahşap süslemeler, postlar, garip heykelcikler ve duvarlarda çeşit çeşit saatlerle garip bir dekorasyonu vardı. Her şey kahverengi, siyah ve bunlara yakın tonlardaydı. Bankoda arkadaşlarımla beraber gazeteci kimliklerimizi gösterip oda istedik. Aslında böyle korkunç bir yerde hepimizin aynı odada bulunmasını tercih ederdim ama kadın bunun mümkün olmadığını ve sadece tek yataklı üç odanın kaldığını söyledi. Bu çok garipti çünkü etrafta bizden başka bir insan olduğuna beni ikna edebilecek hiçbir iz yoktu. Mari ve Kei ile biraz bakışırken durumu kabullenmekten başka seçeneğimiz olmadığını düşünüyorduk. Ayrıca ikisi etraftaki kargaları yeni fark etmiş ve tuhaf davranmamaya çalışarak onları inceliyorlardı. Kadına ışıklarda sorun olup olmadığını sordum. Bu karanlık gerçekten rahatsız ediciydi. Elektrik sisteminde arıza olduğu için mumlar ve gaz lambalarıyla idare edildiği cevabını aldım. Bunu söylerken yüzüme suç işlemişim gibi bir kızgınlıkla bakıyordu.

Kızların ve benim elime birer tane gaz lambası tutuşturduktan sonra duvarda asılı duran üç anahtarı aldı. Sahiden de etrafta başka oda anahtarı görünmüyordu. Kendisi için de bir şamdan alıp yolu göstermek için önden ilerledi ve takip etmemizi işaret etti. Bekleme salonunu ve geniş bir alanı geçtikten sonra birkaç basamağın ardından ikiye ayrılıp yukarıya iki cepheden devam eden bir merdivene geldik. Buradan ikinci kata çıktığımızda aşağıdaki lobiyi ve karşıda binanın sol kanadına devam eden koridorun karanlık girişini görebiliyorduk. Merdiven tarafındaki duvarda tavana kadar uzanan vitraylı pencereler arasındaki nişlerin içinde gotik üsluplu heykeller vardı. Karanlıkla beraber olduklarından daha korkunç ve trajik görünüyorlardı. Tavanda lobiye ışık sağlaması gereken altıgen bir tavan penceresi vardı fakat yağmur ve fırtınadan dolayı işlevini yerine getiremiyordu. Ahşap trabzanların ve zeminin verniği sanki daha yeni atılmış gibi parlak ve taze görünüyordu. Koyu renk ve desenli duvar kağıtları da pek eskimemiş gibiydi. Sağ kanadın koridoruna girip ilerlemeye başladığımızda burada hiç karga olmadığını görmek içimi biraz rahatlatır gibi oldu. Anlaşılan hepsi sadece lobide takılıyordu.

Birkaç oda kapısını geçtikten sonra ikisi yan yana birisi ise karşı taraflarında olan üç odayı işaret etti ve anahtarları üzerilerine takıp öylece bıraktı. Koridor boyunca duvarlara dizilmiş garip karanlık tablolardan başka hiçbir şey yoktu. Kadın "Umarım huzurlu uyursunuz." dedikten sonra arkasını dönüp gidecekken Kei "Yemek saatini henüz geçmediğimizi umuyorum ama geçtiyse de bir şeyler bulabilmemiz mümkün mü acaba?" diye sorarak hepimizin midesine tercüman oldu. Açıkçası böyle bir yerde sağlıklı bir yemek bulabileceğimizden şüphelerim vardı. Fakat en azından bir parça ekmek bile bizi memnun edebilirdi. Kadın bir an düşündükten sonra biz yerleşene kadar birini göndereceğini söyledi ve başka sorumuz olup olmadığını pek umursamadan geldiğimiz yoldan geri döndü.

Odalar birbirinin aynısıydı. Yine karanlık ve yine gotik tarzda eşyalar mevcuttu. Merkezde tek kişilik dört direkli ve sineklikli bir yatak, duvarlarda aynı duvar kağıdı ve  korkunç tablolar, köşede altı köşeli asimetrik aynasıyla bir makyaj masası, boş bir gardırop ve kapının tam karşısında boydan boya cam kapısı olan bir balkon duruyordu. Kat kat ve zarif işlemeli Fransız perdeler ve tüller açık renkleriyle odada bir tezat yaratmıştı. Zeminde oval krem rengi ve desensiz bir halı serilmişti. Aynalı masa üzerinde ve komodinlerde danteller serilmiş, gardırobun camlı kapağına da içten dantelli perde takılmış olması binanın dekorasyonunun yıllardır aynı kalmış olduğunu tahmin etmemiz için yeterliydi.

Biz konuşurken kapıda elinde yiyecek dolu bir tepsiyle bir görevli belirdi. Adının Odin olduğunu öğrendiğimiz genç adam bir hayalet kadar solgun görünümlü ve bir o kadar da acı çekiyormuş gibi bir yüz ifadesine sahipti. Gözleri hafif uzamış saçları gibi simsiyah incilere benziyordu ve sanki içlerinde bir çeşit kıvılcım yanıyor gibiydi. Ona elektriğin ne zaman gelebileceğini ve diğer odaları tutan insanların neden hiç etrafta olmadıklarını sordum. Yağmurdan dolayı herkesin erkenden uyuduğunu söyledikten sonra bize "Buraya gelmek için yanlış zamanı seçtiniz. Belki de hiç gelmemeliydiniz." dedi. Bu tuhaf ifadeden sonra ne düşünmemiz gerektiğini tam anlayamadan yarı açık duran kapıya kuşkulu şekilde baktığını fark ettim. "Ne demek istiyorsun Odin?" diye sorduğumda birinin onu duymasından korkar şekilde fısıltıyla "Çok fazla konuşmaya yetkim yok. Lütfen saat on ikiden sonra gece boyu odanızdan hiç çıkmayın ve sabah olmasını bekleyin. Ne olursa olsun odanızdan çıkmayın." diyerek izin istercesine başını aşağı yukarı sallayıp dışarı çıktı ve kapıyı kapatarak gitti.

Bu tuhaf ve kısa konuşma şüphelerimizi biraz daha artırmıştı. Bir şeyler döndüğü artık kesindi ama ne olduğunu bilemiyorduk. Mari her zaman biraz daha iyimser ve aklı havada olanımız olarak "Belki de sadece konuklarla kafa bulmayı seviyordur. Epey yakışıklı bir vampire benzediği için söylediklerine pek odaklanamadım açıkçası." diyerek güldü. Aklından kahve içmek bahanesiyle mutfağa gidip çocukla sohbet etmek geçtiğinden emindim. Böyle bir yerde onu aramak zorunda kalmamak için kısa bir uyarı geçtim. Telefonlarımızın şarjı saatler önce bitmişti ve binada elektrik olmadığı için de şarj edemiyorduk. Uyumadan önce kapılarımızı içeriden kilitlemeye karar verdik. Olur da uyuyamazsak hepimiz aynı odada toplanırız diye anlaştık. Sonra da odalarımıza dağıldık. Daha önceden yaşadığımız bazı olaylar nedeniyle odaların her yerini ve banyoları kontrol etmiş ve gizli bir kapı veya kamera olup olmadığına bakmıştık. Her zaman hayaletlerin peşinde koşan avcılar olduğumuz ve garip olayları çözdüğümüz için başımıza tuhaf şeyler gelebiliyordu. Kapımı içeriden kilitleyip gaz lambasıyla beraber banyoya gitmeden önce aynanın üzerini bir örtüyle kapattım. Geceleri aynalardan hoşlanmıyordum. Onlarla kötü anılarımız vardı. Kızlarla konuşurken küveti sıcak suyla doldurmuştum. Biraz ılımaya başlamıştı. Üzerine biraz soğuk su dökerken köpüren sabunlardan birini içine attım. Uyumdan önce biraz rahatlamak iyi olacaktı. 

Soyunup küvete girdim ve çeneme kadar suyun içine gömüldüm. O uzun araba yolculuğundan sonra bu gerçekten mükemmel bir histi. Bedenimin bu kadar ağrıdığını fark etmemiştim bile. Banyo aynasının üzerine astığım havlunun düşerken çıkarttığı sesle kendime geldiğimde orada öylece uyuykakldığımı fark ettim. Ne kadar süredir uyuduğumdan emin değildim fakat su buz gibi olmuştu. Bu durum içimi ürpertmişti.

