26 Ocak 2018 Cuma

Küller ve Kemikler

Fotoğraf: Hatice Evrens

  Bu gün bir şeylerin ters gideceğini anlamam gerekirdi. Her zamanki gibi gökyüzünden derin bir nefes alarak dışarıya adımımı atmıştım. Daha sabahın o saatinde diğerlerinden farklı bir güne başladığım çok barizdi oysa. Bir bahar sabahına göre etrafın çiçek, çimen ve güneş kokmasını beklersiniz. Fakat bunun yerine yangınla kavrulmuş bir çöl kokusu bütün çevreyi sarmıştı. Bir çöle kokusunu alacak kadar yakın olmadığımdan emindim. Kısa sürede bu kokuya alışılıyor ve artık fark edilmiyordu. Okula gitmek için otobüs durağında beklerken güneşin yeşil yapraklardan süzülüp yerde oluşturduğu desenleri izledim. Çevrede cıvıl cıvıl dolaşan çocuklar bir korku filminden fırlamış gibi duran kırmızı balonlar taşıyorlardı. Neşeleri bu korkunç imgeye rağmen kuşlarla yarışır cinstendi. Kuşlar çevredeki küçük havuzlara ve su birikintilerine arkalarında minik dalgalar bırakan dalışlar yapıyor bense tüm bu manzaraya yabancılaşan bir hisle bakıyordum. Üzerimdeki duygu daha önce tanımlamadığım bir şeydi. Kendimi kafamın içindeki bir pencereden tüm dünyadan uzakta izliyormuşum da gördüğüm ve duyduğum her şey aslında yapay bir çilekli jöleymiş gibiydi. Tamam daha iyi nasıl tarif edilir bilemiyorum.

  Otobüs geldiğinde durakta sadece ben vardım. Beklemekten sıkılmıştım. Kaç saattir oradaydım tanrı bilir. Gölgeler yer değiştirmiş, kuşlar sessizleşmiş ve etrafta kimse kalmamıştı. Otobüse binip kendime bir yer buldum ve düşmemek için zamanında tutunabildim. İçerisi fazla kalabalık değildi. Ağlayan bir bebek ve otobüsün tıslayan sesi dışarıda akıp giden manzaraya eşlik ediyordu. Bir an için düşüncelere daldım. Kendime geldiğimde ne düşündüğümü hatırlamayacak kadar afallamıştım. İnmem gereken durağı kaçırmış olduğum gerçeği kafatasımın en kalın kısmına közlerin arasından yeni alınmış bir kumpas darbesi gibi indi. İnmek için düğmeye bastım fakat bir işe yaramadı. Bir durağın önünden hiç durmadan geçtik. "Neden durmuyorsunuz ineceğim." diye seslendiğimde "Buradaki duraklarda başka otobüsler duruyor bize ait değil oyalama beni." diye seslendi yaşlı sürücü. Fakat daha fazla gidersem geri dönmek için de otobüs kullanmak zorunda kalacaktım ve bu durum hiç hoş değildi. İnmek için sesimi yükselttim. İçeriden bir iki kişi de beni anlayışla karşılayıp adama kızdılar ve durması için onlar da söylendi.

