1 Aralık 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 53


Koluna baktı. Koşuşturma sırasında bir pencereden çöp konteynerine atlayıp içindekilerle biraz mücadele ettikten sonra çıkmayı başarmış ve birkaç sokak daha geçip izini kaybettirmişti. Aşağı atlarken kolunu çarpmıştı ve bu sırada da bir şeylere takıldığını hissetmişti ama buna bakmaya ayıracak vakti olmamıştı. Şimdi kolu hareketsiz şekilde yanından sarkıyordu. Yağ dokusu azalmış cildinin açık bırakılan bir noktasından altındaki devreler görünüyor aynı yerden dışarıya ip kadar ince bir kablo sarkıyordu. Başka bir hasar yok gibiydi yine de biraz ilyo kaybetmiş olabilirdi. İlyo, organik metalleri besleyen yeni bir yağ çeşidiydi. Organik metaller de son yüz yılın icadıydı ve tıpkı canlı hücreler gibi çalışıyorlardı. Kablo ve devreler çok ince olduğu için tek başına yerine takması imkansızdı. Bunun için Furara'ya gitmesi gerekiyordu. O bu işlerin ustasıydı.

Saklandığı köşeden etrafı kolaçan etti. Peşindekileri sahiden atlatmış gibi görünüyordu. Uzun kuleler halindeki binaların arasında çok az görünebilen havanın kahverengi ve kızıl görüntüsünden güneşin batmak üzere olduğu belliydi. Artık gökyüzü gündüzleri sarı ve bazen de turuncu olurdu çünkü hava kalitesi berbat durumdaydı. Geceleri ise ay soluk bir turuncu olurdu bazense görmek zorlaşırdı ve yıldızların pek çoğu hiç görünmez olmuştu. Söylentilere göre kuzeyde bir yerde gökyüzünün maviye yakın olduğu bir yer vardı ama buna kimse inanmıyordu. Şehirlerde artık binalar en az yüz elli kattan oluşuyordu ve sokaklar o kadar dardı ki bir parça gökyüzü görmek bazen gerçekten mucizeydi. Hatta bazı sokaklara günün belli saatinden başka gün ışığı giremezdi. Binaların tümünün dışı yeni keşfedilen bir madenden oluşuyordu. Bu maden sayesinde binanın kendisi sanki bir aküymüş gibi gün ışığından elektrik depolayabiliyor ayrıca dış yüzeylerde duran asansörler mıknatıs etkisiyle sağa sola aşağı ve yukarı istenen yönde hareket edebiliyordu. Konutlar için artık elektrik üretmeye gerek kalmamıştı. Bununla birlikte Şehirlerde her yeri devasa kablolar elektrot benzeri yapılar jeneratörler ve dev bir robotun üzerinde yaşadıklarını hissettirecek türden başka şeyler sarmıştı. Bu devreler binalardan çıkıp yolu da kaplıyordu. Arabalar da tıpkı asansörler gibi havada kayarak ilerliyor ve manyetik alanları sayesinde bir şeye çarpmıyorlardı. Robot teknolojisi de bir zamanlar imkansız gibi görünenden daha gelişmiş durumdaydı. Hatta bakanlar, diplomatlar ve güvenlik güçleri arasında bile robotlar vardı. Artık onlar hayatın bir parçasıydı. Haklarını koruyan dernekleri ve sosyal örgütleri bile vardı. Yeni olan başka bir şey vardı ki o da biyonik insanlardı. Kendisi de tıpkı bu kablolar ve elektrot yığınlarıyla dolu şehir gibiydi. Vücudunun bazı parçaları robotlaştırılmıştı. İnsan ömrü bu şekilde uzatılıyordu. Fakat bazıları bunu lanetlemişti. Doğaya aykırı her şey gibi bu da şeytani bir durum olarak görülebiliyordu. Yine de kimse değişimin önünde duramıyordu.

Sokağı baştan başa hava kaykayı ile geçen bir grup çocuğun gitmesini bekledi. Ardından kimsenin görmediğinden emin olunca rögar kapağını kaldırdı ve kanalizasyona sızdı. Bu zamanda hayatta kalmak için kimsenin bilmediği yolları bilmek, lazım olabilecek bütün kaçış noktalarını ezberlemek gerekiyordu. Bu da onlardan biriydi. Kanalizasyonun içinde artık pek fazla kimsenin bilmediği gizli geçitlerden ilerledi. En sonunda yolu kapatan yuvarlak ve ağır bir metal kapıya ulaştı. Yan tarafta bir tuşa basıp bekledi. İçeride bir zil çalmış olmalıydı ama ses bu yana geçmiyordu. Birkaç saniye sonra metal yığının içinden bazı tıkırtılar ve sürtünme sesleri duyuldu. Ardından kapı yavaşça açıldı.

Diğer tarafta baraj manzaralı geniş bir oda bulunuyordu. Aslında burası yağmur suyunun eskiden baraja döküldüğü yerdi ama artık su başka yere yönlendirildiği için kullanım dışıydı ve Furara burayı gizli bir sığınağa çevirmişti. Barajı gören açıklık boydan boya dayanıklı cam ile kapatılmıştı. Köşede istenildiği zaman hava almak için kapanıp açılabilen bir balkon tasarlanmıştı. Furara bu tür şeylerden çok iyi anlar ve neyi nerede bulabileceğini ve nasıl elde edeceğini bilirdi. Odaya başka iki kapı daha açılıyordu onların gerisinde atölye olarak kullandığı alanlar vardı. Köşede bir sürü devreye ve güç kaynağına bağlı bilgisayarlar ve ekranlar yığını duruyordu. Bir başka köşede mini bir mutfak vardı. Duvarlardaki raflarda her türden eşya ve robotik malzeme sıralanmıştı. Odanın ortasında tavandaki ısıtıcının ışığında serilip rahatlamış bir Collie duruyordu fakat zilin çaldığı andan itibaren kapıya odaklanmıştı. İçeri girenin tanıdık olduğunu görünce kuyruğunu hızla yere vurmaya başlamış dilini sarkıtmış ve heyecanlanmıştı. Adını duymayı bekliyordu ve "Sushi!" demeye kalmadan daha ilk iki harfi işitince yerinden fırlayıp onun üzerine atıldı. "Üzgünüm evlat bu kez yanımda sana göre bir şey getiremedim."

Furara o içeriye girince kapıyı yeniden kapatmıştı. Onun hareketsiz sarkan kolunu ve sızıp duran ilyoyu fark etmesi uzun sürmedi. Doğruca raflardan birine gidip geniş bir kutuyu karıştırdı ve içinden cımbıza benzeyen tuhaf bir iki alet aldı. Başka bir köşede de bir teneke ilyo duruyordu. Onu da alıp hepsini kanepenin arkasındaki bir masaya bıraktı ve oturmasını işaret etti. Bu sırada "Şu kapıdan içeri ne zaman elinde bir pizzayla geleceğini ve sadece havatopu izleyeceğimizi merak ediyorum Reen. Daima başın belada ve sanatımı mahvetmekte üstüne yok. Biraz daha dikkatli ol artık kendini incitmene katlanamıyorum." diye söylendi.

Reen bir sandalye çekip otururken sevgilisine kısa bir öpücük verdi. "Havatopu gibi sporlardan ne anladığını anlamıyorum ve bunu sevmediğimi biliyorsun. Bir topun peşinde onlarca adam uçup duruyor. Ne manasız bir olay. Ayrıca bugün olanlar benim hatam değildi. Birkaç nadide parça için çıkmıştım biliyorsun fakat satmaya gelen adam aslında kaçakçıymış. Olaya federaller dahil olunca ellerinden kaçmak biraz zor oldu. Neyse ki bir çöp konteynerine atlayıp binadan kaçmayı başardım." diye yanıtlayıp Furara'nın şok mu olsam yoksa dehşete kapılıp öfkelensem mi arasında kalan bakışlarını yumuşatmak için ekledi "Ayrıca benim için endişelenmen çok tatlı." Bunu söylerken gülümseyip karşısındaki adamın yanağını hareket ettirebildiği tek eliyle çekiştirerek tek taraflı yamuk bir gülümseme oluşturmasını sağladı. Furara daha dikkatli olacağına söz vermesini isterken biraz daha söylendi ve bir yandan da hasarlı kolu ameliyat etmeye başladı. Masada duran bir lambanın ışığını devreleri daha iyi görebilmek için koluna doğru eğmişlerdi. Furara bir gözüne büyüteçli gözlük takmış ve yüzünü garip bir açıyla aydınlatan soluk beyaz ışık ile üzerindeki tamirat önlüğüyle deli bir doktora benzemişti. Reen onun alnına düşen bir iki saçı parmağıyla kenara çekerken her zaman onunla uğraşırken yaptığı gibi muzipçe gülümsüyordu. Furara "Dikkatimi dağıtırsan bu kolu toparlayamayız." diyince Reen teslim olur gibi elini havaya kaldırdı. Sushi ağzında oyuncak ayı ve sallanıp duran kuyruğu ile oyun oynamak için hazırda beklerken ikisini seyrediyordu.

Biraz uğraştıktan sonra kabloyu yerine takmayı başardı. Ardından bir veri kablosunu başka bir devreye bağlayıp diğer ucunu elindeki tablete taktı ve arıza tespit programını çalıştırdı. Yüzde 80 ilyo kaybı dışında her şey iyi görünüyordu. İlyo oldukça pahalı bir malzemeydi bu nedenle gerçekten de daha dikkatli olmalıydı. Gerekli incelemeler bitince veri kablosunu çıkartıp bir serum tüpüne ayarladığı ilyoyu kateterle mekanik kola bağladı. Sonra da parmak ve eklemlerdeki fonksiyonların tam olup olmadığını kontrol etti. Reen öksürmeye başladığında Furara onun geldikten sonra çıkarttığı maskeye baktı. Masanın üzerinde yüzü kaplayan ince bir kumaşa benzeyen maske aslında nano malzemeden yapılmıştı ve bozulan atmosferi filtreleyerek solunabilir hale getiriyordu. Fakat bir yerinde yırtık meydana gelmişti. Reen çok geçmeden nefes almakta iyice zorlandı. Furara derhal gidip rafları karıştırdı. Her zaman ellerinde acil durum için gerekli olan malzemeler bulunurdu. Soğutuculu bir kutudan bir şırınga alıp geri geldiğinde Reen bir çeşit kriz geçiriyor ve nefes almıyordu. Furara onu sabit tutmaya çalışarak şırıngayı üst koldaki kasın içine enjekte etti ve sarılıp sabit tutarken "Geçecek sakin ol. Sakin ol hepsi geçti." diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı. Sushi de bir yandan sızlanıp ağlıyordu. Reen'in nefesi düzene girerken bedeni yaşadığı şeyin etkisiyle yorgun düşmüştü. Bu yüzden daha fazla uyanık kalamayıp kendinden geçti.

Son.

Herkese yeni bir Kelime Oyunundan selamlar. Bu hafta deep işleri nedeniyle yoğun olduğu için haftanın kelimelerini ben veriyorum. Umarım hikayeyi sevmişsinizdir. Devam edip etmeyeceğimi düşünmedim ama yazarken gittikçe sevdim bu hikayeyi. Sizin hikayeleri okumaya da geleceğim inşallah fakat hem gribim devam ediyor hem de dedem ve anneannem covid olduğu için moralim iyi değil. Aklım onlarda. Yorumlarınızı da geciktiriyorum ama döneceğim.

İşte haftanın kelimeleri: Atmosfer, Turuncu, Yıldız, Hareket, Dikkat

29 Kasım 2021 Pazartesi

Ağaç Ev Sohbetleri 119

 


Herkese yeni bir Ağaç Ev güncesinden selamlaar :) Uzun zamandır sohbetlerden yazmamıştım geçenlerde konu önerisinde bulununca ve deep de bu hafta yoğun olunca sen yaz dedi. Umarım konuyu sever ve heyecanlı şekilde tartışma ve incelemelerde bulunuruz hepberaber :) Bu arada yaklaşık bir buçuk haftadır grip olduğum için yorumları bekletmekteyim ve film dizi yazımı da yetiştiremedim ve ziyaretlerimi de aksattım bunun için üzgünüm ama iyileşip geri döneceğim. Çarşamba günü Kelime Oyunu da bende bu nedenle yorumlarınızı yayınlayacağım ama yanıtlamam biraz zaman alacak şimdiden afedersiniz.