Şimdilik Son diyelim epey uzadı çünkü :)

Bu hafta için seçtiğim kelimeler: Su, Yemek, Arkadaş, Ahşap, Işık

16 Nisan 2021 Cuma

Kelime Oyunu 20

Herkese selamlaar bu pazar günü sınavım var ders aralarımda sizleri ziyarete geliyorum, aranızda daha okuyamadıklarım var ama sınavdan sonra daha aktif olacağım sonunda. Bu arada bu hafta kelime oyununa katılıp biraz stres atmak istedim. Aşırı ders çalışmam gerektiği için bu etkinlikler nefes almamı sağlıyor :) Bu haftanın kelimeleri ponçik çakıltaşım deepsiden geldi işte kelimelerimiz :)

  • Gezgin Kutsal Vampir Mevsim Şifa
  

Suyun soğukluğu aç kurtlar gibi bedeninin her yanını ısırırken nefesini olabildiğince tutmak epey zor oldu. Odağını kaybetmemek ve sakinliğini korumak için sürekli annesinin sözlerini aklında tekrar ediyordu. "Serçeler için mucize yüreklerdedir..." Bugüne kadar pek çok zorlu eğitimden geçmiş pek çok görevi başarıyla yerine getirmişti. Şimdi bir kuyunun altındaki su dolu bu geçitte yitip gitmesi çok trajik olurdu. "Sesimi duy Owen, kardeşim.. bana yol göster!" diye zihninden bir kez daha seslendi. Owen onun doğmamış ikiziydi ve ruhları bağlı kalmıştı. Atalarından ona miras kalan kutsal güçleri henüz tam olarak kontrol edemese de kardeşiyle iletişim kurmak her zaman kolay olmuştu. Tabi ki Owen daima başına buyruk olduğu için onun yardımını kazanmak konusunda sabırlı olmak gerekiyordu. Owen'ın biraz inatçı bir yanı olsa da kardeşinin pek çok kez hayatını kurtarmış ve onu hiç yarı yolda bırakmamıştı. Bu kez onunla iletişim kurmanın uzun sürmesinin nedeni belki de Eoghain'in zihnen yıpranmış olmasıydı. Neyse ki Owen sonunda ona cevap vererek zifiri karanlıkta yolunu bulmasını sağlayacak kadar bir ışık oluşturabilmişti. Minik bir yıldız gibi parlayan büyülü ışık yeraltı kaynağının içinde ilerlerken doğru yönü seçmesine yardım etti. 

Sonunda sudan başını çıkartabildiğinde tapınağın arka bahçesinin sınırını oluşturan şelalenin altındaki bir kovuktaydı. Vakit kaybetmeden kayaları geçip ağaçların arasında saklandı. Suyun içinde az daha boğulacakken bir de neredeyse tüm vücut ısısını kaybetmişti. Sonbahar mevsiminin keskin rüzgarları durumu daha da kötü hale getiriyordu. Kendine gelebilmek için şifa sağlayan birkaç büyülü sözcük mırıldandı ve kalbinden başlayarak tüm bedenini bir sıcaklık kapladı. Hala sırılsıklam olmasına rağmen şimdi daha iyi hissediyordu. Kuyuya kapatıldığı sırada tüm silahları elinden alınmıştı ama bunun önemi yoktu. Büyü güçleri ve Owen'ın yardımıyla çocuğu onların elinden kurtarıp buradan kaçmayı başarabilirlerdi.

Dikkatli şekilde ilerleyip tapınağa yaklaştı ve gizlice içeri girmenin bir yolunu aradı. Böyle yerler söz konusu olduğunda kimsenin göremediği yerlerde bir kaçış yolu mutlaka bulunurdu. Üstelik bu sıradan bir tapınak değildi. Kızıl Müritlerin yetiştirildiği ve büyük toplantılarını yaptığı devasa bir yerdi burası. Kuzeydeki ayrı bina yatakhaneydi. Batıdaki avlulu yapı eğitimlerin görüldüğü yerdi. Ayinlerini ve büyük toplantılarını da tapınak binasında yürütüyorlardı. Son zamanlarda saraydan bile üstün bir konuma geldikleri için eskisinden daha tehlikeliydiler. Üstelik yaptıkları hiçbir şey için hesap vermiyor olmaları giderek kontrolden çıkmalarına sebep oluyor, halk üzerinde kurdukları baskı ve korku imparatorluğu korkunç boyutlara ulaşıyordu. Hoşlarına gitmeyen durumlarda insanları suçlayacak herhangi bir şey buluyor, onları zindanlarına kapatıyor veya avlıyorlardı. En trajik olanı ellerini kana bulamadan yaptıklarıydı. Halkı birbirine düşürüp uzaktan izliyor ve kurban seçtiklerinin katledilişi karşısında karanlıklar içinde sırıtıyorlardı.

Elbette onların oyunlarına karşı duranlar, insanları korumaya çalışanlar da vardı. İnsanların Serçeler adını verdikleri bu grubun en güçlüsü Eoghain'in atalarıydı ve onların izinden gidip gölgelerin arasında dolaşarak insanları korumaya çalışmaya devam ediyordu. Elbette bu yolda gizlilik esastı. Aksi takdirde onların eline düşer ve kafese kapatılırlardı. Eoghain'i o kuyuya kapattıklarında kimliği açığa çıkmıştı. Silahlarını görmelerinden sonra çocuğu korumaya çalışan sıradan bir insan olduğuna onları ikna edemezdi. Artık tek seçeneği çocuğu onlardan aldıktan sonra bir süreliğine kent dışına çıkarak saklanmak olacaktı. Birkaç yıl uzakta saklanmak görevlerden uzak durmasına neden olsa da ellerine geçmesi kadar tehlike yaratmayacaktı. Çünkü bir kez üzerinde işkenceye başlar ve büyü kullanırlarsa iradesi sevdiklerini korumaya yetmeyebilirdi. Bildiği tüm gizli yerleri, görevdeki tüm arkadaşlarını, ustalarını, gizli mekanlarını zihninden söküp alabilirlerdi.

Sonunda tapınağın ardındaki kayalıklarda gizli bir geçit buldu. Sıradan gezginlerin etrafta dolaşırken fark etmeyeceği kadar ufak ve göze çarpmayan bir girişi vardı. Ama eğitimli bir Serçe'den kaçabilecek bir şey değildi. Tünele girip yeniden Owen'i çağırdı ve bir ışık yakmasını istedi. Sabah olmadan bu yerden ayrılabileceklerini umuyordu. Tünel çok geçmeden daha düzgün yapılı bir koridora çıktı. Etrafta birilerinin olmadığından emin olunca koridorda ilerlemeye başladı. Tam olarak hangi yöne gitmesi gerektiğinden emin değildi fakat Owen'a güveniyordu. Kardeşi daima doğru yolu bulurdu. Etrafın tenha olması pek hayra alamet değildi fakat bu sayede pek çok koridordan hızla geçip gittiler. En sonunda toplantı salonunun gerisinde bulunan apsisin üzerindeki küçük bir balkona ulaştı. Aşağıda iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık toplanmıştı. Apsisin önünde bir altar kurulmuştu. Zavallı çocuk da onun önüne getirilmiş ve iki kolundan ipler gerilerek ardındaki heykele bağlanmıştı. Çocuğun ve heykelin etrafında da mumlar dairesel biçimde birkaç sıra halinde dizilmişti. Çocuğu tapındıkları vampir için bir çeşit adak olarak belirlemişlerdi. O kadar kalabalıktı ki tek başına nasıl müdahale edeceğini bilemiyordu. Bıçakları yanında olsa işler daha kolay olurdu. Ama içindeki inançtan aldığı kuvvet sayesinde harekete geçmekten onu alı koyacak hiçbir şey yoktu. Ve işte böylece Serçe yine gölgeler arasından süzülerek geceyi kızıla boyadı. 

Not: Kelime Oyunu 6 yazımda ilk kısmını yazdığım hikayeye devam ettim ve bu kez kahramana bir isim de buldum. Dikkat ederseniz Owen ve Eoghain isimleri aynı kökten geliyor ve aynı ismin yıllar içinde Eugenes, Ewen Eogan biçimlerini de aldığını görebilirsiniz. İkizlere vermek için uygun bir kelime oyunu olduğunu düşündüm bu ismi seçerken :) Umarım hikayenin gidişatını sevmişsinizdir :)

31 Mart 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 18

Herkese selamlaar :) Kelime oyunu devam ediyor bu hafta kimseden kelime önerisi gelmeyince görevi devraldım ve beş kelime seçip ilk hikayeyi yazdım. Yazının sonunda kelimeleri belirteceğim umarım seversiniz :)

Güneşi hatırlıyorum. Gün ışığının süzülüşünü ve havadaki tozları aydınlatırken kollarımda bıraktığı sıcaklığı anımsıyorum. Tepelerin eteklerindeki çinko kaplı çatıların her birisi de çirkin beton öbeklerinin arasında mücevher gibi parlıyordu. Ağaçlar ve tüm bitkiler parıl parıl birer taç gibi giyinmişti altın sarısı ışığı. Kuşlar az sonra havanın kararacağının bilinciyle oradan oraya telaşlı kanat çırpıyor ve aşağıda evlerine dönmeden önce biraz daha oyun oynamaya çalışan çocukların üzerinden hızla uçup gidiyordu. O anı aklıma kaydetmek istemiştim. Sebebi yoktu. Bir daha benzerini bulamayacağımı mı sezinlemiştim, kim bilir.. Ve işte şimdi birdenbire o anı düşünüyordum. Zaten içinde bulunduğumuz durumda insanın böyle anları hatırlamamak için çabalaması gerekirdi.