  En sonunda baskılara dayanamayan adam otobüsü durdurdu ve kendimi dışarıya attım. Klostrofobim yine yakamdaydı. İyi olduğumdan emin olmak isteyen bir başka yolcu benimle birlikte inmişti. Otobüs şoförü o kadar agresifti ki onun inmesini beklemeden hareket edip kapılar bile kapanmadan yoluna devam ettiğinden yere düşmesine ve toprak yolda yuvarlanmasına neden olmuştu. Benim yüzümden böyle bir şey yaşandığı için hem utanmış hem de üzülmüştüm. Yardım etmek için yanına vardığımda ayağa kalkmış ve üzerindeki tozları pat pat vurarak çırpıyordu. Yerde duran kırık gitara üzüntüyle baktım. Bu da benim yüzümdendi. Tamir edilir gibi durmuyordu. Gitarı yerden almak için atıldığım sırada beni durdururken "Zaten eskimişti yenisini alacaktım önemli değil." dedi. Ondan tekrar tekrar özür diledim. Yolun ortasında öyle durmamamız gerektiğini söyledi. Toprak yol iki yönde de kıvrılıp kayboluyordu. Çam ağaçları sağ yanımızda gökyüzünü taşırcasına yükselirken sol yanımızda ucu bucağı görünmeyen yüksek bir duvar duruyordu. Gri duvarın sanki sabahki ruh halimin yansıması gibi çevreye yabancı, soğuk ve alışılmadık görüntüsü beni ürkütmüştü. Bulunduğumuz yere çok da uzak olmayan bir noktada duvarın ardında yükselen kulede siyah giyimli bir gözcü tehditkarca bizden yana bakıyordu. Yürümeye başladık. Beton yığınından olabildiğince uzakta ve ses çıkartmadan ilerliyorduk.

  Tek şeritli yolda geçen başka bir araca rastlamadık. Etrafta yükselen kulelerden bizi seyreden gözcülerden başka biri de yoktu. Saatlerce toprak yolu takip ettik. Adımlarım zamanla zoraki ve acı verici hale geldi. Yol arkadaşım için başta üzüntü duymuş olsam da beni bu anlamsız ve korkunç yerde tek başıma bırakmadığı için minnettardım. Güneş tepemizde bütün gücüyle parlarken hafifçe kımıldanan bir rüzgar kavrulmuş toz ve kül kokuları taşıyordu. Bir süre daha dalgınca ilerledim. Buna daha ne kadar devam edeceğimizi sormak için başımı çevirdiğimde yanımda kimse olmadığını gördüm. Olduğum yerde şaşkınca ve hatta şok içerisinde durup etrafıma bakındım ama görünürde kimse yoktu ve gözcüler de kaybolmuştu. Kuleler şimdi boş ve daha karanlık görünüyordu. Birden artan rüzgar ile birlikte korkuyla hızlanan nabzım ve panikten titreyen bedenimle koşmaya başladım. Peşimden birilerinin geldiğini düşünüyordum. Birileri hızla bana yaklaşıyordu.

  Karnıma saplanan bir ağrıyla tökezleyip yere yuvarlandım. Toparlanmak için çabaladıkça acı artıyor ve bir kez daha yere düşüyordum. En sonunda olduğum yerde kıvranırken bir kadının bana yaklaştığını gördüm. Kızıl saçları yüzünün etrafından yüzüme doğru iniyordu. Yüzünde acımasız bir ifadeyle bana kıpırdamamamı söyledi. Onun bir doktor olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yanında gelen bir hemşire nasıl olduğunu anlamadığım bir kuvvetle beni olduğum yerde sabit tutuyor doktor ise delirmiş gibi bana bağırıyordu. Karnımın içinde beton olduğunu ve onu ameliyatla almazsa öleceğimi söylüyordu. Ben de ona beni bırakması için bağırıyordum. Yaptıkları her şeyin beni olduğumdan daha kötü hale getirdiğini ve asıl şimdi beni bırakmazlarsa öleceğimi söylüyordum. İkimiz de çıldırmış gibiydik. En sonunda o kazandı. Acıdan zaten kımıldayamıyordum. Şimdi sonum geldi diye düşünmekten başka bir şey yapamadım. Ve neşter tenimde yakıcı bir sızıyla kayarken kadının kızıl saçları gözlerimin etrafında dans eden hayaletlere dönüştü. Sonra bütün görüntüler karardı.

Not: Bir kabus yazısı daha :)

S..