Geçen haftalarda sanat konusu üzerine düşünmüştük. Sanat ne için diye tartışmıştık. Ben yazı yazamadım yoğunluktan fakat yorumda düşüncemi belirtmiştim. Bence sanat insanın kendisi içindir diye. Bir eser üretirken mühim olan içindeki duyguyu açığa çıkartmaktır. Fakat sanat sanat için mi toplum için mi düşüncesinden önce ben sanatçının kendisi için ürettiğini düşünüyorum demiştim. Dışarıdan gelecek bakışlar da psikolojik olarak bilinçaltına etki edecektir az ya da çok şekilde ki bu bakışlar belki sadece kendisinin de olabilir. Bir kere insan neden sanat eseri üretme ihtiyacı duyar bu soruyu önemli buluyorum. İnsan yaşantısını ve ruhsal durumunu aktarma ihtiyacındadır her zaman. İster dağa taşa anlatsın, kendine saklasın isterse bir yerlerde topluma sunsun fakat hepsinin temelinde içindekini dışarıya aktarma ihtiyacı olmalı. Bir resim bir heykel üretip bunu sadece evimizin içinde kimseye göstermeden tutuyorsak bile yine de bir duyguyu elimizdeki malzemeye aktarmış oluyoruz ve kendimiz için yine onu eleştiririz yargılarız ve beğeniriz bu durumda başkası görmese ve eleştirmese bile o görevi kendimiz yerine getiririz. Kimse görsün veya görmesin sanatçının kaygısı anlaşılmaktır duygularını ifade etmektir ve bunun için icra ettiği sanatın mevcut üsluplarını en iyi şekilde bilip bunu kendi stilini yaratmak için kullanır. Sonuç olarak da doğurduğu eserin önce kendinin beğenmesi ve sonra diğerleri üzerinde bir etki bırakması yine sanatçıyı tatmin edecektir diye düşünüyorum. Yani sanatçı eserlerini önce kendisi için üretir diye düşünüyorum daha sonra başka kaygılar devreye girer belki para kazanmak da artı bir getirisi olur demiştim.

Yani sanatı ne için icra ederiz diye düşününce fikrim bu yönde fakat işin bir de diğer tarafı var ki bu da bugünkü konumuzu oluşturuyor. Başka birinin ürettiği bir sanat eserini veya onun kopyasını neden alırız? Ona sahip olmaktaki amacımız nedir? Bu hafta bunu tartışalım ve düşünelim. Ünlü bir ressamın tablosunu neden alırız? Hatta orijinaline paramız yetmediğinde kopyasını bile neden alırız? Hatta teknoloji o kadar gelişti ki kopyaya bile ihtiyaç duymadan eserlerin görüntülerine sahip olabiliriz.

Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız gördüklerimizi yani nesneleri görme biçimimizi etkiler. Böylece görülen şey herkes için aynı olmaktan çıkar. Konuyla bağımsız gibi dursa da John Berger'in reklamlar hakkında söyledikleri bence çok yerinde tespitler. Modern toplumun tarihte hiç olmadığı kadar reklama maruz kaldığını göz önünde bulundurmamız gerekli. Reklamlarda hep gelecekten bahsedilir ve iyi bir hayat vaat edilir. Her zaman bir şeyler almamız veya yapmamız gerektiği ve aldıkça da rahat edeceğimiz mesajı verilir. Aldıkça fakirleşiriz ama yine de almaya devam ederiz çünkü verilen mesajda o şeyi alan veya yapan kişiler kıskanılacak durumdadır ve nesne herkesin sahip olmak isteyeceği bir cazibeye sahiptir. Yani reklamlar bize bunu söyler. O nesnenin vereceği konfora veya başka bir şeye aslında ihtiyacımız olmasa bile öyleymiş gibi hissettiriliriz. Alıcının o nesneye erişince ulaşacağı durumunu yani gelecekteki kendisini kıskanması beklenir. Ve alıcı o nesneye sahip olunca da kendini beğenme duygusu ve yapay bir mutluluk geliştirir.

Reklamlar böylece araçlarla amaçları bir araya getirip alıcının ilgisini çeker. Doğanın romantik bir biçimde kullanılışı, Akdeniz'in sıcak özlem uyandıran çekiciliği, modellerle mitolojik karakterlerin hareketlerinde benzerlik yaratılması, bir nesneye sahip olmanın başarı ile eşit gösterilmesi gibi sıralanabilir örnekler.

Reklam konusu da ayrı bir başlık altında daha sonra konuşulabilir elbette. Bundan bahsetmemin sebebi yaratılan algıların nesneleri görme biçimimizi nasıl etkilediğine bir örnek vermekti. Çocukluğumuzun ilk yıllarından itibaren her zaman çevreye karşı duyarlıyızdır ve algı süzgecimizden geçen şeylerin sadece çok küçük bir kısmından haberimiz vardır. İnsan doğasında sosyal olmak, iletişim kurmak, sevilme, istenme, değer görme ve başarılı olma gibi temel duygular çok güçlüdür. Bu nedenle büyürken içimizde kendimize karşı bir ayna yaratırız. Herkes hemen hemen her zaman içinde kendi imgesini taşır. Bir yerde yemek yerken, bir yerde ağlarken, sokakta yürürken, dans ederken yani her anımızda bu imgemiz bize eşlik eder ve ona bakarız. Bunu hiç fark etmeyebiliriz. Ama gülümserken bile kendimizi dışarıdan görürüz o imgeye bakarız ve bu çok çok kısa sürer. O kadar kısa bir işlemdir ki anlamayız bile böyle olduğunu. Böylece içimizde dışarıyı gözleyen ve gözlenen iki ayrı öğe halinde yaşarız. Bir şeyleri görme veya algılama süreci anlık ve doğaldır.

Bir sanat eseri düşünün. Örneğin Leonardo'ya ait olsun. Geçmişte üretilen bu eserler genellikle ait olması istenen yere yönelik yapılırdı. Örneğin bir mihrap için, veya saray için olsun. Bu eserlere o dönemde olduğu yerde baktığınızda onu olduğu yerden bağımsız şekilde göremezdiniz. O bulunduğu yapıyla beraber onunla yaşardı. Duvarlara ve esere baktığınızda bir yaşanmışlık ve belki de etrafında bulunan diğer eserlerle beraber birbirine ait ve karmaşık bir hikayesi olduğunu, bir ruha sahip olduklarını görürdünüz. Şimdi bu eserler bulundukları yerden alınıp müzelere konulduğunda taşıdığı mesaj veya anlamın sadece bir kısmını görebildiğimizi söylemek yanlış olmaz çünkü artık ait olduğu yapı içerisinde değil bir müzenin loş ışığı altında dümdüz bir duvara asılmış şekilde görebiliyoruz. Hatta kopyacılık sayesinde ve fotoğraf ve videolar sayesinde artık bunları bambaşka yerlerde ve zamanlarda istediğimiz kadar görmek mümkün. Leonardo'ya ait bir eserin kendisi veya kopyası salonunuzda yemek masanızın olduğu yerde etrafında sizin başka biblo veya süslerinizle beraber duruyor olsa orijinal taşıdığı anlam veya mesajın tümünü aktardığını veya hissettirdiğini iddia etmek yanlış olabilir. Peki ama biz onu neden alırız veya müzeler onlarca para harcayıp bu eserlere veya kopyalarına neden başka müzelerden önce sahip olmak ister bu resmi muhafaza etmek ve göstermek neden bu kadar önemlidir? Elbette taşıdığı anlam veya verdiği mesaj nedeniyle değil diyemeyiz ama tüm sebep bu değil. Sanatçının o eseri yapmaya başladığında taşıdığı anlam ve orijinal fikir ile bizim o eseri veya kopyasını evimize koyduğumuzda taşıdığı anlam ve fikir arasındaki fark nedir?

Berger'e göre kopyalar kendimize ait sanat tecrübesini diğer tecrübelerimiz ile bağdaştırmamıza yardımcı olurlar. Onun hazırladığı belgeseli izlemenizi tavsiye edebilirim bu arada. Yazıyı fazla da uzatmadan artık bitirmek istiyorum o nedenle açıp durduğum soru öbeğine kısaca kendi yanıtımı ekleyip bitireyim. Bir esere sahip olurken o esere ait bilgiye ve sanatsal görüşe sahip olduğumuzu hissetmek isteriz. Böylece o eserin orijinaline, kopyasına veya görüntüsüne sahip olmak bir çeşit gurur hissi yaratır. Duvarlarımıza astığımız veya vitrinimize koyduğumuz, belki de telefonumuza duvar kağıdı yaptığımız sergilediğimiz sanat eserinin kendisi veya görüntüsü bilinçaltımızda eserin kendine ait güçlü anlamına, taşıdığı bilgiye sahip olma duygusu verirken öte yandan da başkalarına ben bu fikre bu beğeniye ve kültüre sahibim demesi için bir araç olur. Örneğin ünlü bir ressamın bir yemek masasını resmettiği tabloda yemek ve zengin sofra ana karakterdir. Yemek bir zevktir. Fakat bu tablo yenilemez. Bu başka bir şeyin göstergesidir ilk olarak sanatçının becerisi ve verdiği mesaj ikincisi ise onu satın alanın maddi gücü ile sahip olduğu beğeni, kültür seviyesi ve sanat zevkine sahip olduğu düşüncesidir. İster bir doğa resmi ister bir nü veya coşkulu bir savaşı temsil eden bir eser olsun ona sahip olmayı istememiz işte bu tür duygularla beraber karmaşık ve farkında olmadığımız sebeplerdendir. Herkes tarafından değer gören bir nesneye sahip olmuş oluruz ve o kültüre o bilgiye ait hissederiz. Çocukken odamızın duvarlarına astığımız posterler bile sahip olduğumuz zevki yansıtmak, belki de o kültüre veya bilgiye sahip olduğunu hissetmek ve aynı beğenilere sahip olan başkalarıyla bağ kurmak o topluluğa ait olmak, o zevke sahip olduğun için bir çeşit gururlanma ile açıklanabilir.

Gribin ve ilaçların etkisiyle biraz karmaşık anlatmış olabilirim düşüncelerimi ama açtığım sorulara vereceğiniz yanıtları ve fikirlerinizi merakla bekliyorum. Umarım haftanın konusunu seversiniz :)

8 Kasım 2021 Pazartesi

Blogları Canlandırma Projesi - Ekim


Herkese yeni bir BCP günlüğünden selamlaar :) Bu aralar hiçbir şeye vakit bulamadığım için arada bir bloğun yolunu unutmamak adına bu etkinlik kurtarıcı gibi oldu :) Kelime oyunu yazmayı da özledim ama şimdilik biraz daha çok ders çalışmalıyım. Boş durmaktan bunaldığım için yüksek lisansa hazırlanırken bir yandan da ikinci üniversite şeyinden faydalandım ve çocuk gelişimi lisans programına yazıldım. Latince isimlerle başım belada olabilir neyse ki bazı şeyleri Antik Toplum Tarihi ve Helence derslerinden çıkarabiliyorum. Mesela "Vestibulum oris: Diş dizisi (dental ark) ile dudaklar ya da yanaklar arasındaki bölüm" olarak anatomide tanımlanırken biz bu terimi arkeolojide "eve giriş bölümü, ön oda, bekleme salonu veya antre" yani mimari bir terim olarak öğrenmiştik. Bir diğer örnek olarak Atrium anatomide kalbin sağ ve solda kulakçık olarak tanımlanan giriş odaları iken arkeolojide mimari olarak genelde yağmur sularının içerideki bir havuza dökülmesini sağlayan içe eğimli ve tavan penceresine sahip bir çatısıyla giriş kapısından hemen sonra gelen bir lobi olarak tanımlanır. Amacı ışık ve boşluk hissini vermesi ve yağmur sularını toplamaktır. Yani Avmlerin girişi de aslında modern atriumlardır.