O sırada zamanın bir an için durup nefes aldığını hissetmiştim. Zaman nefes alıyordu. Varlığını kimsenin bilmediği tuhaf bir yaratık gibi etrafımızda dönüyor, kıpırdıyor ve bizimle beraber nefes alıyordu. Ve ben de güneşin zerreleri atmosferi aşıp tenime çarpar ve etrafa saçılırken öylece durup etrafı izliyordum. O anı kaydediyordum. Hiçbir şey düşünmeden durduğum ve sadece bir an için dinlenmiş hissettiğim saçma ve küçücük bir andı. Başka bir zamanda başka bir yerde fakat benzer bir gün batımına denk gelirsem eğer o zamanki ben ve şimdiki ben ile kafamda bir karşılaştırma yapabilir miydim, merak etmiştim. Hislerim düşüncelerim algılarım aynı olacak mıydı gün batımı aynı olsa bile? Güneşin zerrelerini görebilecek miydim yine tenimden saçılırken? Bunu merak etmiştim. İnsanın aklı bazen farklı çalışmaya başlayabiliyor ve bir çocuğun aklı her zaman mümkün olandan biraz daha tuhaf çalışabilir. Herhalde öyle bir andı..

Ve artık bunların cevabını bulabilmek için çok uzun bir yol var önümde. Her şey yolunda giderse.. Bu soğuk metal yığını bizi güvenle varış noktasına kadar taşıyabilirse.. Yeni bir dünyada, yeni bir günde, yeni bir güneşe kavuşacağız. İşte o zaman bu karanlık boşluktan kurtulup bu anıyı karşılaştırabilecek bir gün batımı yakalayabileceğim. Umarım.. Fakat birkaç dakikadır yanıp sönen kırmızı ışıklar ve bu sirenler bir şeylerin yolunda gitmediğini bariz bir şekilde belirtiyor. Ben sadece bir yolcuyum bu yüzden söylendiği gibi beklemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok ve içimde gerçekten çok kötü hisler var. Sanırım bu, bu günlüğe son yazışım ve bu yüzden kalbim şuan çok kırıldı Lavi..


Not: Eski bir anı yazımın girişini çok beğendiğim için bunu bilim kurguya çevirdim :D Uzay yolculuğunun sonu nasıl bitti bilmiyorum umarım iyi bitmiştir ve umarım seversiniz bu garip hikayeyi :D

Bu hafta kelimeleri ben veriyorum işte seçimlerim: Güneş, Soğuk, Zaman, His, Yaratık

S..

12 Mart 2021 Cuma

KELİME OYUNU 15

    Herkese selamlar canım blog ailesi umarım iyisinizdir. Birkaç seferdir katılamadığım oyuna bu hafta dönüş yapmak istedim üstelik eski kelimeler hep ilgimi çektiği ve zorlu bir etap olacağı için de heyecanlıyım :) Bu haftanın kelimelerini sevgili Kedi Mırıltısı sevgili Momentos arkadaşımızın bloğunda paylaştığı kelimelerden seçti. Gelecek haftanın kelimelerini ise sevgili Duygu Emanet arkadaşımız verecek. Etkinliği yeni duyanlar katılmak isterlerse Deepsi'den detayları öğrenebilirler. Ama basitçe söylemek gerekirse her hafta belirlenen kelimelerden istediğimiz türde ve uzunlukta bir şeyler yazıyoruz. Etkinliğin süresi her hafta Çarşamba gününe kadar devam ediyor.

  • İşte bu haftanın kelimeleri:
  • Pestenkerani: İpe sapa gelmez, değersiz, önemsiz
  • Diğerkâm: Diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma
  • Rabıta: Bağlayan şey, bağ
  • Muğlâk: Anlaşılması zor, anlaşılmaz, çapraşık, karışık
  • Kavi: Dayanıklı, güçlü, sağlam, zorlu.
  • Metin içerisinde kullandığım başka kelimeler:
         ● Badiye: Çöl    Ruhsar: Yüz, çehre   Münferid: Tek başına   Sebat: Kararını sürdürme 
         ●Dar-ül ikab: Cehennem, çok azap çekilen yer

🍁🍁🍁


🍁🍁🍁

Ah şu badiyeden farksız, perişan ve pestenkerani gönlümün güneşi, yıldızı, inci tanesi.. 
Şifadan yoksun gözüm yaşı ile yazarım sana bu mektubu.
Ey benim iki gözümün çiçeği, canımın canı, gözleri ahu, peri ruhsarım..
Hayli zamandır bakışlarındaki o iki hayat pınarından uzakta sersefil bu diyarlarda münferid olalı sinemde gün be gün canımı kemiren derin bir yara büyümekte..
İçinde bulunduğum ızdırabın zerresinden bile habersiz oluşun azabıma azap katsa da ne denli diğerkam bir kalbin olduğunu bildiğim içün seni de bu ıstıraba dahil etmeme kararımda sebat içindeyim.
Bir gün bu mektup eline geçtiğinde bil ki bu cümleler sana buruk bir vedanamedir benim limon çiçeğim.
Çektiğim acıları, kafamda dönüp duran muğlak düşüncelerin fenalığını, yüreğimi kavuran bu ateşleri ve korkuyu yalnız senin hatıran ile hafifletiyor, yalnız senin düşlerin ile içinde bulunduğum bu dar-ül ikabdan kısa bir an için bile olsa ayrılabiliyorum.
Sana olan rabıtam o denli kavi ki içimdeki elem bu diyarlardan gidip de dönmemek düşüncesinden değil yüreğimden yüreğine uzanan bu ipek ipliğin kopup gecelere karıştıktan sonra bir daha seni göremeyecek olma korkusundandır.
Ah benim gecelerime ayla günlerime gün olan yarim..
Korkarım pek fazla vakit kalmadı artık benim için.
Affet beni, senden bu değerli günleri esirgediğim ve uzak tuttuğum için.
Fakat benim yüzümden perişan, biçare olup yüreğinin bir serçe misali çırpınıp durmasına dayanamazdım.
Sana gözyaşı dökme diyemem. Ağlayacaksın elbet.
Lakin burada benimle her gün azar azar tükenmendense bir müddet yas tutman ikimiz için de daha hayırlı olacaktır.
Affet beni canımın canı..
Senden tek arzum yüzünü hep göklere çevir ve ikimize yetecek kadar çok yaşa bu hayatı.
İkimize yetecek denli gülümse her zaman..
İkimize yetecek kadar çiçek kokla..
Sevdiğin her şeyi bir kez de benim için sev bir kez de benim için yap kısacası.
Yasın fazla uzun olmasın sakın lakin gönlünün bir köşesinden de hiç silme beni.
Bil ki seninle var olmaya devam edebileceğim o vakit. 
Elveda iki gözümün çiçeği..
...

    Mektubu okumayı bitirdiğinde yüreği bir kuş gibi çırpınıyor, bedeninden tüm can çekilircesine hissederken şakaklarından beynine doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Bu soğuk, cansız fakat bir ömür ağırlığındaki kağıt parçasını tutmaya devam ederken kolları iki yanına hareket mukavemetini kaybetmiş gibi düştü. Gözleri batmakta olan güneşe kilitlenip bir süre ayakta öylece kalırken dudakları mühürlenmiş gibi kilitlenmiş, boğazı içeriden bir yaratık onu kemiriyormuş gibi parçalanırcasına bir acıyla düğümlenmişti. İçinde onu yiyip bitiren tarif edilemez bir acı varken dışarıdan gelen ne bir sesi işitiyor ne de rüzgarı hissediyordu şimdi. Uzun zamandır bihaber olmasından dolayı sonunda bir mektup geldiği için heyecanla her zaman buluştukları söğüt ağacının altına gelmişti okumak için. Mektup üç haftalık bir yolculuk sonunda ona ulaşmıştı. Heyecanla açıp okumadan önce kat ettiği onca yolu düşlemişti. Sonunda kavuşacaklarının haberini almayı beklerken okudukları karşısında yeryüzünün bütün elemi yüreğine çökmüştü. Mektubu ona ulaşması için gönderen kişi ikinci bir sayfa ekleyip neler olduğunu açıklamıştı fakat artık bunun bir önemi yoktu. Artık hiçbir şeyi bilmenin, duymanın, görmenin bir anlamı yoktu. Bir daha nefes alamayacakmış gibi hissediyordu. Artık o yoktu. Bu son düşünceyle zelzele olmuş gibi yer ayağının altından kaydı ve bir karanlığın içine düştü. Şimdi gökyüzünü bir daha nasıl bulacaktı..