14 Ocak 2018 Pazar

Kamp Bölüm 2


1. Bölümü okumak için bkz.

  Yides havuzu incelerken Pelluşi ve Mely artık dışarı çıkalım diye ona söyleniyor Tutes Kameraman Çocuk1 ile konuşurken Kameraman Kız ve Kameraman Çocuk2 daha önce içeride unuttukları kamerayı bulmuş şekilde ahşap merdivenlerden iniyor ben ise hepsinin gerisinde onları izliyordum. Dur bir dakika şimdi ne dedim ben? İşte bir güneş zihnimin içinde parlıyordu ve ben tersliğin ne olduğunu anlamıştım. Ardımdaki ayak sesi kime aitti? Karanlıktan yana bakmaya gücüm yoktu arkadaşlarım bana bakıyor olduğu halde sanki ben de geriye dönersem orada o ana kadar olmayan bir yaratık bir anda gölgelerin içinde cisimleşecekti. İleriye atıldım ve fenerlerin aydınlığı altındaki arkadaşlarımın güvenli çemberi arasına ulaşınca "Hemen dışarı çıkmalıyız." dedim. Yüzümdeki ciddiyet, sesimdeki soğuk titreşim veya cildimin kanımın çekilmesi suretiyle kireç gibi olmasından hangisi onları benim için endişelendirdi bilmiyorum fakat hepsi dikkatini bana vermişti. Fısıldadım. Kendim bile duyamayacağım bir sesle yalnız olmadığımızı ifade ettim. Normalde benimle o anda dalga geçmeleri gerekirdi. Onlardan beklediğim en doğal tepki buydu. Bana takılmalı hatta daha fazla korkutacak espriler yapmalıydılar. Fakat onlar beni bir kez daha ciddiyetle dinledi çünkü hiç olmadığım kadar korku duyuyor ve bunu dışa yansıtırken epey ikna edici görünüyordum. Klostrofobim kendini anımsatmak için en uygun anı bekliyormuş gibi paniğimle dostane şekilde açığa çıktığında beni sakinleştirmek için onlara odaklanmamı isterlerken "Şimdi dışarı çıkacağız..." gibi cümlelerle beni oyalıyorlar ve beraber yürüyorduk.

  Asansöre ulaştığımızda sırtımda ürpertici soğuk bir his beni takip ederken şimdi şu anda ve burada bayılmamam gerek diye düşünüyordum. Makara yöntemiyle çalışan asansörün metal örgü şeklindeki raylı kapısını kapatıp kilitlerlerken her an bir saldırıya uğrayacağız diye dehşetle asansörün etrafındaki gölgelere göz gezdiriyor ve bizi yukarıya taşıyacak olan zincirin kopmaması için dua ediyordum. İki kişi çarkı çevirirken zincir de mekanizma etrafında dönerek bizi çekmeye başladığında karanlığın içinde koşan bir varlık önümüzden geçip tekrar kayboldu. Çığlıklarımız birbirine karışıyor ve çarkı daha hızlı çevirirlerken bir yandan da o şeyin ne olduğunu ve nereye gittiğini anlamaya çalışıyorduk. Bir yaban hayvanı mıydı? Yaban hayvanı buraya nasıl gelmiş olabilirdi ki? Bir insan mıydı? Öyleyse kimdi ve burada ne yapıyordu? Peki asansörün sesini hiç duymadıysak biz inmeden önce de aşağıda mıydı yoksa... Yoksa... başından beri bizi izliyor muydu?

  Maden ocağından evrilme bir evin en büyük sorunu karanlıktır. İkinci en büyük sorunu ise katlar arasında hareket etmenin hem zor hem de zaman alıcı bir iş olmasıdır. Asansörün belkide yukarıya hiç ulaşmayacağını düşünmeden edemiyordum. Metal aksamlardan yayılan gıcırtılar kulak zarlarımızda ürkünç titreşimler yaratıyordu. Korkunun ihtimali paniklememe neden olmuştu. Korkumun gerçekliği açığa çıktığındaysa paniğim yok olmuş bunun yerine dehşet ve hayatta kalma güdüsü beni ele geçirmişti. Duygu karmaşasıyla bir yandan gözyaşı döküyor bir yandan etrafımızda alçalan siyah duvarlardaki her bir oyuğa göz gezdirip herhangi bir şey görünüyor mu diye bakarken yerde bulduğum metal bir sopayı iki elimle sıkıca kavrıyordum. Üzerime atılacak bir yaratığa vuracak fırsatım olursa tek bir şansım olacağını hesaplamış ve tüm kuvvetimi kollarıma yöneltmeye hazır bir şekilde bekliyordum. Sonunda soluk bir ışık bizi karşıladığında yukarıya ulaşmıştık. Uzun koridorun diğer ucundan gelen zayıf ışık bizi çağırıyordu.

