29 Kasım 2021 Pazartesi

Ağaç Ev Sohbetleri 119

 


Herkese yeni bir Ağaç Ev güncesinden selamlaar :) Uzun zamandır sohbetlerden yazmamıştım geçenlerde konu önerisinde bulununca ve deep de bu hafta yoğun olunca sen yaz dedi. Umarım konuyu sever ve heyecanlı şekilde tartışma ve incelemelerde bulunuruz hepberaber :) Bu arada yaklaşık bir buçuk haftadır grip olduğum için yorumları bekletmekteyim ve film dizi yazımı da yetiştiremedim ve ziyaretlerimi de aksattım bunun için üzgünüm ama iyileşip geri döneceğim. Çarşamba günü Kelime Oyunu da bende bu nedenle yorumlarınızı yayınlayacağım ama yanıtlamam biraz zaman alacak şimdiden afedersiniz.

Geçen haftalarda sanat konusu üzerine düşünmüştük. Sanat ne için diye tartışmıştık. Ben yazı yazamadım yoğunluktan fakat yorumda düşüncemi belirtmiştim. Bence sanat insanın kendisi içindir diye. Bir eser üretirken mühim olan içindeki duyguyu açığa çıkartmaktır. Fakat sanat sanat için mi toplum için mi düşüncesinden önce ben sanatçının kendisi için ürettiğini düşünüyorum demiştim. Dışarıdan gelecek bakışlar da psikolojik olarak bilinçaltına etki edecektir az ya da çok şekilde ki bu bakışlar belki sadece kendisinin de olabilir. Bir kere insan neden sanat eseri üretme ihtiyacı duyar bu soruyu önemli buluyorum. İnsan yaşantısını ve ruhsal durumunu aktarma ihtiyacındadır her zaman. İster dağa taşa anlatsın, kendine saklasın isterse bir yerlerde topluma sunsun fakat hepsinin temelinde içindekini dışarıya aktarma ihtiyacı olmalı. Bir resim bir heykel üretip bunu sadece evimizin içinde kimseye göstermeden tutuyorsak bile yine de bir duyguyu elimizdeki malzemeye aktarmış oluyoruz ve kendimiz için yine onu eleştiririz yargılarız ve beğeniriz bu durumda başkası görmese ve eleştirmese bile o görevi kendimiz yerine getiririz. Kimse görsün veya görmesin sanatçının kaygısı anlaşılmaktır duygularını ifade etmektir ve bunun için icra ettiği sanatın mevcut üsluplarını en iyi şekilde bilip bunu kendi stilini yaratmak için kullanır. Sonuç olarak da doğurduğu eserin önce kendinin beğenmesi ve sonra diğerleri üzerinde bir etki bırakması yine sanatçıyı tatmin edecektir diye düşünüyorum. Yani sanatçı eserlerini önce kendisi için üretir diye düşünüyorum daha sonra başka kaygılar devreye girer belki para kazanmak da artı bir getirisi olur demiştim.

Yani sanatı ne için icra ederiz diye düşününce fikrim bu yönde fakat işin bir de diğer tarafı var ki bu da bugünkü konumuzu oluşturuyor. Başka birinin ürettiği bir sanat eserini veya onun kopyasını neden alırız? Ona sahip olmaktaki amacımız nedir? Bu hafta bunu tartışalım ve düşünelim. Ünlü bir ressamın tablosunu neden alırız? Hatta orijinaline paramız yetmediğinde kopyasını bile neden alırız? Hatta teknoloji o kadar gelişti ki kopyaya bile ihtiyaç duymadan eserlerin görüntülerine sahip olabiliriz.

Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız gördüklerimizi yani nesneleri görme biçimimizi etkiler. Böylece görülen şey herkes için aynı olmaktan çıkar. Konuyla bağımsız gibi dursa da John Berger'in reklamlar hakkında söyledikleri bence çok yerinde tespitler. Modern toplumun tarihte hiç olmadığı kadar reklama maruz kaldığını göz önünde bulundurmamız gerekli. Reklamlarda hep gelecekten bahsedilir ve iyi bir hayat vaat edilir. Her zaman bir şeyler almamız veya yapmamız gerektiği ve aldıkça da rahat edeceğimiz mesajı verilir. Aldıkça fakirleşiriz ama yine de almaya devam ederiz çünkü verilen mesajda o şeyi alan veya yapan kişiler kıskanılacak durumdadır ve nesne herkesin sahip olmak isteyeceği bir cazibeye sahiptir. Yani reklamlar bize bunu söyler. O nesnenin vereceği konfora veya başka bir şeye aslında ihtiyacımız olmasa bile öyleymiş gibi hissettiriliriz. Alıcının o nesneye erişince ulaşacağı durumunu yani gelecekteki kendisini kıskanması beklenir. Ve alıcı o nesneye sahip olunca da kendini beğenme duygusu ve yapay bir mutluluk geliştirir.

Reklamlar böylece araçlarla amaçları bir araya getirip alıcının ilgisini çeker. Doğanın romantik bir biçimde kullanılışı, Akdeniz'in sıcak özlem uyandıran çekiciliği, modellerle mitolojik karakterlerin hareketlerinde benzerlik yaratılması, bir nesneye sahip olmanın başarı ile eşit gösterilmesi gibi sıralanabilir örnekler.

Reklam konusu da ayrı bir başlık altında daha sonra konuşulabilir elbette. Bundan bahsetmemin sebebi yaratılan algıların nesneleri görme biçimimizi nasıl etkilediğine bir örnek vermekti. Çocukluğumuzun ilk yıllarından itibaren her zaman çevreye karşı duyarlıyızdır ve algı süzgecimizden geçen şeylerin sadece çok küçük bir kısmından haberimiz vardır. İnsan doğasında sosyal olmak, iletişim kurmak, sevilme, istenme, değer görme ve başarılı olma gibi temel duygular çok güçlüdür. Bu nedenle büyürken içimizde kendimize karşı bir ayna yaratırız. Herkes hemen hemen her zaman içinde kendi imgesini taşır. Bir yerde yemek yerken, bir yerde ağlarken, sokakta yürürken, dans ederken yani her anımızda bu imgemiz bize eşlik eder ve ona bakarız. Bunu hiç fark etmeyebiliriz. Ama gülümserken bile kendimizi dışarıdan görürüz o imgeye bakarız ve bu çok çok kısa sürer. O kadar kısa bir işlemdir ki anlamayız bile böyle olduğunu. Böylece içimizde dışarıyı gözleyen ve gözlenen iki ayrı öğe halinde yaşarız. Bir şeyleri görme veya algılama süreci anlık ve doğaldır.

Bir sanat eseri düşünün. Örneğin Leonardo'ya ait olsun. Geçmişte üretilen bu eserler genellikle ait olması istenen yere yönelik yapılırdı. Örneğin bir mihrap için, veya saray için olsun. Bu eserlere o dönemde olduğu yerde baktığınızda onu olduğu yerden bağımsız şekilde göremezdiniz. O bulunduğu yapıyla beraber onunla yaşardı. Duvarlara ve esere baktığınızda bir yaşanmışlık ve belki de etrafında bulunan diğer eserlerle beraber birbirine ait ve karmaşık bir hikayesi olduğunu, bir ruha sahip olduklarını görürdünüz. Şimdi bu eserler bulundukları yerden alınıp müzelere konulduğunda taşıdığı mesaj veya anlamın sadece bir kısmını görebildiğimizi söylemek yanlış olmaz çünkü artık ait olduğu yapı içerisinde değil bir müzenin loş ışığı altında dümdüz bir duvara asılmış şekilde görebiliyoruz. Hatta kopyacılık sayesinde ve fotoğraf ve videolar sayesinde artık bunları bambaşka yerlerde ve zamanlarda istediğimiz kadar görmek mümkün. Leonardo'ya ait bir eserin kendisi veya kopyası salonunuzda yemek masanızın olduğu yerde etrafında sizin başka biblo veya süslerinizle beraber duruyor olsa orijinal taşıdığı anlam veya mesajın tümünü aktardığını veya hissettirdiğini iddia etmek yanlış olabilir. Peki ama biz onu neden alırız veya müzeler onlarca para harcayıp bu eserlere veya kopyalarına neden başka müzelerden önce sahip olmak ister bu resmi muhafaza etmek ve göstermek neden bu kadar önemlidir? Elbette taşıdığı anlam veya verdiği mesaj nedeniyle değil diyemeyiz ama tüm sebep bu değil. Sanatçının o eseri yapmaya başladığında taşıdığı anlam ve orijinal fikir ile bizim o eseri veya kopyasını evimize koyduğumuzda taşıdığı anlam ve fikir arasındaki fark nedir?