Konu dağıtmakta üstüme yok çünkü bir şeyi düşünürken başka şeyleri araştırmak veya düşünmek gibi garip bi huyum var. Resimleri büyüterek detaylara bakabilirsiniz böyle şeyler hoşuma gittiği için sizinle de paylaşmak istedim :) Konumuza dönersek bu ayki bcp teması distopya, ütopya ve bilimkurgu idi. Umarım seçimlerimi seversiniz :)

Last Exile

Yönetmen: Koichi Chigira

Yapımcı: Gonzo, Victor Entertainment

Japonya / 2003

26 bölüm her biri 24dk

Bilimkurgu, Aksiyon

Claus Valca ve Lavie Head çok yakın dostlar olan ailelerinin vefatından sonra beraber yaşayan ve babalarından onlara kalan Furgon ile hava postacılığı yapan iki yakın arkadaştır. Arkadaştan öte artık aile olmuşlardır. Tek hayalleri babalarının da hava kuryeciliği yaparlarken ölümlerine sebep olan Büyük Akıntı'nın üzerine kadar uçmaktır. Böylece ikisi de babalarını onurlandıracaklarını düşünmektedir. Hava kuryeciliği bir yandan da askeri bir önem taşımaktadır. Tabi ki ikili posta teşkilatının askeri yönünden başta çok da haberdar değildir. Hava postacılığında adını duyurmak ve nam salmak için düzenli olarak büyük yarışlar da düzenlenmektedir. Yarışlarda başarı sağlayanlara önemli görevler verilmektedir.

Yine böyle bir yarışa hazırlanıp görev aldıkları sırada yolda garip olaylarla karşılaşırlar. Görev dönüşündeyken tuhaf yıldız biçimli bir geminin bir başka furgonu vurup düşürdüğünü görürler. Yardım etmek üzere olay yerine ulaştıklarında pilotu ölmek üzereyken bulurlar. Pilot onlardan son dilek olarak taşıdığı kargoyu yanlarına almalarını ve görevi onun yerine yapmalarını ister. Çaresiz kabul ederler. Kargo küçük bir kız çocuğudur ve gitmesi gereken yer Sylvana adında bir gemidir. İşte hikayeleri böyle başlar.

Claus çok iyi bir pilottur. Lavie onun hem rotacısı hem de makanik ustasıdır her türlü tamirattan anlar ve çok zekidir. Minik kız Alvis ise Exile için önemli bir anahtardır ve Hamilton ailesinin kızıdır. Bu animede en sevdiğim karakterden biri sanırım Alex olabilir kendisi Sylvana gemisinin kaptanı ve cesur bir adamdır. Diğeri ise Dio.Hakkında açıklama yapmasam daha iyi ama beni hem güldüren hem üzen bir karakter oldu. Ayrıca Tatiana da müthiş bir karakter.

Olayların geçtiği gezegen endüstriyel devrimden sonra her şeyin ters gittiği ve kaynakların nerdeyse tükendiği, bu nedenle de insanların kafayı yediği kurgusal Prestel adlı gezegendir. Claus ve Lavie'nin içine düştüğü olay da aslında birbirine düşen toplumların arasındaki savaşın en önemli meselesi halindedir. Kaynak yetersizliği o kadar kötü boyuttadır ki insanlar suyu bile sınıflara ayırmıştır ve Lavie bir görev sırasında zengin ailelerden birinin bahçesindeki havuzda akan 1. sınıf suyu görünce altın bulmuş gibi sevinmiştir. Ailelerin birbirine üstünlükleri ve sınıflar arasındaki çatışmalar kısacık bölümler arasında çok iyi aktarılmış ve derin bir roman hissiyatı vermekte.

Ailelerden en üstün olanı Delphine adında deli bir kadının yönetiminde ve onun da amacı diğerleri gibi Exile'ı ele geçirmek. Delphine Eraclea ayrıca kraliçedir. Diğer soylular hem birbirlerine düşmüş hem de kraliçeye isyan halindedir. Exile'ı ele geçiren gezegenin tüm kaynaklarını ve potansiyelini elinde tutabilecektir. Ayrıca bu güç öylesine büyüktür ki yaşanılabilir başka gezegenlere ulaşılmasını sağlayabilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, çevre, makineler, savaş ve diğer her şey çok iyi aktarılmış özellikle 2003 yapımı olduğu düşünülürse inanılmaz kaliteli bir yapımdır. 



Elfen Lied

Yazar: Lynn Okamoto (Manga: Haziran 2002 – Kasım 2005)

Yönetmen: Mamoru Kanbe (Anime: Temmuz 2004 - Ekim 2004)

Anime 13 bölüm, Manga 12 cilt(107 bölüm)

Tür: Bilimkurgu, Dram, Aksiyon, Ecchi, Korku, Psikolojik, Romantik, Seinen

İnsan türünün bir üst sınıfı olduğu düşünülen bir tür keşfedildikten sonra bilim dünyasının elinde oyuncak olmuştur. Bilim adamları kurdukları gizli tesiste bu tür üzerinde deneyler yapmakta ve onları kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu tür insanlara Dicloniuslar denilmektedir ve psişik yetenekleri bir nevi görünmez bin tane elleri vardır. normal insanlardan fiziksel olarak tek farkları bir çift boynuzlarının olmasıdır ve bu görünüş nedeniyle kolayca fark edilip avlanmaktadırlar. Psişik yetenekleriyle kullandıkları hayalet ellere vektör denilmektedir. Sıradan bir tanesinin vektörleri 2m mesafeye kadar etki etmektedir bu nedenle üzerlerinde deney yaparken bu mesafeye dikkat edilmektedir. Öldürmeye eğilimli bir tür olduklarından dolayı üzerlerinde deney yapılması ve kötü davranılması onları iyice tehlikeli bir hale getirmiştir. Özellikle çocukken kontrolden çıkmaları büyük olasılıktır ve bilimadamlarının onları tehlikeli virüsler gibi algılayıp ya yok et ya hapset mantığıyla yaklaşmasına yol açmıştır. Bir gün deneylerden kaçmayı başaran Lucy adındaki diclonius kaçarken başına aldığı darbe nedeniyle kişilik bölünmesi yaşar ve Nyuu adında saf bir karaktere dönüşür. Onu kurtaran çocuğun evine yerleşir ve başına ne zaman darbe alsa kişilikleri arasında geçiş yapmaya başlar. Peşinde onu arayan bilim insanları ve onu avlamak için gönderilen başka dicloniuslar ve her şeyden habersiz onu evlerine alan çocuklar arasında ölüm kalım savaşı patlak verir.

Uyarı: Biraz fazla kanlı ve bolca kıyafetsiz sahneler barındıran bi anime +18 denilebilir.


11 Ekim 2021 Pazartesi

Blogları Canlandırma Projesi - Eylül


Herkese yeni ve epey gecikmiş bir bcp yazısından selamlar :) Bu ay hiç kendimde değildim o yüzden bloğu takip edemedim, yorumları cevaplayamadım ve yazılarınıza gelemedim. Kişisel olarak zor durumlar yaşıyorum ve bir yandan da sınavlara hazırlanıyorum ve hepsi de çok yorucu geçiyor. Pozitif kişiliğimin depresif ve kaygı bozukluğu yaşayan bir yana arada sırada kaydığını hisseder oldum ve bu yabancı hisler hiç bana göre değil. Kendimi Saouron'un gözünün karanlık şerrinden uzak tutmaya çalışıyorum. Elbette geçici şeyler. Geçecek. Bu arada fırsat bulmuşken geciken yazımı yazıp sizlere uğrayabildiğim kadar uğramak istedim. Kış yaklaşıyor, kendinize mümkün olduğu kadar güneş depolayın. Bol sevgi ve enerji.. Bakalım Eylül için neler izlemişim. Konumuz en sevdiğim temalardan "Polisiye" idi. Ekim ayı da yakında yazılacak, bu sefer sonraki aya atmamayı planlıyorum :)

The Beast Must Die

Yönetmen / Senarist: Dome Karukoski, Gaby Chiappe

Yazar: Cecil Day-Lewis

İngiltere / 2021

Tür: Dram, Gerilim, Polisiye

1 Sezon 5 Bölüm


Gri ve soğuk bir havada yüksek bir falezin yakınında kurulu bir evde gerilim dolu atmosfere bir de dalgalar ve rüzgar eşlik ederken her an bir şey olacakmış hissi hakim. Aynı isimli bir romandan uyarlanan dizide bir annenin intikamı konu ediliyor. Dedektif romanları yazan Frances Cairnes oğlunun şüpheli ölümünün yeterince iyi araştırılmadığı ve katilin gizlendiği düşüncesiyle kendi araştırmasını yapmaya ve intikam almaya karar verir. Kazanın detaylarını takip ederek sonunda birkaç ipucuyla şüphelilerine yaklaşmaya başlar. En sonunda onlarla arkadaş olup evlerine kadar ulaşır ve kendini bir süreliğine eve davet ettirmeyi başarır. Bir süre katilin kim olduğundan tam emin olamasa da Rattery ailesinden birisi olduğu kesindir. Bakalım asıl katil kim ve intikamını nasıl alacaktır.

Bu arada cinayetten şüphelenen ve rolünü pek zayıf bulduğum yakışıklı polis bey de olayı başka bir koldan araştırmaktadır. Klasikleşen şekilde polis beyin psikolojik kişisel sorunlar yumağı vardır ve sürekli kabuslar görür kendine bile hayrı yoktur yani. Yine de en sonunda kadının neyin peşinde olduğunu anlayıp ona yardım etmeyi kafasına koyar ve dizi boyunca umarız bunu başarır. Kısacık bir diziydi. Bazen yavaş ilerliyor gibi ama kadının olayı nasıl çözüp kendini de nasıl kurtaracağı merakla izleniyor. Yakışıklı polis karakterlerin psikolojik sorunlar yaşarken mesleğini yapmaya çalışması konusu artık dizilerde sıkıcı olmaya başladı ama neyse ki ana konu o değildi.

Bu arada kitabın daha önce çekilmiş iki de film uyarlaması varmış ama onları izlemedim.

The Pact

Yönetmen, Senarist: Rebecca Johnson & Eric Styles, Pete McTighe

İngiltere / 2021

Tür: Gerilim, Suç, Polisiye, Dram

1 Sezon 6 Bölüm


Köklü bir bira firmasının fabrikasında çalışan dört arkadaş Anna, Nancy, Cat ve Louie patronları yüzünden zor zamanlar yaşamaktadır. Çalışanlarına sürekli eziyet eden ve bağımlı patron Jack için başta küçük ama sonu felaketle biten bir şaka düşünürler. Onu yüzüncü yıl partisinde sarhoş haldeyken yakalyıp arabanın bagajına atarlar ve muazzam bir ormanın ortasında yarı çıplak halde devrilmiş bir ağaç kütüğüne bağlayıp öylece terk ederler. Bu arada durumu fotoğraflayıp belki de sonradan şantaj yapmayı düşünürler. Bunun sonucunda biraz korkup hayat dersi almasını beklemektedirler. Fakat içlerinden ikisi vicdan yapıp onu kontrol etmek için geri döndüğünde şok edici bir durumla karşı karşıya kalır. Jack oradan ayrıldıkları kısacık zaman aralığında ölmüştür. Derhal diğerlerini arayıp geri çağırırlar ve ne yapacaklarına karar vermeye çalışırlar. Suçlu içlerinden biri mi değil mi belli değildir. Oraya giderken onları gören biri olup olmadığı belli değildir. Ailelerine bile durumu anlatamaz ve ne yapacaklarını şaşırırlar. Gerçekler yavaşça gün yüzüne çıkarken şaşırtıcı şeyler öğreniriz.

The Chestnut Man

Yönetmen:  Kasper Barfoed & Mikkel Serup

Yazar: Soren Sveistrup

Danimarka / 2021

Tür: Suç, Gerilim, Polisiye

1 Sezon 6 Bölüm

Nordik Noir olarak bilinen türün son örneği. Soğuk, yağışlı, tekinsiz ve buz gibi karanlık bir atmosferde gerilimli bir kurgu. Søren Sveistrup'un romanından uyarlanan dizide Danica Curcic "The Mist" ve Mikkel Boe Følsgaard "The Rain" başrollerde. Yazar aynı zamanda The Killing'in yazarı.