    Son..

Not: Aahh yazmaya başladığımda böyle bir şey beklemiyordum. Daha önce de demişimdir mutlu aşk hikayesi yazmayı pek başaramıyorum tatlı romantik olmuyor hüzünlü ya da trajik oluyorlar :D Sanırım hep fantastik, macera veya gizem falan yazdığım romantik şeyler pek denemediğim için böyle oluyor :) Trajik bir şeye dönüştü bu da. Aslında şimdi düşündüm de heyecanla kavuşma zamanının geldiğini yazan bir mektup da olabilirdi niye böyle oldu bu hıı? Sonunu elimden geldiğince derli toplu yazmaya çalıştım umarım başarabilmişimdir :) Heey karamsar olmayın bu arada, ahu gözlü maşuk mektubu aldı ama belki de diğer tarafta mucizevi şeyler yaşanmıştır ve mektup boşuna gönderilmiştir hatta belki yollara düşmüş geliyordur sevdalı yari :) Neden olmasın Yeşilçam filmlerinde hep oluyor bu ;)

30 Ocak 2021 Cumartesi

KELİME OYUNU 9

Kelime oyunu bu hafta sevgili MinikMini'nin kelimeleriyle devam ediyor :) Hikaye uydurmayı sevdiğim için ben de her hafta derslerin arasında yazmaya çalışıyorum umarım keyif alarak okuyorsunuzdur :)

Bu haftanın kelimeleri: Melek Tütsü Ritüel Yazar Gül

20 Ocak 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 8


Selamlar herkesee :) Bu haftanın kelimelerini sevgili Andromeda verdi, en zorlandığım kelime bir balo ortamına uydurmaya çalıştığım için "roman" oldu :)
  • Roman, İbiza, Çiçek, Maske, Bahar
Çiçek Baharı

"Ah limon çiçeğim... Nedir bu üzerindeki hazan yaprakları, bakışlarındaki çiğ taneleri.. Yine mi bana kırgın gönlün sakladı güneşleri.. Bak hadi gülümse biraz bahar gelsin, yaprakların rüzgarla dans etsin, kuşlar bir Akdeniz şarkısı söylesin.."

"Bir şiir yeniden yazılamaz mı bir kalp defalarca onarılırken?"

"Güller ve menekşeler kıskanır gülüşlerini, hadi artık kırma bu böğürtlen perisinin kalbini."

Limon çiçeği okuduğu notlara bir süre bakakaldı. O kadar komik gelmişti ki kızgınlığı uçuvermişti. Notları hafifçe yukarı kıvrılan dudaklarının eşliğinde üst üste koyarak katladı ve minik çantasının içine koydu. "Bana sadece çikolata getirsen de olurdu ama şiir yazmaya çalışman da etkileyici." dedi katıla katıla gülmemek için kendini tutarken. "Ama hadi birinci not tamam, sonuncusu da gayet başarılı da ikinci nottan bir şey anlamadım, sürekli kırılan bir kalbin neresi iyi akıllım!" diye eklerken bu defa bir kahkaha kopardı. Beraber partiye gitmek konusunda sözleşmişlerdi ama arkadaşı birkaç dakikaya geliyorum dedikten sonra iki buçuk belki de üç saattir onu bekletmişti. Saçlarında ve üstü başındaki bütün çiçekler solmaya başlamıştı bile. O kadar ki az daha geldiği gibi geri dönüp ağacında bir kış uykusuna dalacaktı. Karşısındaki melek elini uzatmış onu bekliyordu. Oturduğu yerden ayağa kalkarken uzatılan eli tuttu. "Yine de çikolata isterim." demeyi unutmadı. İbiza'da bir maskeli baloda her şey olması gerektiği kadar normal olması gerektiği kadar da komikti. Yılın bu zamanında insanlar ortada yokken diğerleri böyle bir fırsatı kaçırmayıp insanların kılığına girer ve onlar gibi bir parti düzenlerdi. Güneyden vampirler, kuzeyden zombiler, doğunun hayaletleri ve batının böcürtleri hepsi de istisnasız buradaydı. Bununla birlikte birçok çiçek, börtü böcek ve başka periler de vardı. Beraber bembeyaz taş basamaklardan inip aşağıdaki kumsala kurulan dans pistine gittiler. İkisi de dans etmeyi bilmiyordu ama bir limon çiçeği ve bir melekten de normal bir şey beklenemezdi. Saçma sapan zıplayıp dans ettiler. Her an kollarıyla dirsekleriyle birilerine vurabilirlerdi. Neyse ki öyle bir talihsizlik yaşanmadı. Etraftaki vampirler, kurabiyeler, vikingler, kızılderililer, böğürtlen çalıları, zombiler ve dahası da normal ve sakin danslarını bırakıp onlara katılınca ortalık fantastik bir kreşe döndü. İşte yılın bu günü İbiza sahillerinde bir örneği daha olmayan, romanlara yakışır bir maskeli balo olarak hatırlanacaktı. 

Son

:)

S..

7 Ocak 2021 Perşembe

KELİME OYUNU 6

  Canım deepsinin yönetiminde bu haftanın kelimelerini sevgili Momentos belirledi, ikisi de iç ısıtan tatlı minik hikayeler yazdılar bile. Kelimelerden "kelepçe" oldukça zorlayıcıydı ve klasik bir suçlu hapis hikayesi yazmak yerine önce deep ve momentos gibi bir şey tasarladım sonra içimdeki gizem sevdasını tutamayıp aşağıdaki minik kurguyu yazdım umarım seversiniz :)

  •   Kelimeler: Serçe Bisküvi Islık Kelepçe Mucize

  Islık sesiyle gözlerini açtı. Ne kadar süredir baygın olduğunu bilemiyordu fakat buz kesmiş teni ve başının altındaki soğuk taş zeminle bütünleşmiş bedenindeki acı birkaç saatten daha fazla süredir orada kıpırtısız şekilde yatıyor olduğunu tahmin etmesine yeterdi. Bulunduğu küçük hücreyi aydınlatan tek şey epey yüksekte bulunan minicik bir tavan penceresinden giren ay ışığıydı. Aslında bunun bir pencere olduğundan da emin değildi. Mavi beyaz soluk ışık yerdeki bir parça bisküvinin üzerine düşüyordu. Bu kurtarmaya çalıştığı çocuğun elinde kalan son bir parça kırıntıydı fakat günlerdir aç olan minik bedenini doyurmaya yeterdi. Görünüşe göre onu yemeye bile fırsatı olmamıştı. Çocuk ortalarda görünmüyordu. Kızıl avcılar onu almış olmalıydı. "Ruhunu şeytana satmış vahşiler!" diye düşündü. Belki de o baygınken ufaklıkla bir süre aynı hücrede kalmış olmalıydılar. "Kahretsin!" Biraz daha erken kendine gelebilmiş olsaydı zavallı çocuğu korumayı bir kez daha deneyebilirdi. "Hayır.. hayır.." Ta en başında.. En başında kaçarken o çıkmaz sokağa sapmamalı hatta ondan bile önce kaçmak yerine limanda saklanıp geceyi beklemelerine karar vermeliydi.

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Ay Işığında Toz Tanesi

Okurken dinleyiniz :)

  Başını okşayan el ondan uzaklaşırken gözlerini açmadı. Adımların sesinden onun hareketlerini tahmin edebiliyordu. Sağ eliyle yorgunluk çöken gözlerini ovuşturduğunu, üzerindeki örtüyü düzeltirken sol ayağına ağırlık verdiğini, derin bir nefes alırken gözlerini sımsıkı kapatıp açarak yüzünde yorgunluktan mı kederden mi olduğunu anlayamadığı o donuk ifadeyi bir an için bozduğunu görür gibiydi. Ayakta durmuş onun kapalı gözlerini kontrol etmişti. Sonra yumuşak adımlarla önce pencereye gidip kilidi kontrol etmiş ardından tekrar yanı başına gelerek komodinde duran kandili eline alıp usulca kapıya ilerlemişti. Kapının aralık kalmasından korktuğunu bildiği için ses çıkartmadan tamamen kapatarak sonunda dışarıya çıkıp uzaklaşmıştı. Bekledi. Çevrede hiç hareket kalmadığından emin oluncaya dek ama uyuyakalmamaya dikkat ederek bekledi. Heyecandan kalbi bir kuş gibi pıt pıt çırpınıyordu. Sonunda zamanı geldiğine emin olduğunda harekete geçti.