Berger'e göre kopyalar kendimize ait sanat tecrübesini diğer tecrübelerimiz ile bağdaştırmamıza yardımcı olurlar. Onun hazırladığı belgeseli izlemenizi tavsiye edebilirim bu arada. Yazıyı fazla da uzatmadan artık bitirmek istiyorum o nedenle açıp durduğum soru öbeğine kısaca kendi yanıtımı ekleyip bitireyim. Bir esere sahip olurken o esere ait bilgiye ve sanatsal görüşe sahip olduğumuzu hissetmek isteriz. Böylece o eserin orijinaline, kopyasına veya görüntüsüne sahip olmak bir çeşit gurur hissi yaratır. Duvarlarımıza astığımız veya vitrinimize koyduğumuz, belki de telefonumuza duvar kağıdı yaptığımız sergilediğimiz sanat eserinin kendisi veya görüntüsü bilinçaltımızda eserin kendine ait güçlü anlamına, taşıdığı bilgiye sahip olma duygusu verirken öte yandan da başkalarına ben bu fikre bu beğeniye ve kültüre sahibim demesi için bir araç olur. Örneğin ünlü bir ressamın bir yemek masasını resmettiği tabloda yemek ve zengin sofra ana karakterdir. Yemek bir zevktir. Fakat bu tablo yenilemez. Bu başka bir şeyin göstergesidir ilk olarak sanatçının becerisi ve verdiği mesaj ikincisi ise onu satın alanın maddi gücü ile sahip olduğu beğeni, kültür seviyesi ve sanat zevkine sahip olduğu düşüncesidir. İster bir doğa resmi ister bir nü veya coşkulu bir savaşı temsil eden bir eser olsun ona sahip olmayı istememiz işte bu tür duygularla beraber karmaşık ve farkında olmadığımız sebeplerdendir. Herkes tarafından değer gören bir nesneye sahip olmuş oluruz ve o kültüre o bilgiye ait hissederiz. Çocukken odamızın duvarlarına astığımız posterler bile sahip olduğumuz zevki yansıtmak, belki de o kültüre veya bilgiye sahip olduğunu hissetmek ve aynı beğenilere sahip olan başkalarıyla bağ kurmak o topluluğa ait olmak, o zevke sahip olduğun için bir çeşit gururlanma ile açıklanabilir.

Gribin ve ilaçların etkisiyle biraz karmaşık anlatmış olabilirim düşüncelerimi ama açtığım sorulara vereceğiniz yanıtları ve fikirlerinizi merakla bekliyorum. Umarım haftanın konusunu seversiniz :)