Şehirdeki suç oranının arttığı günlerde buz gibi bir sabahta ormanlık bir alanda tek eli kesilmiş ve üzerine bir kestane adam figürü bırakılmış bir kadın cesedi bulunur. Polis olayı araştırırken yıllar öncesinde işlenmiş bir cinayetle bağlantısını keşfeder ve bu sırada peş peşe başka olaylar yaşanır. Kışa yaklaşan mevsimde karanlık ve soğuk atmosferin yanında yavaşça ortaya çıkan sırlar katili usulca açığa çıkaracak. Hazır yavaş yavaş kestane mevsimi de geliyorken sıcacık kestaneler yiyerek izlenebilecek bir kuzey polisiyesi. Bu arada dizi güzel başlayıp güzel gidiyor ama finali zayıf bulduğumu söylemeliyim.

İşte bir incelemenin daha sonuna geldik sayın seyirciler. Yarın blog okumaya adayacağım kendimi bugünlük yoruldum. Umarım seçimlerimi seversiniz iyi seyirler :)

7 Eylül 2021 Salı

Blogları Canlandırma Projesi - Ağustos

 


Yılın son demlerine yaklaşmışken ve hava ne olacağını şaşırmış durumdayken, hayat üzerine tatil hevesini alamamış buruk bir yaz kıyafeti giyinmişken ve göçmen kuşlar yine bahar gelir tesellisiyle ötüşürken bcp ağustos takviminden hepinize selam olsun güzel blog komşularım :) Kedim Leo deli divane gibi evin içinde dolaşıp beni de kendini de yorduktan sonra sonunda klavyenin başına geçebildim. Kendisi şuan dolabın tepesinde oturmuş lambaya bakıp duruyor. Lambaya aşık oldu desem yeridir. Göz göze geldiğimizde de miyavlayıp bir şeyler söylüyor, karşılıklı miyavlaşıyoruz sonra o tavana bakmaya devam ederken ben yazmaya devam ediyorum :)

Ağustos ayı "Zafer" temalıydı. İzleyecek çok fazla şey bulunabilirdi. Zafer deyince akla ilk olarak savaş konuları geliyor ama bir yandan da biyografiler de zafer konulu olabilir. Zorluklarla mücadele sonucunda ulaşılan zaferler bazen hem kişisel hem de toplumsal anlamlar taşıyabilir. Fakat çok seçenek olduğu için akla ilk gelen savaş konusundan şaşmadan bir film seçmek ve sinema geçmişimizden bir şeyler izlemek istedim. İkinci olarak da yabancı bir dizi seçtim. Hadi yorumlayalım :)

Şafak Bekçileri

Türkiye / 1963

Yönetmen Senarist: Halit Refiğ

Yapımcı: Göksel Arsoy

Tür: Melodram

120dk

Dönemin şartlarına göre oldukça kaliteli bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca film hakkında bilgileri araştırırken Cüneyt Arkın'ın bir sahnede göründüğünü ve bunun onun ilk kez sahnede yer alışı olduğunu okudum ama ben izlerken hiç fark etmemiştim belki siz fark edersiniz. Tabi o zamanlar ismi Fahrettin Cüreklibatur, daha tanınmıyor. Film Eskişehir'de çekilmiş. Arkın o zamanlar Eskişehir'de asteğmen doktorluk yaparken film ekibinin dikkatini çekmiş ve oyunculuk kariyeri böyle başlamış. Arkın'ın filmde olmadığını söyleyenler de var ama hangisi doğru bilemedim açıkçası. Filmimiz hava kuvvetleri ve pilotlar çerçevesinde bir kahramanlık hikayesi sunuyor. Hava kuvvetleri ile halkı yakınlaştıran kaynaştıran ve havacılığı sevdiren bir film olmuş. Bu filmden sonra hava kuvvetlerine başvuruların 4-5 kat arttığı belirtilmiş. Filmde ayrıca gerçek pilotlar ve hava kuvvetleri mensupları da yan oyuncu olarak görev almışlar.

Filmde kadının toplumdaki yeri, ağalık düzeni, cehalet - aydınlık çatışması, toplumun aydınlatılması gerektiği gerçeği gibi unsurlar da işlenmiş ve toplumsal sorunlara kıyısından köşesinden değinilmiş. Ana kahramanımız pilot Göksel başta uçarı, çapkın bir tip, tabi sonra bir ağanın kızına aşık oluyor. Ağa kızını vermek istemiyor, "evlenecekseniz benim işlerimin başına geçmen gerekir ve pilotluğu bırakırsın" diye şart koşuyor. Göksel işi ve aşkı arasında kalıyor. Ağanın kızı Zeynep de "beni seviyorsan işini bırak" diyerek bencil, şımarık ve anlayışsız bir yaklaşım sergiliyor. Göksel işine de aşık biri olduğu için bocalıyor. Bu arada pilotlar arasında gördüğüm kadarıyla tek kadın pilot da hava kuvvetlerinin meleği, herkesin gözdesi ve Göksel'in de arkadaşı Aydan, kadının toplumdaki yeri ve eşitlik vurgusuyla önemli bir rol alıyor. Pilotlar arasında sevilen ve zekasıyla öne çıkan bir karakter. Bu arada o da Göksel'e aşık. Fakat arkadaşlığını korumak için bu konudan asla bahsetmemiş. Göksel onun duygularının farkında hatta o da bir şeyler hissediyor ama arkadaşlığını bozmamak için bu duygulardan uzak durmuş. Zeynep ile yaşadığı çatışma Aydan ile yakınlaşmasını sağlasa da yine hem arkadaşlığını bozmamak hem de Aydan'ın havacılık için önemine vurgu yapıp bunu senden alamam diye düşünerek tekrar Zeynep'e dönüyor. Son sahnede iki kız da Göksel'in dönüşünü beklerken orada Göksel'in tereddüt edişini görüyoruz. Ve Aydan'a sarılırken "Sen buraya aitsin. Bütün havacıların manevi desteğisin. Burada herkesin sana ihtiyacı var, benim seni onlardan ayırmaya hakkım yok, affet.." demesiyle ve gidişle kafasına terlik atma hissi uyandırmıyor değil :) Tabi yaptığı bu seçim aslında aşık olduğu Aydan'ı özgür bırakarak ve mesleğinde ilerlemesine engel olmayarak bir fedakarlık olarak düşünülebilir. Ama yazık değil mi o kızın kalbine :) Filmi yutup üzerinden izleyebilirsiniz.

Film hakkında yapılan çeşitli incelemeleri de okursanız dönemin toplumsal ve siyasal yapısı ve toplumun aydınlatılması gerektiği konularına yaptığı vurgular açısından önemli bir film olarak değerlendirildiğini görebilirsiniz.

Underground Railroad

ABD / 2021

Yönetmen: Barry Jenkins

Tür: Dram, Tarih, Savaş

1 Sezon 10 bölüm. (Bölümler yaklaşık 60dk)

Colson Whitehead'in ilk Pulitzerli ve aynı isimli romanından uyarlanma tarihi dram dizisi. Kitabı okumadım fakat okuyanlar dizinin kitaba sadık kalarak ilerlediğini söylemişler ve okumadan ve uyarlama olduğunu bilmeden bile dizinin kaliteli bir romandan uyarlandığını hissetmek mümkün. Öyle ki ben de uyarlama olduğunu bilmeden izlerken bazı sahnelerde bu bir roman olsa bu sahne nasıl yazılmış olurdu, bu detayı nasıl aktarmış olurlardı diye diye izledim ki bu da ne kadar başarılı bir uyarlama olduğuna işaret edebilir.

Dizide pek çok karakterin başından geçenlere, geçmişine ve bugününe şahit oluyoruz. Dizinin bölümleri kitap bölümleri gibi düzenlendiği için hikayenin arasında karakter geçişleri ve geriye bakışlar kullanmak yerine her birini bir bölümde anlatmayı seçmişler. Bu da sanki görsel roman okuyor hissi veriyor izlerken. 

Dizi temel olarak Amerikan iç savaş öncesi ve 19. yy ilk yarısında toplum gerçekleri ve baş karakterimiz Cora'nın hikayesi etrafında dönüyor. Bir köle olarak doğan Cora'nın annesi Mabel, kölelerin zorla ilişkiye sokulup köle bebekler yapmalarına zorlayan ve bu bebekleri belli bir yaştan sonra satan bir plantasyonda doğmuştur. Cora henüz bir çocukken annesi Mabel plantasyondan kaçmayı başarmış ve kaçtıktan sonra köle avcısı tarafından bulunamayan tek köle olmuştur. Onun bulunamayışı Cora'nın da şanslı olduğunu ve kaçmayı başarabileceğini düşündürdüğünden aynı yerde köle olan Caesar kendisiyle birlikte Cora'yı da kaçmaya ikna eder. Bu kaçış yeraltı demiryolu ağı sayesinde gerçekleşir. Bu ağ karanlık güneyden özgür kuzeye doğru güvenli evler ve saklanma yerleriyle bağlantılıdır. Burada demiryolu hem gerçek hem de metafordur. Kölelik karşıtı sivil ve dini örgütlerin güneyde köleliğin yasal olduğu yerlerden kuzeyde yasak olduğu yerlere kölelerin kaçması ve özgürleşmesi için verdiği mücadeleler ve kölelerin içinde bulunduğu zulüm, işkence ve karanlık bu yeraltından geçen tren ağının karanlıktan aydınlığa çıkışıyla sembolik bir anlatım kazanıyor.

Cora'nın kaçışı boyunca gittiği her yerde yaşadığı yeni sorunlar, tanıştığı insanların derinlikli yaşam mücadeleleri ve köleliğin farklı boyutlardaki korkunç gerçekleriyle yüzleşiyoruz. Tanıdığımız her karakter yüzeysel değil derin işlenmiş ve kendi mücadeleleri olan karakterler. Cora'nın her yeni saklanma yerinde bambaşka korkunç gerçeklerle karşılaşmak insanı sarsıyor. Köle bebekler üretilmesi, kölelerin ilaç deneylerinde kullanılması, köleler özgür olacaksa bebek üretmesinler kontrol altında kalsınlar diye düşünenler ve onların yorulmayan, acı çekmeyen insanüstü bir güce sahip olduğu saçmalığına inanarak bundan korkup türlü işkenceleri reva görenler vs derken dizi boyunca birçok korkunç olay insanı dehşete düşürüyor. Beni en çok dehşete düşürüp üzen ise Mabel hakkında öğrendiklerimiz oldu sanırım.

Pek zafer temasına uygun gibi görünmese de Cora'nın sonunda aydınlığa ulaşması ve ırkçılığa yönelik günümüzde bile devam eden uygarlık dışı düşüncelerin ve davranışların tarihsel derinliğine ışık tutması açısından önemli bir dizi. İnsanlık hiçbir zaman yeterince uygar olamayacak mı merak ediyorum.

İşte böylece Ağustos takviminin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Eylül teması polisiye olarak seçilmiş en sevdiğim temalardan biri olduğu için şimdiden heyecanlıyım. Görüşmek üzere ^.^

23 Ağustos 2021 Pazartesi

(~_~)

 


Herkese selamlar blog komşularım ve henüz bloga taşınmamış okur arkadaşlarım :) Henüz diyorum çünkü blog yazmanın ilk adımı bir blog keşfedip okumaya başlamaktır. Pandemi başladığından beri zaman zaman aktif zaman zaman da kayıplarda olmama muhtemelen siz alıştınız ama ben alışamadım. Kafam rahat olmadığında blog okuyamıyorum ve okuyamazken yazmak da bana sorumluluk hissettirdiğinden bloğu açıp bakamadım bile. Yine kaybolduğum bir sürecin ardından kalk kendine gel kızım diyerek kendimi bu sayfaya attım ve nereye kaybolduğumu birazcık açıklamak ve yazmaya yeniden başlamak için bir şeylerden bahsetmek istedim.

Elbette boş boş oturup hayal dünyama dalmamıştım. Biliyorsunuz ki ciddi bir yangın felaketiyle sarılmış haldeyken ülkemizde olanlardan etkilenmemek mümkün değildi. Bu hafta dünya ve ülkem haberlerini takip etmeyi birazcık kendime yasaklamak zorunda kaldım fakat arada sırada hala yangınlar olduğuna dair ve başka kötü haberlerin paylaşımlarına denk geliyorum ve ülkenin bu hali beni gittikçe daha çok endişelendiriyor. Hele bir de sel olayı ve olayın görüntüleri ciddi anlamda sarsılmama neden oldu. Ailem Manavgat'ta ben Antalya'dayım ve birkaç arkadaşım da küle dönen köylerde yaşıyor. Bu sebeple ve olayları birebir yaşayan insanların ve doğanın halini düşündükçe psikolojik olarak epey yıpranmıştım.