11 Kasım 2018 Pazar

Labirent


  Garip bir labirentin içindeyim. Ne bir adım öncesini anımsıyorum ne de bir sonraki köşede ne olduğuna dair bir fikrim var. Başımı kaldırıp göğe baksam köpüren siyah bulutlara dalıp çıkan serseri tipli karanlık kuzgunlar çevremden daha iç açıcı bir manzara sunmuyor. Oysa kızıla mora çalan biraz da lacivert bir akşam sefası görmeyi beklerdim. Sonra bir de martı sesleri olmalıydı. Güzel kokular duymalıydım. Güzel kokuları severim. Güzel kokuları kim sevmez? Limon, lavanta ve adını bilmediğim bir çiçek kokusu daha... Bir de gece göğüne veya sabah güneşine benzer bir ses hafiften şarkı söylese ruhumun çocuk yanları yine neşeyle kıpırdanırdı...

  Oysa kuzgunların tepemde dans ettiği fırtına sesleriyle dolu bir yaprak ormanında yolumu daha ne kadar kaybedeceğimi bilmeden dolaşıp duruyorum. Tenim buz kesmiş soğuktan üşürken nefesim kesiliyor, ardımda bıraktığım her köşe peşimden gelen yaratıkların her an üzerime atılacağı korkunç tuzaklar gibiyken geri dönmeye korkuyorum.

  Kafamın içinde kelebekler benim kadar telaşlı dans ediyor aklımdan geriye kalanları da etrafa saçıp dağıtıyorlar. Korkuyla titreyen ellerim hızla ilerlerken düşmemek için bir yerlere tutunmama izin vermiyor. Tökezliyorum. Düşüyorum. Dizlerim kanıyor. Sonra yine devam ediyorum. Yaratıklar duymasın diye korku çığlıklarımı ustalıkla yutarken çırpınan yüreğimin patırtısını bulutlarla kavga eden kuşlar bile işitiyor.

  Labirentten çıkamıyorum. Ne kadar devam etsem de bu yolun bir sonu hiç yokmuş gibi geliyor. Yorgunluk tüm canavarlardan daha tehlikeli. Daha fazla adım atamıyorum. Zehirli olduğunu hissetsem de güzel kırmızı çiçeklerin açtığı bir duvarın önünde yere çöküyorum. Biraz dinlensem, biraz gözlerimi kapatsam her sey düzelirdi belki. Gözlerimi açık tutamıyorum. Serseri kuzgunlar bulutlarla yarışıyor. Sarmaşıklar bedenimi sararken kıpırdayamıyorum. Gözlerim kapanırken lacivert bir akşam sefası hayal ediyorum. Birisi cayına iki şeker atıp karıştırıyor. Taze simit ve peynir kokuyor her yer. Yüzümde güneş sıcaklığı... Ruhumun çocuk yanları neşeyle dans ederken uykuya mı dalıyorum uyanıyor muyum anlamıyorum...

Son.
Not: Bu bir rüya yazısı :)
S..

16 Eylül 2018 Pazar

Yükseklik Korkusu


  İş gereği çok fazla seyahat ediyordu. Bazen yola çıktığında nereye gittiğini ortağının aldığı biletlere baktığında öğrenmiş olurdu. Nereye gittikleriyle de nasıl gittikleriyle de pek ilgilenmezdi. Dışarıda olmak yerine evde vakit geçirmeyi tercih ederdi. Rahatça film izlemek için köşede duran o rahat koltuk ve tüm kitaplarını sığdırabildiği devasa kitaplıkta duran sayısız kitap ile onları okurken atıştırmak için gizli bir dolapta zulaladığı çikolatalar huzurlu bir gün için fazlasıyla yeterdi. Yeterince güneş alan pencereden içeri giren kuş cıvıltıları ve aşağıdaki kafeden gelen iyi seçilmiş müzik sesleri de cabası. Bu kez bilete bile bakmamıştı. Mardin, Urfa gibi bir yerlerdeydi. Kameranın bulunduğu çantanın ağırlığı gittikçe artıyormuş gibiydi. Havada fön makinesi esiyor gibi bir sıcaklık vardı. Fakat nem oranı az olduğu için terleyerek erimek yerine bir fırının içinde kavruluyor gibi hissettiriyordu. Kafasının içinde navigasyon varmış da yolu kendiliğinden buluyormuş gibi önden hızlıca ilerleyen arkadaşına biraz yavaşlaması için seslendi. Kız ona dönüp bakmadan "Bir an önce oraya varmazsak akşamki festivale yetişemeyiz." diye cevapladı. Aldığı cevap üzerine içinden alkışlı bir protesto kopardı. Festival eğlenmek için güzel olacaktı fakat şuan istediği tek şey biraz nefes alıp dinlenmekti. Ortağı aynı zamanda çocukluk arkadaşıydı. Bu nedenle kafasına koyduğu şeyi yapmadan durmayacağını biliyordu. İtiraz etmek veya ağlayıp sızlanmak onu durdurmaz daha da hızlı yürümesine ve daha çok jedi damarlarının tutmasına neden olurdu. Çaresiz yürümeye devam etti.

  Yine saçma bir haberin peşinde olduklarından emindi. Ama kameranın önünde olan kendisi olmayacağı için mutluydu. Böylece bu çöl sıcağında birilerinin garipsemesini umursamadan şemsiyeli şapkalardan takabiliyor ve alerjisi yüzünden rimel sürme işkencesine katlanması gerekmiyordu. Seori kamera önünde olmaya daha uygundu. Bitmeyen bir enerjisi ve cildinde hiç sönmeyen bir ışık vardı. Seori'nin taşıdığı küçük el kamerasını alıp biraz çevreyi çekmeye karar verdi. İlginç birkaç görüntü daha sonra işlerine yarayabilirdi. Dar sokaklarda ilerlerken bir yandan da kamerayla çekim yapıyordu şimdi. Evler Urfa'ya özgü iklim etkisinde inşa edilmişti. Kalkerden kalın duvarlar, tonoz örtülü toprak damlar, güneşi gölgeleyen yüksek duvarlı uzun sokaklar... Bütün evler sokaktan yalıtılmış durumdaydı ve duvarları birbirini takip ettiğinden şehir bir labirenti andırıyordu. İçeriyi görmek imkansızdı. Fakat bazı geniş sokaklara bakan daha yeni bir dönemde karışık bir mimariyle inşa edilmiş ve bahçesi görülebilen büyük konaklar da vardı. Uzun bir süre labirentte ilerlediler. Seori gerçekten yolu biliyor muydu yoksa rastgele mi ilerliyordu bu tam bir muammaydı. Lenu çekim yapmaktan sıkılmış ve artık yolun bitmeyeceğinden endişe etmeye başlamıştı. Saatler ilerlerken etraf önce kalabalıklaşmış, güneşin açısı daraldıkça da tenhalaşmıştı. Havanın kararması an meselesiydi. Arada bir sur duvarı izlenimi vermeye başlayan duvarların içinde sıra sıra küçük yuvarlak pencereleri ve yine küçük kapıları olan ufak dükkanlara rastlıyorlardı. Fakat içerisi epey karanlık olduğundan bunların ne dükkanı olduğunu ancak dışarıya kadar taşan eşyalardan anlayabiliyorlardı. Çoğunun tabelası yoktu. Bazısı halı, bazısı hediyelik nesneler satıyordu. Kimisi de yemek yenecek veya bir şeyler içecek ufak mekanlardı. Bir ara her renkten baharatın olduğu bir aktarın önünde oyalandılar. Baharatların tadı ve kokusu hep ilgilerini çekiyordu. Ayrıca çeşit çeşit çayları da severlerdi. Eve götürmek için yine değişik çaylar bulmuşlardı.

  Lenu en sonunda isyan etmeye başlayacakken bir kapının önünde durdular. Kapıda kır saçlı yetmiş yaşlarında bir adam vardi ve içeriye giriş için 25 lira alıyordu. Seori sonunda belirtilen adresi bulmuştu. Lenu ise haberin ne olduğunu hala bilmiyordu. Etraftaki tabelalardan anladığı kadarıyla içeride bir çeşit lunapark vardı. Genellikle çocuklar ve gençlerin geldiği bir yerdi. Çarpışan arabalar, çeşit çeşit atış poligonları, hız trenleri gibi şeylerin yanı sıra gölge oyunları gösteren yerler ve korku tüneli de vardı. Ödemeyi yapıp kapıdan geçtiler ve merdivenle bir kat yukarı çıktılar. Tabelada görünen onca şey umarım bir binanın içinde küçücük maketlerden ibaret değildir diye düşündü. Onca yolu geldikten sonra hız trenine binmek veya atış poligonunda birkaç balon patlatmak iyi olacaktı. Fakat o da neydi? Az daha kalp krizi geçirecekti. Bir kat çıktıktan sonra yine bir üst kata çıkmalarını işaret eden biri vardı ve bu aşağıdakiyle aynı adamdı. Yukarı çıkmaya devam etmeleri için de tekrar 25 lira vermeleri gerekiyordu. Adamın herhalde ikizi var diye düşünüp sakinleşmeyi başardılar ve ödemeyi yaptıktan sonra merdivenden çıkarken Lenu "Çok zekisiniz," dedi "Girişte 50 tl deseydiniz insanlar gelmezdi böyle iki defaya bölünce geri de dönemiyorlar. Cidden çok zekice!" diye alayla tamamladı. Adam onu dinlemiyor, boş boş ileriye bakıp kıpırdamıyordu. Bu arda merdivenler, duvarlar, her yer bembeyazdı. O kadar beyaz ki basamakları görmek zordu. Neyse böylece bir kat daha çıktılar.  Her kata gelince merdivenin basında ahşap parmaklıklardan yarım bir kapı oluyordu.