8 Kasım 2021 Pazartesi

Blogları Canlandırma Projesi - Ekim


Herkese yeni bir BCP günlüğünden selamlaar :) Bu aralar hiçbir şeye vakit bulamadığım için arada bir bloğun yolunu unutmamak adına bu etkinlik kurtarıcı gibi oldu :) Kelime oyunu yazmayı da özledim ama şimdilik biraz daha çok ders çalışmalıyım. Boş durmaktan bunaldığım için yüksek lisansa hazırlanırken bir yandan da ikinci üniversite şeyinden faydalandım ve çocuk gelişimi lisans programına yazıldım. Latince isimlerle başım belada olabilir neyse ki bazı şeyleri Antik Toplum Tarihi ve Helence derslerinden çıkarabiliyorum. Mesela "Vestibulum oris: Diş dizisi (dental ark) ile dudaklar ya da yanaklar arasındaki bölüm" olarak anatomide tanımlanırken biz bu terimi arkeolojide "eve giriş bölümü, ön oda, bekleme salonu veya antre" yani mimari bir terim olarak öğrenmiştik. Bir diğer örnek olarak Atrium anatomide kalbin sağ ve solda kulakçık olarak tanımlanan giriş odaları iken arkeolojide mimari olarak genelde yağmur sularının içerideki bir havuza dökülmesini sağlayan içe eğimli ve tavan penceresine sahip bir çatısıyla giriş kapısından hemen sonra gelen bir lobi olarak tanımlanır. Amacı ışık ve boşluk hissini vermesi ve yağmur sularını toplamaktır. Yani Avmlerin girişi de aslında modern atriumlardır.

Konu dağıtmakta üstüme yok çünkü bir şeyi düşünürken başka şeyleri araştırmak veya düşünmek gibi garip bi huyum var. Resimleri büyüterek detaylara bakabilirsiniz böyle şeyler hoşuma gittiği için sizinle de paylaşmak istedim :) Konumuza dönersek bu ayki bcp teması distopya, ütopya ve bilimkurgu idi. Umarım seçimlerimi seversiniz :)

Last Exile

Yönetmen: Koichi Chigira

Yapımcı: Gonzo, Victor Entertainment

Japonya / 2003

26 bölüm her biri 24dk

Bilimkurgu, Aksiyon

Claus Valca ve Lavie Head çok yakın dostlar olan ailelerinin vefatından sonra beraber yaşayan ve babalarından onlara kalan Furgon ile hava postacılığı yapan iki yakın arkadaştır. Arkadaştan öte artık aile olmuşlardır. Tek hayalleri babalarının da hava kuryeciliği yaparlarken ölümlerine sebep olan Büyük Akıntı'nın üzerine kadar uçmaktır. Böylece ikisi de babalarını onurlandıracaklarını düşünmektedir. Hava kuryeciliği bir yandan da askeri bir önem taşımaktadır. Tabi ki ikili posta teşkilatının askeri yönünden başta çok da haberdar değildir. Hava postacılığında adını duyurmak ve nam salmak için düzenli olarak büyük yarışlar da düzenlenmektedir. Yarışlarda başarı sağlayanlara önemli görevler verilmektedir.

Yine böyle bir yarışa hazırlanıp görev aldıkları sırada yolda garip olaylarla karşılaşırlar. Görev dönüşündeyken tuhaf yıldız biçimli bir geminin bir başka furgonu vurup düşürdüğünü görürler. Yardım etmek üzere olay yerine ulaştıklarında pilotu ölmek üzereyken bulurlar. Pilot onlardan son dilek olarak taşıdığı kargoyu yanlarına almalarını ve görevi onun yerine yapmalarını ister. Çaresiz kabul ederler. Kargo küçük bir kız çocuğudur ve gitmesi gereken yer Sylvana adında bir gemidir. İşte hikayeleri böyle başlar.

Claus çok iyi bir pilottur. Lavie onun hem rotacısı hem de makanik ustasıdır her türlü tamirattan anlar ve çok zekidir. Minik kız Alvis ise Exile için önemli bir anahtardır ve Hamilton ailesinin kızıdır. Bu animede en sevdiğim karakterden biri sanırım Alex olabilir kendisi Sylvana gemisinin kaptanı ve cesur bir adamdır. Diğeri ise Dio.Hakkında açıklama yapmasam daha iyi ama beni hem güldüren hem üzen bir karakter oldu. Ayrıca Tatiana da müthiş bir karakter.