Tam bu kabus artık bitiyor dediğim sırada ev arkadaşım covid delta varyantına yakalandı. İki yıldır kendimi ve çevremi virüsten olabildiğince korumak için elimden geleni yaptım. En ufak bir dikkatsizlik şakaya gelmiyor. Şüphelendiğimiz anda arkadaşımı hemen teste gönderdim ve birbirimizden uzak durarak izole olup test sonucunu bekledik. İkimiz de birer doz aşı yaptırmıştık. Aşı olmasak daha kötü geçerdi bu süreç. Ben hafif atlattım ki bunda hem aşı olmamın hem de kullandığım vitaminlerin etkisi olmalı. Boğaz ağrısı, eklem ağrısı, baş dönmesi, aşırı uyku isteği gibi grip benzeri şikayetler dışında bir şeyim olmadı. Arkadaşım biraz ağır atlatıyor ve bunun sebebinin de yoğun çalışması ve dengeli beslenmediği için bağışıklığının düşmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Öksürük ve nefes darlığı insanı gerçekten korkutan bir şey. Geçen gün nefes alamıyorum diye panik atak geçirdi ve ambulans çağırdım neyse ki şimdi daha iyi. Çocukken akciğerlerimi kaburgam deldiği için ameliyat geçirmiştim ve yaklaşık beş altı sene boyunca ciddi akciğer sorunları yaşamıştım. Yani bunun ne kadar korkunç hissettireceğini tahmin edebiliyorum. Çocukken beni kurtaran şey dengeli beslenmek, pekmez ve nefes egzersizleriydi. Bunları arkadaşıma da anlatıyorum uygulasın diye. Sırt üstü yatarken nefes almak akciğerlerde enfeksiyon tarzı şeyler olduğunda zorlaşır. Ben çocukken nefes alamadığım zamanlarda özellikle kış vaktinde griple de ağırlaştığında oturarak uyuduğum geceleri bilirim. Böyle bir enfeksiyon problemi yaşadığınızda hatta kronik nefes darlığı yaratan bir rahatsızlığınız varsa yan veya yüzüstü yatarsanız daha rahat edersiniz yeri gelmişken aklınızda olması için söyleyeyim. 

İşte böyle bir iki haftayı atlatırken bir yandan da ders çalışmaya odaklanmaya çalıştım. Şu cümleyi kurmak eylemin kendisi kadar zor oldu. Ah neyse. Bu gün de yavaş da olsa bloğa dönmenin iyi geleceğine karar verdim. Ve buradayım. Şimdi önce bcp yazılarını okuyup gelen yorumları yanıtlamalıyım. Sonra aranızdan hikayelerini merak ettiklerime uğramak istiyorum zaman içerisinde. Okumayı istediğim o kadar çok yazı birikti ki umarım hepsine yetişebilirim. Blog dünyası ve blog komşularım iyi ki var. Burası insana huzur veriyor.

S..

7 Ağustos 2021 Cumartesi

Blogları Canlandırma Projesi - Temmuz

Herkese BCP Temmuz takviminden selamlar olsun benim yüreği yangın yeri dostlarım. Ne zaman Temmuz Ağustos aylarına gelsek hep roma portresi dersi geliyor aklıma. İlgimi çekmeyen isimleri ve yüzleri daima unutan bir insanım. Sadece önem verdiğim şeyleri hatırlarım o yüzden roma yontusu ve roma portresi başımın belasıydı. Roma imparatorları yetmiyor gibi eşleri, çocukları ve komutanları da yetmemiş ayrıca halkın asilzadelerden esinlendiği portrelere de hızlı bir dalış gerçekleştirmiştik. Şimdilerde yüksek lisans sınavına hazırlanırken bu derse çalışmam gerektiği düşüncesi bile karnımı ağrıtıyor. Neyse ne diyordum.. Temmuz.. Yani Eski Türkçede Tammuz çok sıcak anlamına geliyor ayrıca Babil ve Asurlarda Tammuz adında bir tanrı vardır Sümerlerde de Dummuz çobanlık tanrısı olarak geçer. Latincede ise bu ayın adı Julius yani "Julius Caesar'ın ayı" anlamına geliyor. Ayrıca Roma'da takvim Mart ayında başladığı için 5. ay oluyordu. Roma'nın ilk İmparatoru olan Gaius Julius Caesar Octavianus yani Caesar Augustus onuruna Ağustos adı verilen ay da 6. ay oluyordu.

Bu kısa etimolojik girişten sonra gelelim bu ayın temasına ve benim seçtiğim film ve dizilere :) Bu ayın teması Hindistan'dı. Ben de iki dizi, iki film izledim ve yorumladım umarım seversiniz.

Super 30

2019 / Hindistan

Tür: Biyografı, Dram

Yönetmen ve Senarist: Vikas Bahl

154dk

Anand Kumar matematiğe yeteneği olan bir öğrencidir. Sevdiği kızla buluştuğunda bile aklından sorular çözmeye devam eden, kütüphanelerden çıkmayan bir öğrencidir. Hatta üniversitelilere açık olan ama kendisinin girmesinin yasak olduğu kütüphaneye bile girmeye çalışır. Bir gün yine oradan kovulurken çalışanlardan biri ona bu yeteneğini geliştirmek için Cambridge Üniversitesin'e başvurmasını söyler ve bunu yaptığında kabul edilir. Fakat yola çıkacak kadar bile maddi gücü yoktur. Daha önce ona kazandığı bir yarışma sonucunda eğitimi konusunda destek olacağını söyleyen varlıklı bir adamı ziyaret eder. Fakat adamın sadece "namım yürüsün adım duyulsun" düşüncesiyle zor durumdaki pek çok insana sözler verip yarı yolda bıraktığı gerçeğiyle yüzleşir. Maddi güç bulamadığı için okula gidemediği gibi bir gün rahatsızlanan babasını da imkansızlıktan hastaneye yetiştiremeyip kaybeder. Uzun bir süre depresyonda kalır. Bir süre sonra onun yeteneğinin farkında olan bir iş adamı tarafından iş teklifi alır. Bu sayede öğretmenliğe ilk adımını atar ve yavaş yavaş halk ve medya tarafından tanınmaya başlar.

Öğretmenliğe adım attığı bu yıllarda başta artık para kazanmanın ve rahat yaşamanın mutluluğuna kapılır ve başka bir şey düşünmez. Fakat zaman içinde yozlaşmış eğitim sisteminin durumunu tekrar hatırlar, eğitimcilerin işi ticarete dökmüş olduğu gerçeğiyle tekrar yüzleşir ve fakir öğrencilerin durumunu yeniden hatırlar. Hayatını etkileyecek bir karar alır ve bundan sonra fakir öğrencilere hiçbir ücret almadan ders vermeye başlar. Onlar için kendi birikimi ve kendi elleriyle bir sınıf inşa eder. Çok uzak yerlerden bile adını duyan maddi yetersizlikler ve aile baskısı altında olan çocuklar kaçıp ona gelir. 30 zeka küpü öğrenci Hint Teknolojileri Enstitüsüne girmek için sınava hazırlanacaktır. Anand çocuklara eğitim verdiği gibi kalacak yer de sağlar ve yemekleri de annesi yapar. Böylece zor ama umut dolu bir yolculuk başlar. Elbette kıskananlar da vardır.

En iyi öğretmenini kaybeden müdür velilerin baskısıyla çeşitli planlar kurarak Anand'a savaş açar. Durum öyle kötüleşir ki adamı öldürmeyi bile düşünürler. İşte bu sahnelerde ağladığımı itiraf etmeliyim. Kendi çıkarları uğruna insanların ne kadar kötüleşebildiğini gözler önüne seren bir film. Zengin çocuklarla farklı şartlarda aynı sınava girip aynı okula gitme stresi yokluğun dibindeki bu 30 genci duygusal olarak yıpratırken öğretmenlerinin onlar için verdiği mücadele de her birine devam edecek gücü veren tek şeydi. Sayısız tehditler, düzenbazlıklar, suikastler arasında bu çocuklar sadece ders çalışmak istiyordu. Peki ne mi oldu? İzleyin derim :)

İşte bu sadece matematik dehası Anand'ın hikayesi değil. Toplumun zengin fakir arasındaki uçurumunu ve yaşadığı trajik zorluklarla adaletsizliği gözler önüne seren bir film. Ayrıca Anand Kumar için Discovery Channel'da çekilmiş bir belgesel de varmış. Kurduğu "Super 30" programı Her yıl 30 öğrenci seçip yetiştirmeye devam etmiş..

Sonsuzluk Teorisi

2015 / İngiltere

Tür: Biyografi, Dram

Yönetmen ve Senarist: Matt Brown

108dk

Matematiğe doğuştan gelen bir yeteneği olan ve daha önce hiç öğrenmediği formülleri bile doğal düşünce ürünleri halinde çözerek herkesi şok içinde bırakan Srinivasa Aiyangar Ramanujan, çalışmalarını Cambridge Üniversitesi'ne gönderir. Tek istediği bulduğu formülleri kayıt altına aldırmak ve ölse bile yok olmamasını sağlamaktır. Okula kabul edilmesinin ardından sömürge altındaki ülkesinden ayrılıp İngiltere'ye gider ve o dönemin şartları altında bir de yabancı düşmanlığıyla baş etmek zorunda kalır. Onu okula davet eden akademisyen Godfrey Hardy sert ve disiplinli olmasına rağmen içten içe Ramanujan'a hayranlık ve sempati beslemekte fakat akademik dile alışık olmayan genci buna hazırlarken de aşırı zorlayıcı bir tutum sergilemektedir. Ona göre bu sert duruşu aslında Ramanujan'ın akademi dünyasına kabulü için gerekli gelişimi göstermesi açısından önemli ve gereklidir.

Elbette Ramanujan iyi bir eğitimden geçmemiş olduğu için akademik yazım konusunda başta çok bocalar. Bulduğu formülleri kanıtlaması gerektiğini ve sebebini başta anlamaz. Bu fikirler bana geliyor işte hepsi aklımdan geliyor kaydedelim bunları diye inatlaşırken profesör de ona buluşlarını ancak kanıtlarsa kabul edileceğini anlatmaya uğraşır. Süreç böyle devam ederken bir de savaş zamanı gelip çatar. Savaş zamanında sanırım okullar kapalı olduğu için Ramanujan bir yandan zaten et tüketmediği için düzgün beslenemediğinden sinsi bir hastalık yakasına yapışır. Okula geri dönebildiğinde profesörden durumunu saklayarak sadece formüllerini kanıtlamaya odaklanır. Gel gelelim bu hastalık gün geçtikçe tesirini artırır ve profesör de sonunda durumu fark eder. Peki durum böyleyken kanıtlaması gereken formüller ve akademik macerası nasıl mı sonuçlandı? İzleyin bakalım :)

Küçük bir alıntı: "Burada (Ramanujan'ın hastaneye kaldırılışı zamanında) efsanevi 1729 hikâyesi yaşanır. Bu numara Hardy'nin kendisini ziyarete gelirken bindiği taksinin numarasıdır ve Ramanujan taksinin numarasına bakıp, 'çok ilginç' demiş. Büyük matematikçi Hardy, Ramanujan'ın neden söz ettiğini anlamamış ve ne demek diye çıkışmış. Aklını rakamlardan başka şeylerle meşgul etmeyen Ramanujan, 1729'un iki farklı biçimde iki sayının küplerinin toplamı olan en küçük sayı olduğu söylemiş: 

1729=12^{3}+1^{3}=10^{3}+9^(3)

Her şeyden sonra Ramanujan ölmeden önce bir eşitliği bulmuş ama ispatlamaya ömrü yetmemiş ve matematikçiler arasında şöyle bir inanç vardır. "Ramanujan söylediyse doğrudur"

1976 yılında hayatının son yılında yazdığı kayıp bir defter bulundu bu defterin keşfi beethovenın 10. senfonisinin keşfiyle kıyaslanmaktadır. 1 asır sonra bu formüller kara deliklerin davranışlarını anlamak için kullanılıyor."