  Üçüncü kata gelince karşılarında yine aynı adamı buldular. Bu iyice garipleşmişti. Herhalde üçüz olamazlardı. Bir şey sormaya korkarak onun yönlendirmesine uydular ve bu defa bambulardan yapılma ve iki kişinin ancak sığdığı bir asansöre bindirildiler. Lenu bu kez "Oh be!" dedi "Merdivenler ne yorucu. Şunu en başa yapsalarmış keşke!" diye ekledi. Sonra yukarı çıkmaya başladılar. Asansör yükseldikçe yükseliyordu. Yükseldikçe bir de hızlanıyordu. En sonunda akrofobisi ortaya çıktığında Seori'ye "Yeter, dursunlar artık!" demeye başladı. Çok korkmuştu "Yeter, ne olur dursun artık, beni indirin bir katta!" diye bağırıyor, ağlıyordu. Kafayı yemek üzereydi. Çünkü etrafı açık olan asansöre ve bambu zemine güvenememişti. Her yer beyaz olduğundan da hiçbir yere odaklanamıyordu. Bir ara aşağıya baktı. Aman tanrımdı yani öyle bir yükseklik yok. Zemin bir nokta gibi kalmıştı aşağıda. Sonunda bayılmak üzereyken tepeye ulaştılar. Etrafında koruma bile olmayan dairesel bir alandı kulenin tepesi. Lenu yere yapışmıştı korkudan. Kolları ve bacaklarıyla zemine tutunuyordu sanki rüzgar alıp onu götürebilir gibiydi. Bir yandan kamerayı tutuyor bir yandan "İndirin beni buradan!" diye bağırıyordu. Asansöre tekrar binmeye de korkuyordu. Hatta "Helikopter çağırın alın beni buradan..." diye ağladı. Seori tam bir muhabir ciddiliğiyle duruyordu. Delirmiş miydi ne hiç korkmamış hala haber peşindeydi. "Bölgenin en yüksek binasının tepesindeyiz. Görüyorsunuz yükseklik o kadar yüksek ki kameraman arkadaşım kendinde değil şuanda..." diyordu kız. İkisi de bulundukları alanın dışına boşluğa bakıyordu. Yani Seori kameraya değil boşluğa doğru konuşuyordu. Herhalde sonunda ikisi de delirmiş olmalıydı bu yükseklikte saçma sapan haber yapacaklar diye. O kadar yüksekti ki... O kadar ki ağaçlar minicik görünüyordu etrafta, uzaklıklar bulanıklaşıyordu. Sonra da uyandım.

Yine bir rüya yazısı :)

S..

16 Mart 2018 Cuma

Gölge Avcısı


  "Birer birer..." dedi etrafımda yürürken alçak sesle ve gözleri kapalı halde. Karmakarışık örgüler ve renkli boncuklarla dolu dağınık gri saçlarının arasından sarkarken daha önce mavi olduğunu hatırladığım bir kuş tüyünün şimdi kızıla dönmüş olduğunu fark ettim. Bu artık şaşırma seviyemin oldukça altında kalan bir durumdu. Çünkü onun çevresinde benim gibi bir yıl kadar kısa olsa da zaman geçirmiş olan herhangi bir insan aklını kaybetmesine yetebilecek kadar çok tuhaflık hatta korkunçlukla yaşamayı çoktan öğrenmiş olurdu. Gri saçlarına rağmen cildi benimkinden daha canlı ve çok az kırışıklığa sahipti fakat benden 323 yıl daha erken doğmuştu. Başını çevirmesinden usulca attığı adımlara kadar her hareketiyle birlikte ruhundan yayılan güçlü aura çevresinde sarsıcı bir etki yaratıyordu. Yine gözleri kapalı olduğu halde beni gördüğünü belirtir şekilde başını bana çevirince yüreğimde tanıdık tedirgin kıpırtılar hissettim. Sesiyle üzerine çekilen bakışlarımı ondan ayırıp önüme döndüm ve yaptığım işe odaklanmaya çalışırken "Her bir teli birer birer bağlaman gerek. Ve sözcükler Lily, sözcükleri sakın unutma." diye sayısını anımsamadığım tekrarlardan birini daha yaptı. Zaten gergin olan zihnim ve konsantrasyonum o etrafımda dolaşıp bana kapalı göz kapaklarının ardından bakarken tıpkı cam bir kürenin yere düşmesi gibi çatırtılar çıkartarak dağılıyordu. Onu sinirlendirecek bir şey yapmak yaptığım şeyin kontrolden çıkmasından daha korku vericiydi. Ama biraz daha odaklanmayı başaramazsam en iyi ihtimale ellerimin arasında beni yutacak olan bir asit küresi yaratırdım. En kötü ihtimalle de dünyanın sonunu getirirdim. Aslında bu çok da kötü bir ihtimal olmayabilirdi. Dünyanın benim için bir kıymeti yoktu.

  Üzerine kendi kanımla tılsımlar yazdığım iki dal parçasını çarpı şeklinde bir araya getirmiştim. Sırada onları birbirine sabitlemek için artık soluk almayan yedi insandan aldığım saç tellerini birer birer bağlamam gerekiyordu. Ölümleriyle birlikte duydukları dehşetle toprağa düşen gözyaşları beyhude geçip gitmeyecekti. Ve tabii sözcükler unutulmamalıydı. Yedi insanın ruhu böylece oluşturduğum nesneye ve benim emrime bağlı olacaktı. Fakat ben etrafımda yanan mumların titreşimini hissederken ve yaşlı kadın sinirlerimi geren bir şekilde yürümeye devam ederken tılsımı doğru yapıp yapmadığımı bile algılayamıyordum.

  Açık pencerenin ötesinden gecenin yaratıklarının sesleri duyuluyordu. Bütün gece böcekleri sanki hep beraber çığlık atar gibi bir koroya başlamış, rüzgar verandadaki çanı ısrarla ve aynı ritimle çalmaya başlamıştı. Mumlarla aydınlanan loş oda her yerden akmış mum artıklarıyla doluydu. Onların temizlenmemesinin nedeni kullanıldıkları tılsımın enerjisini taşımalarındandı. Dokunmamak gerekiyordu. İçeriye esen rüzgar her yerden sarkan eskimiş kumaşları dans ettiriyor, gölgeleri ürkünç varlıklar gibi duvarlarda ve döşeme üzerinde geziniyordu.

  Son saç telini de sarıp bağladığımda başımı kaldırıp sunağın ardındaki duvarda sabitlenmiş nesneye baktım. Bir kaya parçasından şekillendirilmiş göz kapağı kapalı duran tek bir göz yontusu odadaki sıcak ışığa ve renklere rağmen soluk mavi gri halde karşımda duruyordu. Yaşlı kadın hala gözlerini açmamışken bir anda durup benden yana başını çevirmeden sadece dinlemeye başladı. Herhangi bir terslik olursa müdahale etmek için tetikte bekliyordu. Fakat böyle bir şey olursa onun bile bir şansı olur muydu bundan emin değildim. Şimdi rüzgar da durmuş bütün böcekler ise susmuştu. Artık bunu bitirmem gerekiyordu. 

  Taştan göze odaklanıp "Arghelas, çağrımı işit ve cevap ver..." dedim. İlkin pek bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Elimdeki nesneye bakıp bir yerde yanlış yapıp yapmadığımı düşündüm. Tam o sırada onun varlığını tüm odada hissettim. Bütün mumlar bir anda söndü. Buna rağmen gölgeler büyüyüp etrafımı kuşattı. Oturduğum zeminin altından gölgeden oluşan eller uzanıp bedenimi çekiştirmeye başladı. Ve Taştan göz ağır bir uykudan uyanır gibi açılıp bakışlarıma kenetlendi. Gözün içinden mavi ışıklar sızıyor ve kendimi uzay boşluğuna bakar gibi hissediyordum. İçinde bir evren dolusu kozmik nesne eğilip bükülüyor, dönüyor ve görünüp kayboluyordu. Elimdeki nesne acı verici halde avucuma yapışıp yanmaya başladığında kımıldayamaz ve çığlık atamaz haldeydim. Çok geçmeden kemiğime dek bütün etimi yok edecek gibiyken aslında çektiğim acı dışında görünürde hiçbir şey olmuyordu. Yalnızca saf bir acı iliklerimde dolaşıp beynimdeki tüm hücreleri kavuruyor, tılsımım mor alevler saçarak gittikçe küçülüp küle dönüşüyordu. Yaptığım şeyin bedelini ödüyordum ve artık geri dönmek için çok geçti. Nesne avuçlarımın içinde eriyip yok olana dek ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Fakat beni zapt etmiş olan gölge eller üzerimden çekildiğinde nihayet yeniden nefes almaya ve hareket edebilmeye başlamıştım. Bununla birlikte müthiş bir titremeyle bütün kemiklerim sarsılıyordu.