  Asansörün gıcırdayan kapısını açtık ve koşmaya başladık. Bu arada tv ekibi kameralarını çalıştırmaktan geri kalmamıştı. Pelluşi ve Mely içimizde en çevik olanlarımızdı ve dışarıya ilk onlar ulaştı. Diğerleri yola devam ederken ayağı takılıp düşen Tutes'e ulaşıp onu yerden kaldırdım ve bizim için geri dönen Yides ile birlikte ona destek olup koşmaya devam ettik. Bu sırada karanlık bir köşeden ortaya çıkan bir siluet bizi şaşkınlığa uğratarak peşimizden gelmeye başlamıştı. Asansörü kullanmadan katlar arasında gezinmenin gizli bir yolu vardı anlaşılan. Ardımızdan hiç bağırmasa ve hiç seslenmese bile üzerinden yayılan öldürme arzusunu iliklerimize kadar hissediyorduk. Ve en sonunda bağırarak kendimizi çıkıştan dışarıya attığımızda ileride bizi bekleyen arkadaşlarımızın yüzlerindeki ifadelerden dışarıya çıkanın sadece biz olduğumuzu tahmin edebilmiştim. "Ah dışarıya çıkmayacak. Dışarıya çıkmayacak. Görünmekten kaçınıyor... Evet peşimizi bıraktı..." diye içimden sayıklayarak diğerlerinin yanına kadar koşup Mely'nin kollarına atıldım. Hiç gücüm kalmamıştı. Dizlerim beni daha fazla taşıyamayacaktı. Yere yığılırken ardıma ve sonra çevreye bakındım. Hava iyice kararmak üzereydi ve gün ışığı kalmadığında bu yere yakın olmak istemiyordum.

  Ayağa kalktığımda bir kişi eksik olduğumuzu fark ettik. Kameraman kız kaybolmuştu. Telefonun çekmediği bir yerdeydik ve ardımızda birini bırakıp geri dönemezdik. Etrafı aramaya başladık. Tabii ki aptal korku filmlerindeki gibi her birimiz bir yöne dağılmadık. Yani en azından tek tek değil. Pelluşi ve ben bir yöne, Tutes Yides ve Mely diğer yöne giderken Kameraman çocuklar da başka yöne ilerledi. Bu sırada Pelluşi "Saçmalamayın yaaa bir kişi için beş kişi mi öleceğiz gidip yardım çağıralım!" diye söyleniyordu. Aslında birini geride bırakmak düşüncesine en başta o karşı çıkardı fakat söylenmeden de edemiyordu. Bu şekilde bazen ses çıkartmamaya çalışarak bazen de mecburen seslenerek etrafı araştırdık. Hepimiz onun da dışarıya çıktığını görmüştük fakat bir anda nereye kaybolduğunu bilmiyorduk. Sonra ani bir çığlık bizi yerimizden sıçrattı ve refleks olarak olduğumuz yerde çalıların içine saklanıp görüntümüzü olası bakışlardan gizlemeye çalıştık. Çığlık bize oldukça yakındı. Ve diğerlerinden epey uzaktaydık. Sesin kameraman kıza ait olduğundan emindik. Fenerlerimizi henüz çalıştırmadığımız için şanslı olmalıydık. Geri dönmek seçeneklerimiz arasında değildi. Gizli kalmaya çalışarak sesin geldiği yöne ilerledik. Bu sırada ay çoktan yükselmiş güneş ise dünyayı terk etmişti. Ağaçların tepesinden gece kuşlarının sesi duyuluyor, etrafta sürüngen hayvanların ezdiği dallar ve yapraklardan kaynaklanan hışırtılar yankılanıyordu. Hava da iyice soğumaya başlamıştı. Nefesimin yarattığı buhar yüzüme çarparken iki büklüm ilerlemek zorunluluğundan bacaklarım her adımda daha çok sızlıyordu. Sonra onu bacaklarından saran bir halatla ağaca asılı halde bulduk. Yüzü bizim yüzümüz hizasında, ağzı ve elleri bağlanmış vaziyette havada çırpınıp duruyordu. az önce çığlık attığı düşünülürse bu vaziyete çok kısa bir süre önce gelmiş olmalıydı. Etrafta kimse olmadığına karar verebildiğimizde hızla ileri atıldık ve ona ulaşıp sessiz olmasını işaret ederek ağzındaki sargıyı çözdük. Pelluşi ağacın gövdesine sarılı olan halatı çözmeye uğraşırken ben de beynine akan kan nedeniyle bayılmasın diye kızın başını biraz yukarıya kaldırmak için hazırlanıyordum. Fakat o bana kaçmam için bağırıp daha çok çırpınmaya başlamıştı.