Typewriter

2019 / Hindistan

Tür: Gerilim, Korku

Yönetmen ve Senarist: Sujoy Ghosh

1 Sezon 5 Bölüm (Bölümler ortalama 52 dk)

Goa'da üç çocuk, eski bir villada hayalet aramayı planlar. Villanın geçmişi karanlıktır ve hakkında anlatılanlar ürkütücüdür. Çocukların kendi aralarında kurduğu hayalet avı kulübüne inançları tamdır ve mutlaka bir gün bir hayalet bulup yakalamaları gerektiğine inanmaktadırlar. Ellerinde bir hayaletin nerelerde olabileceğini, nasıl ortaya çıkabileceğini, nasıl yakalanacağını ve yok edileceğini anlatan popüler bir kitap vardır. Yetişkinler bunların hiçbirine inanmaz ve çocuklara da akıllı uslu durmaları için hep kızarlar. Ancak yeni bir ailenin taşınmasıyla, villanın gizemli geçmişi tüyler ürpertici biçimde canlanır. Ve Hayaletlerin ortaya çıkması için en uygun gece de yaklaşmaktadır. Ortaya çıkan hayalet sinsi ve kana susamış bir varlıktır. Peki ama o meşhum gece yaklaşırken onu durdurmayı nasıl başaracaklar veya onu durdurmanın gerçek bir yolu var mıdır?

Dizimiz mini minnacık yeni nesil Hint dizilerinden. Dans yok. Aslında Hint kültürüne dair çok fazla detay da yok. Hatta içinde Hintliler oynuyor olmasa bana baya baya bir Amerikan veya Avrupa korku ve perili ev filmlerini anımsattı diyebilirim. Netflix için yapılınca biraz kendilerinden kopmuşlar sanki. Fakat konusu çok ilginçti. Hatta oturup yazmayı sevdiğim türde bir hikayesi var ve ben olsam ben de sonunu öyle yazardım :) 

Taj Mahal 1989

2020 / Hindistan

Tür: Dram, Romantik, Komedi

1 Sezon 7 Bölüm (Bölümler ortalama 36dk)

Hindistan deyince asla çabucak biten bir dizi veya filme alışık değiliz fakat bu dizi mini minnacık şirin bir dizi. Dizide uzun uzun danslar olmadığını baştan söylemeliyim. Bununla birlikte kültürü ve yaşayışı oldukça iyi ve de eğlenceli aktarmış. Yemekler, sokak yaşantısı, aile yaşantısı, okul, arkadaşlık her şey var bu dizide. Dizi 1989 senesinde geçiyor. Bir üniversitede başta birbirleriyle hiç alakası olmayan birçok profesör, öğrenci ve onların aileleri arasında gelişen olaylar en sonunda hepsini bir araya getiriyor. Bölüm sayısı az olmasına rağmen birçok farklı hikayeyi içinde barındırarak ilerliyor. Uzun uzun bir melodram yerine bu kısacık dizide gerçek Hindistan sokaklarını ve yaşayışını görüyoruz. Tabi aşk olmadan olmaz :)



2 Ağustos 2021 Pazartesi

Ağaç Ev Sohbetleri 102

 

Herkese merhabalar canım blog ailesi. Bu hafta sohbetlerin konusu benden olsun dedim. Aslında şuan içinde bulunduğumuz felaketler sebebiyle moralim aşırı bozuk. Daha önceki yorumlarınıza henüz yanıt veremedim ve sizi ziyaret edemedim affedin. Medya büyük oranda sessiz kalsa da burada korkunç şeyler devam ediyor ve sadece sosyal medyadan güncel haberleri alabiliyoruz. Kaç gündür düzgün uyumadım ve yemek yemek içimden gelmiyor olan biteni gördükçe. Bu konularda da konuşalım isterdim ama belki bunu haftaya filan sizlerden biri yazar. Benim şuan normal bir şeylerden konuşmaya ihtiyacım var ve o konuya gücüm yok.

  • Bu hafta için pandemi boyunca kişisel gelişim veya eğitim adına uyguladığımız şeylerden bahsedelim istedim. Kişisel gelişim adına ve eğitim için bu süreçte bir şeyler yaptığınız oldu mu, yaptıysanız neler yaptınız ve gelecekte bu türden planlarınız düşünceleriniz varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Böylece hepimiz birbirimizden faydalı bilgiler ve uygulamalar öğrenebiliriz. Örneğin online seminerler, eğitimler olabileceği gibi kişisel arınma için meditasyon teknikleri vs olabilir.

Kişisel arınma ve zihnimi dinlendirmek için zaman zaman müzik dinler şarkı söylerim bazen bunu kaydettiğim de olur. Veya hiçbir şey yapmadan hayal kurarak uykuya dalarım. Aslında dizi izlerken uyuyakalmak dışında her zaman uyumakta zorlandığım için hayal kurarak uyurum. Başka bir yaşamım olursa tiyatrocu, sinema oyuncusu veya şarkıcı olmak isterim doğrusu. Bazen de hikaye yazarım bu da beni dinlendiren zihnimi eğlenceli düşüncelerle meşgul eden bir şey. Yazacağım o küçük evreni ve karakteri düşünmek ve onlarla türlü oyunlar oynamak en sevdiğim eğlencelerdendir. Bunlar dışında bazen telefon veya bilgisayar oyunu da oynarım. Eskiden daha çok oyun oynardım şimdi zamanım olmuyor. Bu saydıklarım zihnimi eğlendiren ve dünyanın sorunlarından uzaklaşmamı sağlayan etkinlikler. Tamamen dingin bir ruh hali için ise bitki çayı içer, kişisel bakım yapar ve çizim yaparım ki ne zamandır çizim yapamadım. Plates ve uyduruk birkaç hareketle spor yapmak da dengeli bir ruh hali için yaptıklarım arasındadır. Bir de kedim Leo ile oynamak da bana huzur veriyor. Biliyorsunuz muhabbet kuşum Çakıl'ı kaybettikten sonra bir daha hayvan besleyemem sanmıştım fakat Leo bana çok iyi geldi. Çakıl'ın sesini hala hatırlıyorum ve en koktuğum şeylerden biri sevdiklerimin sesini ve yüzünü unutmaktır. Her ne kadar fotoğraflar ve videolar artık yaygın olsa da çok eskiden videolar yaygın değildi örneğin ve bunlar da yok olabilen şeyler. Yine konuyu dağıttım. Tamam geçelim.

Eğitim adına uğraştığım bazı şeyler bu yazıyı yazma fikrinin oluşmasını sağlayan asıl şeydi aslında. Çok önemli şeyler yaptığımı iddia edemem ama bu süreçte beni meşgul edip ders çalışma alışkanlığımı diri tutmamı sağladığı için önemsedim. Üstelik yeni şeyler öğrenmek açısından da faydalı oldu. Anadolu Üniversitesinin AKADEMA platformunda ücretsiz bir şekilde uzman kişilerin sunduğu çeşitli eğitsel programlar var ve gaza gelip geçen sefer ücretsiz olanlardan hoşuma giden bütün derslere kaydoldum. Tabi hepsine yetişemediğim için sınavlarını ve ödevlerini yapamadığımdan elendim fakat iki dersi başarıyla tamamladım. Çoğu ders sembolik bir katılım belgesi verirken bazı elektronik sertifika programları da yer almakta ve sertifikalı olanlar ücretli. Dil öğreniminden, sanat konularına ve pazarlamacılıktan muhasebe, girişimcilik, eğitim ve yönetim alanlarında ders içerikleri barındırıyor. Geçen sefer tamamladığım derslerden birisi "Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı Geliştirme" Bu aslında öğretmen ve öğretmen adaylarına yönelik bir dersti fakat ilerde ingilizce öğretmeni olmayı düşündüğüm için ilgimi çekmişti. Diğeri de "Engellilerin Farklılıkları ve Başarıları ile Farkındalık" dersiydi. Bu derste de hocamız whatsapp grubu oluşturarak bizi ders dışında da aktif tuttu ve çok güzel bir süreç geçirdik. Yeni farkındalıklar edinip güzel insanlar tanıdık. Hatta Ağaç ev sohbetleri 87de farkındalık üzerine bir konu önermiştim bu ders içeriğinden esinlenerek. Gelecekte bu programdan yeni dersler almayı da planlıyorum.

Bu programın benzerlerini de buldum elbette. Henüz onları denemedim ama sırayla ücretsiz olan veya ücreti abartılı olmayanlardan sevdiklerimin hepsini bitirebilirim. Örneğin ATADEMİX Atatürk Üniversitesinin programı ve oradaki eğitimler de ücretsiz. Bazı başka üniversitelerde hem ücretli hem de çok az ücretsiz ders içerikleri olduğunu gördüm fakat detaylı araştırmadım.

Bunlar dışında evde ingilizce çalıştım. Bu konuda mükemmel değilim benim temelim bile yoktu fakat ingilizce öğretme kabiliyeti cennetlik olan bir arkadaşım neyi anlamadığımı veya nerde eksiğim olduğunu tek kelimemle bile anlayabilip resmen büyü yaptı bana. Evet arkadaşımın büyüleriyle ingilizceyi anladım :D Şaka bir yana tabi hakkını ödeyemem onun. Sonra sabahlardan akşamlara kadar ders çalışıp soru çözdüm. Hakkı Şahin ve Özer Kiraz hocaların derslerini de izledim yutuptan. Duolingo, voscreen, blarma, simpler gibi uygulamaları da kullandım. Hikaye çevirileri yapmaya çalıştım. ODTÜ yayını olan Reader at Work kitabından çeviriler yapmaya devam ediyorum. Bu şekilde çalışarak yds'den çok yüksek olmasa da 53 almayı başardım ve sınavlara girip puanımı yükselteceğim. Bu arada sınavlara çalışmak ingilizce çalışmaktan biraz farklı. Çünkü soru çözme yöntemleri denen bir şey var ve kısa bir bakışla soruyu çözmenizi sağlıyor. Sadece soru çözmeye odaklanırsanız ingilizceniz tekrar gerileyebiliyor bu yüzden de çeviri yapmak çok iyi oluyor. Bence ingilizceden türkçeye çevirmek çok kolay ama tersini yapmak biraz daha alıştırma gerektiriyor.

Son olarak kendimi tutamadım ve sınavsız ikinci üniversite hakkını kullanıp çocuk gelişimi lisans programına kaydoldum. Bu arada ingilizce öğretmenliği için yks'ye girdim sıralamam çok iyi gelmedi 40 bindeyim tercihim tutmayacak büyük ihtimalle çünkü sadece Akdeniz'i tercih edeceğim başka yere şuan gidemem. Olmazsa onu seneye daha mantıklı çalışarak tekrar deneyeceğim. Arkeolojide yüksek lisans da bahara kaldı çünkü başvuru şartlarında sekreter hatası olmuş ve hocalar bunu fark etmeden onaylamış dolayısıyla da şuan başvuru yapamıyorum ki bu geçen haftadan beri sinir krizi geçirmeme neden oluyor.

Bu arada unutmadan Koç Üniversitesinin ve SARAT Projesi'nin hayata geçirdiği Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması Online Sertifika Programını da bitirmiştim bu program da herkes için ücretsiz şekilde açılıyor zaman zaman takip edip katılabilirsiniz.

İşte böyle yukarıda bahsettiğim içerikleri daha detaylı incelemeniz için isimlerinin üzerine linklerini bırakıyorum. Sizlerin de bu şekilde paylaşacağı şeyler olursa hepimiz yeni bir şeyler öğrenmiş deneyimlemiş veya en azından fikir edinmiş oluruz diye düşünüyorum. Umarım bu haftanın konusunu seversiniz kendinize ve çevrenize dikkat edin ve koruyun arkadaşlar görüşmek üzere.