Olayların geçtiği gezegen endüstriyel devrimden sonra her şeyin ters gittiği ve kaynakların nerdeyse tükendiği, bu nedenle de insanların kafayı yediği kurgusal Prestel adlı gezegendir. Claus ve Lavie'nin içine düştüğü olay da aslında birbirine düşen toplumların arasındaki savaşın en önemli meselesi halindedir. Kaynak yetersizliği o kadar kötü boyuttadır ki insanlar suyu bile sınıflara ayırmıştır ve Lavie bir görev sırasında zengin ailelerden birinin bahçesindeki havuzda akan 1. sınıf suyu görünce altın bulmuş gibi sevinmiştir. Ailelerin birbirine üstünlükleri ve sınıflar arasındaki çatışmalar kısacık bölümler arasında çok iyi aktarılmış ve derin bir roman hissiyatı vermekte.

Ailelerden en üstün olanı Delphine adında deli bir kadının yönetiminde ve onun da amacı diğerleri gibi Exile'ı ele geçirmek. Delphine Eraclea ayrıca kraliçedir. Diğer soylular hem birbirlerine düşmüş hem de kraliçeye isyan halindedir. Exile'ı ele geçiren gezegenin tüm kaynaklarını ve potansiyelini elinde tutabilecektir. Ayrıca bu güç öylesine büyüktür ki yaşanılabilir başka gezegenlere ulaşılmasını sağlayabilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, çevre, makineler, savaş ve diğer her şey çok iyi aktarılmış özellikle 2003 yapımı olduğu düşünülürse inanılmaz kaliteli bir yapımdır. 



Elfen Lied

Yazar: Lynn Okamoto (Manga: Haziran 2002 – Kasım 2005)

Yönetmen: Mamoru Kanbe (Anime: Temmuz 2004 - Ekim 2004)

Anime 13 bölüm, Manga 12 cilt(107 bölüm)

Tür: Bilimkurgu, Dram, Aksiyon, Ecchi, Korku, Psikolojik, Romantik, Seinen

İnsan türünün bir üst sınıfı olduğu düşünülen bir tür keşfedildikten sonra bilim dünyasının elinde oyuncak olmuştur. Bilim adamları kurdukları gizli tesiste bu tür üzerinde deneyler yapmakta ve onları kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu tür insanlara Dicloniuslar denilmektedir ve psişik yetenekleri bir nevi görünmez bin tane elleri vardır. normal insanlardan fiziksel olarak tek farkları bir çift boynuzlarının olmasıdır ve bu görünüş nedeniyle kolayca fark edilip avlanmaktadırlar. Psişik yetenekleriyle kullandıkları hayalet ellere vektör denilmektedir. Sıradan bir tanesinin vektörleri 2m mesafeye kadar etki etmektedir bu nedenle üzerlerinde deney yaparken bu mesafeye dikkat edilmektedir. Öldürmeye eğilimli bir tür olduklarından dolayı üzerlerinde deney yapılması ve kötü davranılması onları iyice tehlikeli bir hale getirmiştir. Özellikle çocukken kontrolden çıkmaları büyük olasılıktır ve bilimadamlarının onları tehlikeli virüsler gibi algılayıp ya yok et ya hapset mantığıyla yaklaşmasına yol açmıştır. Bir gün deneylerden kaçmayı başaran Lucy adındaki diclonius kaçarken başına aldığı darbe nedeniyle kişilik bölünmesi yaşar ve Nyuu adında saf bir karaktere dönüşür. Onu kurtaran çocuğun evine yerleşir ve başına ne zaman darbe alsa kişilikleri arasında geçiş yapmaya başlar. Peşinde onu arayan bilim insanları ve onu avlamak için gönderilen başka dicloniuslar ve her şeyden habersiz onu evlerine alan çocuklar arasında ölüm kalım savaşı patlak verir.

Uyarı: Biraz fazla kanlı ve bolca kıyafetsiz sahneler barındıran bi anime +18 denilebilir.