  Göz kapanıp ortalık sakinleşince karanlıkta bir süre daha kımıldamadan bekledim. Titreme nöbetim giderek azalıp bedenimi terk ettiğinde geriye hafif bir baş dönmesi kalmıştı. Herhangi bir yere bakmaya cesaretim yoktu. Sonra varlığını unuttuğum yaşlı kadın avuçlarında oluşturduğu bir ışık küresini ellerinin hareketiyle büyütüp odada hale şeklinde saçılan bir parlama yarattı. Bu sayede bütün mumlar tekrar yanmaya başladı. Dinlenmeme bile izin vermeden her zamanki aceleciliğiyle bana "Dene hadi!" diye emretti. Bunun üzerine derin bir soluk verip toparlandım ve ayağa kalkıp ona doğru döndüm. Sol avucumu ileriye uzatıp yukarıya çevirdim ve diğer avucumu da üzerine kapattım. Ardından ellerimin arasında tılsımdan bir kalkanın büyüdüğünü hayal ederek avuçlarımı birbirinden uzaklaştırdım. Ellerim birbirine manyetik bir güçle kenetlenmiş gibiydi. Ve hayal ettiğim kalkan karşımda oluşuyordu. Sonunda kendi mührümü tasarlamıştım. Ve dünya hala yerinde duruyordu. Mühre bağlı yedi insanın ruhu da gerektiğinde yardımıma koşmak ve mührü canlı tutmak için etrafımda gezinen kölelerim haline dönüşmüştü. İstediğim zaman onları görünür hale getirebilir istediğim zaman da gizleyebilirdim. Onların kim olduğuna gelince. Hepsini özenle seçmiştim. Hepsi de ellerinde hayatımda değer verdiğim insanların kanını taşıyor ve günahlarının bedeli olarak kalplerindeki bir zincirle mührüme bağlı duruyorlardı. Asla azat edilmeyecek ve ırmağı geçemeyeceklerdi. Bense onları peşinden sürükleyen bir gölge avcısı olacaktım.

Son

Bir rüya hikayesi daha :)

S..

10 Ekim 2013 Perşembe

İşte Öyle Bir Gün


  Hani şöyle insanın kafasını dinlediği, sakinleştiği günlerden biriydi. Tanıdığı herkes daha sezon açılmadan ya ülke dışına tatile ya da arkadaşlarıyla kampa gitmiş, o ise büyükannesinden kalma bu eve bir süreliğine yerleşip zaman geçirmeyi tercih etmişti. Zihninin arka fonunda yazı anımsatan sakin bir piyano solosu vardı. Masanın üzerine vuran güneşe uzanıp miskinleşen gri kedi gibi o da başını kollarına dayayıp gözlerini kapadı. Dışarıdan kuş sesleri geliyordu. Yakınlarda bir yerden geçen nehrin şırıltısı ve havaya karışan tazeliği huzur vericiydi. Pencerenin önünde oyalanarak içecek nektar arayan bir arı kedinin dikkatini çektiyse de onu kımıldatmaya yetecek kadar ilginç değildi. Rüzgar ince tülleri oynatıyor, yukarı doğru sürgülenip açılmış ahşap pencereden içeriye bazen minik bir yaprak süzülüyor bazen de turunç kokuları taşıyordu.

  Göz kapaklarının güneşten kızıla dönmesini izledi. Biraz sonra gözlerini açtığında zihni kırmızıyı algılamayı bıraktığı için her yeri yeşil görüyordu. Bunun gözlerine zarar verip vermeyeceğini düşündüyse de kafasına takmadı, bu minik oyunu hep sevmişti. Küçükken de bahçede minderlerden bir krallık kurup güneş ışığını izlemek en büyük eğlencesiydi. Yaprakların arasından süzülen huzmelerin içinden geçen toz zerrelerini izler, kollarına çarpan ışığı incelerdi. Güneş ışığının her bir zerresini görebildiğine inanırdı. Yani öyle etrafın aydınlık olmasını görmek gibi değil de sanki akan bir suyu görür gibi, avuçlarına dökülen altın renkli ışınları gördüğüne inanırdı.

  Böyle anlarda hayatında yarım bırakmak zorunda kaldığı şeylerin eksik parçalarını bulurdu hep. Bir şiirin yarım mısrası ya da eksik bir nota gibi. Düşünmeyi bırakıp sadece dinlendiği zamanlarda birdenbire açığa çıkarlardı istemsiz. Yine böyle bir şeyi buluvermişti işte. Gülümseyerek masanın başından kalktı ve arka odalardan birinde bıraktığı defteri alıp karalamaya başladı. Sonra da çalışmak için zar zor bu yere taşıttığı piyanonun başına geçti. Solo tamamlanmıştı..

S..

25 Aralık 2012 Salı

Gölgeler İçinde~


  Başı öyle ağır geliyordu ki bir geminin çapası olduğunu ve gittikçe derinlere battığını sandı. Artık alt kirpikleriyle bütünleşen göz kapakları ve bedeni külçe gibiydi. Çok üşüyordu. Tanrım, öyle böyle değil soğuktan tüm eklemleri kilitlenmişti. Bir omzunu ve bir bacağını, üzerinde saatlerce kıpırdamadan yattığı için artık hissetmiyordu. Sert zemin şakağına yakın bir noktada baskı yaptığı için rahatsızlık veriyordu. Yer çekimi de dengesizleşmişti, belki de bilinci tam açılamadığı için böyleydi. Bir an yer sallanıyor, dönüyor, toprak onu itiyor çekiyor, birden baş aşağı duruyor, yer çekimi bir o yana bir bu yana dolaşıyordu. Ama aslında hiçbir şey olduğu yoktu, öylece kıpırdamadan yatmaya devam ediyordu.

  Ters giden bir şeyler vardı belli ki. Fakat ne kımıldayabiliyor ne de gözlerini açacak gücü bulabiliyordu. Sonra içinden boşver, diye düşündü. Soğuk onu yavaş yavaş öldürüyordu ama farkında dahi değildi. Uyanmak istemediğine karar verdi, o kadar yorgundu ki titreyemiyordu bile. Bir süre sonra zihni biraz daha uyanabilecek gücü buldu ve şimdi uyanmaz, hareket etmezse öleceğini düşündü. Ölümü düşünürken hala hayatta olup olmadığını sorguladı. Düşünceler çok kaygandı, gerçekliğe tutunabilmekse neredeyse imkansız.

  Sonra birdenbire nefesinin çok yavaş ve güçsüz olduğunu fark etti, kocaman derin bir soluk almayı denedi. Ciğerlerinden hırıltılar geliyordu; hava, soğuk olmanın da etkisiyle minik hançerler gibi kesip geçti. Bir an öylece kaldı, tıkanmıştı. Neyse ki biraz canı yansa da nefesini serbest bırakabildiğinde eskisi gibi ufak soluklarla yetinmeye çalıştı. Biraz önce çektiği acı kalp atışlarını hızlandırmış, kan basıncı artmış ve beynine yayılan sıcaklık uğultulu, nabız gibi bir ağrıya dönüşmüştü.

  Birazcık kımıldamayı başardığında serbest kalan kolundaki damarların anında ısındığını hissetti. Bu biraz korkutucuydu. Hala tam olarak hareket edemiyordu. Zihnindeki haritadan ellerini buldu ve parmaklarını açıp kapattı. Bu bile çok zordu. Kaskatı kesilen eklemler hareket ederken gıcırdıyor, tendonları keman yayı gibi geriliyordu. Sonra bağışıklık sistemi ısınması gerektiğinin ayrımına yenice vardı ve titremeye başladı.

  Ardından, yerinde durmayıp kayıp giden göz bebeklerine rağmen kirpiklerini aralamayı başardı. Yüzünün üç dört santim ilerisinde duran ellerinin halini görünce genel olarak ne durumda olduğunu düşünmemenin daha iyi olduğuna karar verdi. Neler olduğunu, neden bu halde olduğunu sorgularken aynı anda hafızası harekete geçti ve hatırladı. O, tahtın birinci dereceden varisiydi. Yarın tahta çıkması gereken bir veliahttı. Fakat kralın ölümünü fırsat bilenler onu ortadan kaldırıp kendi destekledikleri kişinin yerini almasını istiyorlardı. Bu yüzden en yakınındakileri kullanarak ona tuzak kurmuşlar, canını almak üzere en güçlü savaşçılarıyla saldırmışlardı.