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Ağaç Ev Sohbetleri 100

 


Herkese sohbetlerin 100. bölümünden selamlar ve iyi bayramlar :) Söz verdiğim üzere yüzüncü yazıda sizinle beraber olmak ve tabi ki ortaya attığım puding fikrine katılmak istedim :) Bu fikrin sevileceğini pek beklememiştim aslında o yüzden çok mutlu oldum hem de bayrama denk gelmesiyle bol pudingli bir hafta geçirdik sanki ha ne dersiniz? :D Önümüzdeki ayın 13'ünden sonra ruhen ve zihnen biraz özgürleşeceğim çünkü hep kafamı meşgul eden sınav o gün olacak. Başvurular konusunda bir sıkıntı var gibi çözülüp çözülmeyeceği de belli değil şuan ama olsun. Elimden geleni yapıp sonra bütün sorunları çayırlı bir tepeden aşağı yuvarlamak istiyorum. Belki kendim de onlarla beraber yuvarlanırım. Ah çayırlarda yuvarlanmak güzel olurdu. Bol böcek kovucu losyonla tabi ki :D

Neyse bu haftanın konusuna gelelim, canım Deepsi kutlamaya uygun bir konu seçmiş ve demiş ki bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinden konuşalım. Sohbetler nasıl gidiyor keyifli mi demiş. Bir de puding yapmayı ihmal etmemiş elbette bu hafta konumuz puding :D

Ağaç Ev Sohbetleri başladığından beri yetişebildiğim kadar okuyor, katılımı desteklemek amacıyla zaman zaman konu bulup katılıyorum. Son zamanlarda yüzüncü defa hayıflandığım üzere dersler ve sınavlardan bunalmış ve yıpranmış ve ayrıca panikli hissediyor olduğum için ne bloğuma ne diğer arkadaşlara uğrayamıyor dolayısıyla sohbetleri de birazcık kaçırıyorum. Fakat bence ilk günkü kadar eğlenceli ve heyecanlı geçiyor sohbetler. Zaman zaman ciddi konulardan zaman zaman da daha hafif eğlenceli ve bazen de aşırı soyut ve hayal gücünü kullanmaya yönelik konulardan konuşuldu. Bence konsept çeşitliliği katılım için de çok faydalı oluyor çünkü her türden konuya ilgi duyacak farklı farklı kişilerin sohbete katılması için fırsat sağlanmış oluyor, yeni fikirler öğreniyor ve bazen hayata farklı açılardan bakmayı deniyoruz.

Yani kısacası bence sohbetler keyifli şekilde devam ediyor. Umarım şu hurafelerdeki gibi 13 rakamından başıma bir hayalet neyin takılmaz da sohbetlere de bloğa da sizlere de rahat rahat gelebilirim artık :)

Elbette ben de kendi ellerimle kakaolu puding yapmayı unutmadım. Hatta taa pazar gününden yaptım bir güzel de yedim ama yazıyı yazmak bu güne kaldı. Üzerine damla çikolata serptim içine de pişirirken hindistancevizi kattım. Çok değişik oldu bence deneyin siz de bir gün :)

Etkinliğe katılan, katılmayı düşünen, okuyarak destek olan herkese deep gibi ben de teşekkür ederim, sohbetlerin kurucusu iki arkadaşımız Edischar ve Taha'ya da elbette :) Bir de hiçbir haftayı kaçırmayan ve mutlaka iki kelam eden Deep ve Kaystros bence birer çikolatayı hak ettiler çünkü bazen bloglar aşırı sessiz olduğunda bile sohbetleri ayakta tutmayı başardılar :)

Sohbetlerin 200. bölümüne de ulaşmayı dilerim ve bence de bu sefer pasta kesmeliyiz.Tekrardan herkese iyi bayramlar ve lütfen uğrayamadığım için bana darılmayın hayaletleri ve zombileri kovaladıktan sonra bloğa eskisi gibi kafam rahat şekilde döneceğim :)

Not: sabahtan beri 13 diyorum da o 23müş ayol kafa kalmadı bende :D

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Kelime Oyunu 33

Herkese selamlar umarım hepiniz iyisinizdir. Hayat bazen o kadar karmaşık ve zorlayıcı olabiliyor ki ne kendi planlarımıza ne de yapmamız gerekenlere uymak konusunda başarılı olabiliyoruz. Yaşamım birçok insanınkinden daha karmaşık ve zor değil ama kendine göre epey zor ve yıpratıcı bir süreçten geçiyor tıpkı daha önce atlattıklarım kadar karmaşık belirsiz ve çıldırtıcı olsa da bir o kadar da hiçbirine benzemeyecek kadar farklı. Zaten hayat da böyle bir şey bir dönem her şey istediğimiz gibi giderken bir dönem zorlanırız. İyi bir şeyin ardından kötü ve onun ardından yine iyi bir şey gelir. İşte bu günlerim böyle geçiyor. Hepsini atlattıktan sonra size güzel haberler verebileceğim günleri bekliyorum. Umarım o günlere ulaşırım. Bu süreçte blog okumaya bir türlü gelemiyorum. Sadece bir veya bir buçuk ay kadar daha dişimi sıkmalıyım sonra sonuç iyi de olsa kötü de olsa ne olduğunu bilerek rahatlayacağım. Ve bloğa içim rahat rahat geleceğim. Yazılarınıza bir süre daha yetişemeyeceğim kırılmayın. Bu arada biraz rahatlamak için böyle minik yazılar yazabilirim diye düşünüyorum. En azından sadece bu hafta minik kaçamaklar yapıp yazacağım sonra belki bir buçuk ay kadar bloğa gelemeyeceğim. Böyle yazdıklarımı okuyunca başımda kötü bir olay varmış gibi yazdığımı fark ettim ama korkmayın öyle bir şey değil. Sınav ve gelecek kaygısı hepsi bu. Şimdi geçenlerde söz verdiğim minik hikayemi azıcık devam ettirmek istiyorum umarım seversiniz. Ve lütfen içinizden minik bir dilek dileyin benim için karmaşadan kurtulmam adına. Teşekkür ederim hepinize.

Kelimeler bu hafta canım deepsiden gelmiş;

  • Peri, Mağara, Tuz, Kayık, Söz

 

Bu hikaye tatlı bal cadısı Nina'nın hikayesi;

Birinci bölüm için tıklayın
İkinci bölüm için tıklayın

"Bu kızın her dolunayda bilinçsizce etrafta dolaştığı yetmiyormuş gibi şimdi de ruhsuz bir şekilde dolaşıp başımıza iş açacak. Umarım yine kedileri delirtip üzerimize salmaz Gerard, yoksa fenalaşıp bayılacağım artık."

"Biraz abartıyorsun Matilda, tatlı perim. Bayılamayacak kadar ölü olduğunun farkında mısın? Şu zavallı kıza biraz acı da gidip konuş ve rahatlat. Hayalet olmanın ilk günü kadar zor bir gün yoktur bilirsin."

"Hayalet olduğumu yüzüme vurup durma artık Gerard, kalbimi kırıyorsun. Aslında kayıkçı ile tanışmak ve mağarasından geçmek bence daha zordu. Ayrıca ben ne konuşacağım bu cadıyla ne tür sözler sarf edeceğim? Ağlamaya karşı alerjim var benim, içim ürperiyor. Tuz yutmuş gibi oluyorum..."

"İyi madem, biraz uzakta ürper de ben ve Lui kızla konuşalım ve vampirleri ve ruh emicileri bölgeye çekmeden önce ağlamayı kesmesi için dua edelim..."

Gerard ve Matilda iki yaşlı ve huysuz hayalet çiftti. Ne zaman ve nasıl hayalete dönüştüklerini bilemeseler de bu evin eskiden onlara ait olduğu birkaç yüz yıldan beri burada yaşıyorlardı. Tabi buna ne kadar yaşamak denirse. Aslında yaşamak ve ölü olmak konusunda hep alay edip birbirleriyle uğraştıkları için çoğu zaman hayalet oluklarını da unuturlardı. Son bir yüz yıldır yanlarına Lui, Kato ve Pera da katılmıştı. Onlar da evin bir zamankı yeni sahipleriydi. Artık eski elbette. Ve komşularla da zaman zaman bir araya gelirlerdi. Şimdi komşu hayaletler de buradaydı ama kendi aralarında karman çorman bağırarak dedi kodu yaparlarken hiçbiri diğerinin ne dediğini pek anlamaz durumdaydı. Öyle boş boş hayalet muhabbeti ediyorlardı.

Bütün bunlar Nina'nın aklını iyice karıştırmış ve korkudan aklını kaçıracak noktaya gelmişti. Az önce kendi kendine ayağa kalkıp evden dışarı çıkan bedeninin arkasından bakakalmıştı. Bunu nasıl düzelteceğini bilmiyordu. Aslında bunun düzeltilebilir bir şey olup olmadığını bile bilmiyordu. Yaptığı iksiri geri almanın bir yolu olup olmadığını bulması gerekiyordu.

Gerard ve Matilda tartışırken Lui diğer bir köşedeki komşuların hararetli sohbetinin arasından sıyrılıp Nina'nın yanına geldi. Kızın omzuna dokundu ve dikkatini çekti. İkisi de hayalet olduğu için omzuna dokunabiliyordu. Nina kendisine dokunan hayaleti fark edince başka bir çığlık daha koparttı. Fakat Lui parmaklarını şıklatıp şaşırtıcı derecede bir anda Nina'nın sesini yok etti. Lui yaşadığı zaman bir şamandı. Ve bir hayalete dönüştüğünde bile yeteneklerini kaybetmemişti. 

"Bizden korkmana gerek yok minik cadı zira sen de şuan bizim gibi hayaletsin. Asıl korkman gereken çığlık atmaya devam edersen buraya gelecek olan ruh emiciler ve vampirlerdir. Aklını başına alsan iyi edersin. Ruh emiciler hepimizi yiyebilir vampirler de bedenini. Kafası boş boş dolaşan bir beden yeterince kötüyken ruhunun da onu terk etmiş olması iki kat kötü çünkü bir diğer dikkat etmen gereken mesele de kötü ruhlar. Onlar boş bir beden gördüklerinde ele geçirmek isterler. Şimdi çığlık atmayı ve ağlamayı kesip bedenini korumak için çalışsan iyi edersin anladın mı?"

Lui'nin uyarısı karşısında Nina şaşkınlığa uğramıştı. Hayaletleri hep hissederdi ama daha önce hiç yüz yüze gelmemişti. Kötü ruhlarla hiç karşılaşmamış, ruh emicilerin varlığından bile haberi olmamıştı. Vampirlerle bir kez karşılaşmıştı ve ne kadar ürkütücü olduklarını biliyordu. Lui'ye güvenebileceğini anlayınca kafasını aşağı yukarı salladı. Lui parmaklarını bir kez daha şıklatıp kızın sesini serbest bıraktı. Nina ağlamayı kesmişti ama içi hala kaygı doluydu. Bedenini kötü ruhlar, ruh emiciler ve vampirlerden nasıl koruyacağını ve nasıl geri alacağını bilemiyordu. Yeni hayalet arkadaşlarından bu konuda yardım istedi.

Nina onları hiç görmese bile yıllardır aynı evde yaşadıkları için minik cadıyı tanıyan hayaletler onu sevimli buluyor ve aileden görüyorlardı. Elbette sana yardım edeceğiz diyerek içini rahatlattılar. Hayaletler fiziksel dünyaya doğrudan müdahale edemeseler de yine de minik ama güçlü dokunuşlar yapabiliyorlardı. Bu yüzden Nina ile beraber dışarıya çıkıp ormana dalan bedeninin peşine düştüler. Kötü ruhların ve ruh emicilerin dikkatini dağıtacak efsunlar ve tuzaklar kurdular. Vampirleri bölgeden uzak tutması için bir kokarca sürüsüyle anlaştılar ve onlar da bütün güçleriyle ormanı kokuya boğdu. Ve böylece gereken bütün önlemleri hep beraber almayı başardılar.

Lui iksiri geri almanın bir yolu olmadığını söylemişti. Fakat etkisi geçinceye kadar bedeni sağ salim kalmayı başarırsa ruh bedene geri dönebilecekti. Nina'nın bedeni bütün gün abuk subuk komik durumlara düşerek dolaştı ve bal aradı. Uyurgezer gibi dolaştığı için kâh bir çukura düşüp debelendi, kâh ağaçlara çarptı.. Bir göle düşüp kıyıya çıkacak yeri bulana kadar yüzüp durdu fakat kıyıya ulaştığında her ne hikmetse uçmaya karar verdi. Suya düştüğü anda uçsaydı bu kadar zorlanmazdı ama işte bilinci yerinde olmadığından her şey rasgele gerçekleşiyordu. Bir uçurumun kıyısında dolaştığı sırada bütün hayaletler ve Nina mümkün olsaydı kalp krizi geçirebilirdi. Bedeni bir ileri bir geri sarsak adımlarla uçurumun başında dolaşırken Lui şaman yeteneklerini kullanıp bir boz ayıyı yardıma çağırdı. Ayı bulabildiği kadar çok bal ile gelip Nina'nın bedenini kendine doğru çekti ve sonunda bu yöntemle onu eve kadar götürmeyi başardılar. Boz ayı ailesi arılardan kaçırabildikleri kadar balı ağaç kabuklarından yardım alarak evin ortasına taşımıştı. Bu sayede Nina'nın bedeni ormana atılmaktan vazgeçmişti. Nina bunun işe yarayacağını hiç düşünmemişti. Eğer geri dönebilirse bundan sonra evde dolunayı atlatacak kadar çok bal bulunduracaktı.