  Pelluşi ne olduğunu anlayamadan başka bir tuzağa yakalanmış ve ayaklarını saran halatla biraz sürüklenip ağaca asılı kalmıştı. O sırada bir gölge benim üzerime atıldı. İçine düştüğüm dehşetin gücüyle kendimden beklemediğim şiddette bir çığlık kopartırken saldırganın karnına bir tekme indirdim. Bu arada yüzünü ilk kez görebilmiştim. Yumru bir patatesi andıran yüzünde gözleri iki derin çukur gibi saç ve sakal karmaşasının arasında parlıyordu. O toparlanamadan koşmaya başladım. Beni elinden kaçırmak istemediğinden peşimden geleceğini biliyordum. Bu şekilde çığlığımı duyanlar Pelluşi ve diğer kızı bulabilirdi. Böylece üzerinde kalın hayvan postlarından yapılma tuhaf kıyafetler içinde çamur kızılı saçı ve sakalı birbirine girmiş varlık vahşi bir kurt gibi hırlayarak peşimden atılırken uzun bir süre koştum. Ta ki bir uçurumun kıyısına gelinceye dek. Bu noktada her şey çok hızlı gerçekleşti. Kürk kıyafetli adam zaten tam ardımdaydı. Beni yakaladığında boğuşmaya başladık. Boğazımı tek eliyle kavrayıp tüm kuvvetiyle sıkarken boğulmak yerine boynumun çıt diye kırılmasından endişeleniyordum. Tek yapabildiğim yüzüne uzamış tırnaklarımı gömmek ve rastgele tekmeler savurmaktı. Bu arada uçurumun kenarına oldukça yakındık. Boşluktan yukarıya doğru esen rüzgarın şiddetini hissedebiliyordum. En sonunda gözüne baskı yapmamdan dolayı canının yanmasıyla refleks olarak boğazımı bırakınca bu kez ben ileriye atıldım ve o ellerimi sıkıca kavrayıp bileklerimden birini kırarken koluna dişlerimi geçirdim. Ardından şakağıma gelen bir darbeyle başımı sert şekilde yere vurdum ve bütün sesler bir anda yok oldu. Gözlerimin dışında dönen görüntülere sadece uzun bir çınlama eşlik ediyordu. Tekrar boğazıma sarıldığında bir elimle saçlarını yakalayıp bir elimle de yüzüne saldıracak kuvveti bulabildim. Yuvarlandık. Onun sırtı boşluğa denk geldiğinde beni de beraberinde uçuruma çekti. Neyse ki hala sağlam olan elimle kaya duvarda bir çıkıntıya sıkıca tutunabilmiştim.