  Elbette bir gün kral olmak için eğitilmiş birisi olarak savaş sanatları konusunda ustalaşmıştı. Saldıran son suikastçıya kadar hepsini yenmişti. Fakat ağır yaralar aldığı yetmezmiş gibi bir de düşmanın savurduğu her hançer darbesiyle zehirlenmişti. Elleri kesikler içindeydi, kalbine yakın bir noktada da derin bir kılıç yarası vardı. Kanında dolaşan zehrin tadını ve kokusunu alabiliyordu. 

  Ülkesini ve halkının geleceğini düşünürken başarabildiği kadar hareket etti ve bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Başarısız olduğu ve tebaasını koruyamadığı için atalarından özür diledi. Gölgeler içinden birisi ona doğru yaklaşırken ölümü selamladı ve demek içlerinden birisini gözden kaçırmışım, diye söylendi. En azından her şey çabucak son bulacağı için minnettardı. Tüm hücrelerine yayılan zehrin etkisiyle artık nefes alamaz olduğunda ona doğru yaklaşan kişinin suikastçılara hiç de benzemediğini düşündü. Sonra zihni karanlık bir kuyuya yuvarlandı...

~Sessizgemi~

9 Ağustos 2012 Perşembe

~Rüzgarın Kraliçesi~



  Evrenin tüm ağırlığını avuçlarında hissediyordu o an. Oysa ki ne dönmeyi unutan bir elektrondu şimdi ne de gök kubbeyi taşıyan Atlas ile bir akrabalığı vardı. Yoksa Zeus bir hiç uğruna onu da mı cezalandırmıştı? Nerede hata yaptığını düşünürken bir şeyin ensesinden tutup onu derinlere sürüklediğini hissetti. Karanlık ama aynı zamanda şeffaf bir sıvı onu yutuyordu sanki. Boğulmuyordu fakat aldığı her nefesin sesi onbin elektrikli süpürgenin sesine eşdeğerdi.

  Bir çeşit korku, yüreğinin yerinden fırlayacak derecede şiddetli atmasına neden oluyordu. Fakat neyin korkusuydu bu? Hiçbir fikri yoktu. O an gözlerini açık tutabildiği kadar görüyor, işitebildiği kadar duyuyordu ama zihninde çalışan küçük adamlar aldıkları verilere yabancı gibi tepkisiz kalıyorlardı.

  Gözlerini kapatıp her açtığında tıpkı bir slayt gibi farklı bir sahneyle karşılaşıyordu. Birkaç insan yüzü... Bir aracın tavanı.. Kızgın güneşin altında dalgalanan mavi bir gökyüzü, ah gözleri de kamaştı işte... Uğultulu bir yerde şekilsiz bir tavan ve sayamadığı kadar çok insan.. Nereye götürüldüğü hakkında bir fikri yoktu ve bedeninin peşinden sürükleniyormuş gibi tuhaf hissediyordu fakat paniklemesi gerekirken bunu bile düşünemeyecek durumdaydı.

  Bir tahttaydı şimdi. Ama garip bir tahttı  bu. Üzerinde oturmuyor, yatıyordu. Hareket ediyordu taht. Zeus onu bir kraliçeye dönüştürüp rüzgarın hükümdarlığını mı vermişti yoksa? Soluk pembe kıyafetler içinde insanlar vardı şimdi yanında. Sonra onlara beyazlar içinde birileri daha katıldı. Kaç kişi olduklarını saymak istedi ama sanki rakamlar da ağırlaşmıştı kendisi gibi, sayamadı. Yoksa bir taç giyme töreninde miydi? İçlerinden biri Herakles olmalıydı, Zeus'un elçiliğini yapmak için buradaydı herhalde, bir heykel gibi kusursuz bir yüze sahipti ama biraz yaşlıydı, hayal kırıklığı.. Herakles olmasa bile muhakkak o dünyaya ait birisiydi. Fakat anlaşılan kötü kalpliydi çünkü bir kraliçe olmasına aldırmadan canını acıtarak koluna bir serum bağlamıştı.

  Ah, bu durumda hastanede olmalıydı. Zeus'un ne zaman ne ceza vereceği hiç belli olmuyordu. "Genç hanım, fazla sıvı kaybına uğramışsınız ama endişelenmeyin serumdan sonra bir şeyiniz kalmayacak..." diyordu Herakles'imsi orta yaşlı adam. "Ah, tamam.. Fakat ben bir kraliçeyim, lütfen saygı gösterin, genç hanım yerine majestereleri daha uygun.." diye cevap verdi. Evet sahiden de komik bir şekilde 'majestereleri' demişti..


Bunlar da Rüzgar Şatoları olmalı :)


~Sessizgemi~

4 Temmuz 2012 Çarşamba

~Siyah Beyaz ve Biraz da Parşömen Rengiydi~



Siyah Beyaz Yol



  Yanlış bir şeyler vardı. Yolunda gitmeyen bir şeyler. Bir şey eksik gibiydi, yarım kalan bir şey... Parçalanan ruhundan artakalanlar o ilerledikçe peşinden sürükleniyordu. Camları sonuna kadar açık Mustang'ını sürerken yol hiç bitmeyecek gibi göründü gözüne, sanki tekerler boşa dönüyormuşçasına sonsuzdu.

  Ruhunun neden parça parça olduğunu bilmiyordu. Şu an için tek düşünebildiği gitmekti. Nereye gittiği ise umurunda değildi. Neden gittiğini hatırlamıyor ve teypte çalan müzikten başka bir şeyi de umursamıyordu. 

  Üstü başı düzgündü, yanağında tıraş olurken açtığı küçük bir kesik dışında ters görünen tek şey renklerdi. Dünya, arabasına binip sürmeye başladığından beri siyah beyaz ve biraz da parşömen rengiydi, başka hiç renk yoktu. 

  Yolun ucunda, yaklaşmaktan uzak olan dağların tepelerine yıldırımlar iniyordu. İlerlemeye devam ettikçe gökyüzünü kaplayan bulutlarla buluştu. Bulutların görüntüsü gökyüzünü yeryüzüne yaklaştırmış gibiydi.

  Çok geçmeden siyah beyaz bir yağmur kapladı boş havayı. Hiçbir şeyi hatırlamayıp bilmediği gibi birdenbire arabayı durdurup neden yolun ortasında öylece dikildiğini de anlamıyordu. İlkin beyaz gömleğinde ufak lekelere dönüşen damlalar vakit kaybetmeden sırılsıklam olmasına neden oldu. 

  Yolun ortasında öylece beklerken yüzünden süzülen soğuk yağmur birdenbire bir şeyler anımsattı. Yolunda gitmeyen ve yanlış olan şeyin ne olduğunu hatırladı. Aslında hiç unutmadığını sadece hatırlamak istemediğini anladı. Gitmediğini, kaçtığını fark etti. Gözlerini kapatıp bir an gök gürültüsünü dinledi ve sonra yağmurun renkleri yıkamasını izledi. Peşinden sürüklenen ruhunu parça parça topladı, onlara ihtiyacı vardı yarım bir ruhla yaşayamazdı. 

  Arabasına binip keskin bir dönüşle geldiği yolu takip etti. Renkler geri gelmiş, ruhunun parçalarını birleştirmişti.Şimdi umursadığı bir tek şey vardı: Eksik ve yarım kalan, yolunda gitmeyen ve yanlış olan ne varsa yüz yüze hesaplaşacaktı...


~Sessizgemi~

21 Mart 2012 Çarşamba

Sessiz Kelimelerle 'Seni Seviyorum'


Hayat Çok Tuhaf


Sessiz Kelimelerle ‘Seni Seviyorum’

Elli ikinci katta bulunan evinin sade bir zevkle döşenmiş salonunda, bir duvarı boydan boya kaplayan ve dışarıdaki bomboş gökyüzünü altınımsı bir pembelikle ısıtan güneşi pırıl pırıl yansıtırken enfes bir tabloya dönüşen pencereye bir adımlık mesafede durmuş, gökyüzünün derinliklerini seyrediyordu. Güneşin ve çeşitli kuşların fotoğrafını çekmek onun için inanılmaz bir zevk olmuştu her zaman. Fakat elleri boynuna astığı makinede hazır beklese de aklı başka yerlerdeydi bu sabah. Başı her zamankinden daha kötü sızlıyor, adeta parçalanıyordu ama düşündüğü konu bu değildi. Birkaç dakikadır düşünebildiği tek şey hayatındaki önemli birkaç andı.