  Hiçbir şey görmüyor hiçbir şey duymuyordum. Bütün bedenimi tek elimle taşırken ne kadar süre boşlukta asılı beklediğimi bilmiyorum. En sonunda çınlama kaybolmaya başladığında adımı seslenen birilerini duyunca ben de bağırdım ve yerimi vaktinde bulmaları için dua ettim. Kırık bileğim ve kayaya asılmaktan kopacak gibi acıyan kolumun yangısından kendimi kaybetmek üzereydim. Yides tam zamanında uçurumdan aşağı sarkıp bana ulaştı. Birkaç saniye daha gecikmiş olsalardı elim kaymasa bile çektiğim acıdan dolayı kendimi bırakabilirdim. Beni yukarıya nasıl çektiklerini hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde kırılan kolum korkunç şekilde şişmiş görünüyordu. Kamp alanına dönmüştük ve tv ekibi de karavanını çadırlarımızın yanına çekmişti. Herkes eşyaları toparlamakla meşguldü. Tv ekibiyle birlikte şehre dönecektik. Bu sırada Kameraman Çocuk1 kamerasındaki görüntüleri kontrol ederken "Aman tanırım!" diye söylendi. Sonra onu tek dinleyenin ben olduğumu görünce görüntüyü bana da izletti. Evin içinden bir sahneydi. Duvar kağıdının desenlerini görüyorduk. Mavi zemin üzerine tıpkı tavus kuşu tüylerindeki desenler gibi rastgele serpiştirilmiş desenler vardı. Bunda ne gariplik olduğunu sordum. Sonra bana çok eski bir fotoğrafı çıkartıp gösterdi. Aynı evin eski bir fotoğrafıydı. Duvar kağıtları farklıydı. Gri bir zemin üzerinde yerden yukarıya doğru yükselen siyah duman motifleri vardı. Bana "Birinci dünya savaşı zamanında insanların iç dünyalarının karmaşıklığı ve karanlık ruhsal yapıları yaşamlarının tümüne yansıyordu." dedi. Anlattığına göre neşeli bir şey o dönemde hoş karşılanmazdı. Herkes monoton ve siyah beyaz bir dünya içerisindeyken renkli ve neşeli hiçbir şey yoktu. Bu evdeki ilk cinayet vakası da o dönemde gerçekleşmişti ve katilin uçurumdan düşmesiyle sonlanan bir hikaye vardı. Sonra ev bir süre terk edilip tekrar kullanılmaya başladığında tavus kuşu duvar kağıtları eskisinin yerini almıştı. Hala bunun ne anlamı olduğunu bilemiyordum. Bunun üzerine bana bir kamera kaydı daha gösterdi. Görüntüde duvar kağıdının üzerinde elini sağa doğru hareket ettiren kendisi vardı. İlk başta ne yaptığını anlamamıştım. Ardından elini sola doğru hareket ettirdiğinde kadife duvar kağıdı desenleri değişmişti. Siyah beyaz duman motifi tavus kuşunun yerini almıştı.

  "Bunun anlamı ne?" diye kuşkuyla sordum. Bana ilk katilin aslında ölmediğini ve evin ikinci kullanımında geçmişine dair bir izi duvarda bu şekilde gizlediğini söyledi. "Bu onun imzası gibi bir şey." dedi. O zaman yaklaşık otuz yaşlarında olan bir adamın şimdi de otuz yaşlarında olduğunu ve hayatına kaldığı yerden devam ettiğini mi söylüyorsun diye tepki gösterdiğimde "Aynı kişi olduğunu hiç söyledim mi?" diye sordu. Kafam karışmıştı o da bunun doğal olduğunun farkındalığıyla açıkladı. Ev sahibi uçurumdan düştüğünde tek varisi olan oğlu daha on yaşındaydı ve ona daha sonra ne olduğu bilinmiyordu. Belki de bu ev hiçbir zaman terk edilmemişti. Varisleri o korkunç olaydan sonra sadece geceleri dışarıya çıkan ve ışığı sevmeyen kişiler olmuş olmalıydılar. Ve buradan bir an önce gitmemiz gerektiği çok açıktı.

Son.

Not: Bir kabus yazısıdır. Büyük çoğunluğu gördüğüm rüyayı barındırsa da çok az kurgu içerir.

S..