İşte böyle bir kez daha bal peşinde koşan kayıp beden macerasıyla bu dolunay da atlatılmıştı. İksirin süresi yavaşça geçerken hayalet Nina kendini aşırı uykulu hissetmeye başladı. Bütün hayalet dostlarına teşekkür edip Lui'den aldığı ve onları görmesini sağlayacak bir iksir formülünü unutmamak için tekrar ederken uykuya daldı. Gözlerini yeniden açtığında oraya buraya çarpıp durduğundan acı içinde olan kendi bedenine dönmeyi başarmıştı.

Son..





12 Temmuz 2021 Pazartesi

Kelime Oyunu 32

 


Selamlar herkese bu haftanın kelimeleri sevgili Ayça arkadaşımızdan gelmiş. Hafta bitmeden yetişmek istedim. Sınavıma az bir süre kaldığı için hiçbir şeye yetişemiyorum bu aralar. Umarım seversiniz :) 

  • Enfeksiyon, Park, Korku, Makyaj, Salıncak
Macera Parkı hafta sonunu geçirmek için ideal bir yer diye düşünmek kimin aklına gelmişti hatırlamıyordu. Fakat içlerinden hangisi bu fikri atmış olursa olsun hepsi eşit derecede pişman ve dehşet içindeydi. Gökçe asıldığı yerden düşmemeye çalışarak bir kez daha ayağının ucundan sallanan çantasına ulaşmaya çalıştı. Çanta kordonuyla beraber bileğine dolanıp düşmekten kurtulmuştu. Kendisi de tırmanış halatlarından birine belinden dolanıp uçurumda asılı kalmıştı. Arkadaşlarından biri son anda uçuruma yuvarlanmaktan kurtulduğu için şanslıydı fakat yardım çağırmaya gittiği dört saatten beri ondan da haber yoktu. Diğeri biraz daha yukarılarda bir çıkıntıya düşüp yaralanmış ve bayılmıştı. Kendine geldikten sonraysa elinden ağlamaktan başka bir şey gelmemişti. Çünkü burası dağ keçilerinin bile çıkamayacağı kadar dik ve yüksek bir kanyondu. Akşama kadar geri dönmediklerinde birileri onların kaybolduğunu elbet anlayacaktı. Ama Gökçe asılı durduğu yerde daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyor ve az önce kendine gelen Beril'in bacağındaki açık kırığın enfeksiyon kapmasından endişe ediyordu.

Buradan kurtulabilirse bir daha bebekler için olan salıncaklara bile binebileceğini sanmıyordu. Evde depresyonun dibine vurup çikolata yemek varken onu zorla buraya getirdiklerine inanamıyor ve düştükleri tehlike yüzünden aklını kaçırmanın eşiğinde gidip geliyordu. Ağlamaktan makyajı akmış suratı ve gözleri şişmişti. Saçı başı dağılmışken ve rüzgarın etkisiyle tutunduğu ip salınırken koskoca kanyonda garip bir korkuluğa benzediğini düşünüyordu. Hava kararmaya durmuşken garip ve korkunç gece kuşları çevrelerinde dönmeye başladığında bu korkunç halinin onları kaçırmasını umuyordu. Bir atmacanın veya akbabanın akşam yemeği olmak istemiyordu.

Çantaya ulaşmayı yine başaramamıştı. Çünkü bunu denediği her seferinde beline sarılı ip yerinden oynuyordu. Denemeyi bıraktığı sırada çantada çalan cep telefonunun sesi kanyonda yankılandı. Ona ulaşmanın imkanı yoktu. Yine de tek şansları bu olabilirdi. Son bir kez daha denemeliydi. Plates yapmanın verdiği avantajla bacağını neredeyse başına kadar kaldırmayı başardı. Bu sırada bir eliyle gevşemesinden korktuğu halata sıkıca tutunmuştu. Diğer eliyle çantaya uzandı. Fermuarı açıp içindekileri karıştırdı. Tam telefona ulaştığı sırada beline bağlı olan halat emniyet kilidinden kurtuldu. İşte o anda sanki bir an için havada asılı durabildiğini sandı. Sanki bir an için her şey durmuş zaman donmuştu. Hemen sonra düşmeye başladı. Çarpmanın etkisini bir an için hayal ettiğinde kalbi korkudan parçalanacak gibi oldu. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zordu. Geride bıraktıklarına mı yoksa gidişine mi üzülmeliydi bilemiyordu. Sonra sonunda yere çarptı. Ahşap zemine kafasını vurmuştu. Üzerindeki örtülerle mücadele ettikten sonra sonunda doğrulup oturmayı başardı. Böyle sıcak bir havada üzerine örtü örtmek gibi bir salaklık yapıp kabus gördüğüne inanamıyordu. Yerde duran telefonuna baktı. Birkaç cevapsız arama vardı. Mesajları açtığında kamp için hazırlıkları nasıl yapacaklarını soran grup sohbetini gördü. Kesinlikle gitmiyoruz diye yazıp telefonu yatağına fırlattı.

Son..

8 Temmuz 2021 Perşembe

Blogları Canlandırma Projesi - Haziran

 Herkese uzun bir aradan sonra selamlaaar :) Hala yorumlarınızı yanıtlayamadım ama haziran yazısını daha fazla geciktirmemek için şimdi hızlıca bir şeyler yazacağım yarın yorumlara bakmak ve bloglarınızı ziyaret etmek istiyorum başıma bir şey gelmezse. Kelime oyununa da arıza yüzünden devam edememiştim bu hafta yazabilirim inşallah. Zira bu günlerde bir günüm diğer bir günü tutmuyor. Bir süredir laptop arızasıyla uğraşıyordum sonra havaların aniden güneşin atmosferini taklit etmesiyle kafayı yedim. Ve yüksek lisans sınavına neredeyse bir ay kalmış olmasından dolayı panik içindeyim. Kedim Leo ile uğraşmak dışında bu aralar derslerle mücadele ediyor olacağım. Bu arada evet minik bir yavru kedim var artık. Aşırı yaramaz bir ergen bebek. Sonra size ondan da bahsederim. Şimdilik haberler bu kadar artık asıl konuya dönelim.

Haziran ayının teması hukuk, mahkeme, adalet olarak seçilmişti. Ben de bu tema için iki dizi seçtim. Umarım seversiniz.

Vincenzo

2021 / Güney Kore

Tür: Dram, Romantik, Komedi, Hukuk

Bölüm sayısı: 20

Yönetmen/Senarist: Kim Hee-Won / Park Jae-Bum

İtalyan bir mafya babası tarafından evlat edinilip büyütülen Vincenzo Cassano adeta Koreli bir Bond havasında ve oldukça karizmatik bir kişilik. Mafya babasının ölümüyle taht kavgasına düşen üvey kardeşin zulmüne sert bir cevap verip ölen babaya saygısından ona zarar vermeden İtalya'dan ayrılır ve Korey'e döner. Dizi bu şekilde başlarken dönüşündeki amacın da bir binanın zemininde erişilmesi çok zor ve gizli bir kasada saklanan hazineye ulaşmak olduğunu anlarız. Fakat bir sorun var ki o da binanın tamamen tuhaf kiracılarla dolu olması ve yakında yıkılacak olmasıdır. Vincenzo aynı zamanda avukat olmasının verdiği avantajla ve zekasıyla yıkımı durdurmak için asıl kimliğini gizleyerek kiracılarla işbirliği yapar. Zaman içinde sıkı dostluklar geliştirirlerken elbette işin içine aşk da karışır. Bu arada hazinenin kokusunu alan herkes de bunun peşindedir. Bakalım binanın yıkımı durdurulabilecek ve hazineye ulaşabilecek mi? Peki ya aşk ne olacak?

İzlerken oldukça keyif aldığım ve eğlendiğim bir diziydi. Özellikle dolandırıldığı sahne ve saf saf davrandığı her sahnede çok güldüm. İçeriğinde bir tutam dram olsa da sizi hüngür hüngür ağlatan bir biçimde işlenmemiş daha çok zeka oyunlarına ve komediye yer verilmiş. Son sahnelerde de gerçekten bir Bond havası esmekte ve bu göndermeleri gülümseyerek izledim. İşte size minik bir fragman.


Prison Playbook

2017 / Güney Kore

Tür: Dram, Komedi

Yönetmen/Senarist: Shin Won-Ho / Jung Bo-Hoon

Bölüm Sayısı: 16

Bir beysbol oyuncusu büyükler ligine gitmeden hemen önce bir olaya karışır ve bir yıl hapse mahkum edilir. Dizi boyunca hapishanede diğer mahkumlar ve gardiyanların başlarından geçenlere tanık olurken beysbol oyuncusunun ve yeni arkadaşlarının tahliye edileceği günü bekleriz. Açıkçası tam odaklanamadan izlediğim için bu diziden hiçbir şey anlamadım çok durağan ve amaçsız geldi bana. Bu arada hapishane ortamı ne öyle ya otel gibi televizyon mutfak her şeyleri var maşallah rehabilitasyon merkezlerine benziyor. Gerçekten bütün hapishaneleri öyleyse insanlar sokakta kalma gibi zor durumlarında hapse girmeye çalışır diye düşündüm izlerken.

İşte haziran için seçimlerim böyleydi umarım seversiniz :)

19 Haziran 2021 Cumartesi

Kelime Oyunu 29

 


Herkese selamlar arkadaşlar bilgisayarım arızalandığı için yorumları yanıtlayamıyorum veya sizlere yoruma gelemiyorum. Ne kadar denediysem de benim telefonumdan yorum yapma yerleri düzgün çalışmıyor. Oturum açık değilmiş gibi davranıyor yorum kısmında. Ama yazı yazabiliyorum o yüzden hem bu şekilde haber vermek istedim hem de kelime oyunu yazmak istedim. Umarım seversiniz. Arıza düzelince en kısa zamanda tekrar aranızda olacağım.

Bugün telefondan yazdığım için kısa bir şeyler yazmaya çalışacağım. O yüzden tatlı bal cadısı Nina için yeni bir macera yazmaya karar verdim. Ilk bölüm için kelime oyunu 22 yazıma bakabilirsiniz. 

  • Kelimeler poncik deepsi tarafından verildi: İksir, Yağmur, Orman, Bulut, Çığlık

Nina ormanın derinliklerinde kayalıkta oyulmuş bal dolu bir kuyuya düşeli epey zaman geçmişti. Bu gece bulutların arasından yeniden dolunay yükselecekti. Nina bundan kaçışı olmadığını biliyordu. Her dolunayda olduğu gibi bu gece de kendini kaybedip bal arayışına çıkacaktı. Ortalikta kurtadamlar da dolaşırken bilinçsizce bal arayan bir cadı olmak oldukça korkutucuydu. Her seferinde şansı yaver gidiyordu hatta en son o kuyunun içindeyken arı sürüsünden kurtulmuş olması tam bir mucizeydi. Fakat şansının daha ne kadar yanında olacağını bilemezdi.

Bunun için dolunay geçinceye kadar kendisini uyutacak bir iksir yapmaya karar verdi. Eğer derin uykunun labirentine girerse bal peşinde bilinçsizce koşturmadan geceyi atlatabileceğine inanıyordu. Büyü kitabında bu iksirin korkunç yan etkileri olabileceğinden bahsediliyordu fakat bunların neler olabileceği yazılmamıştı. Nina biraz korksa da yan etkilerin dışarıdaki tehlikelerden daha zararsız olduklarından emindi. 

Tarifte hicbir şeyi atlamadan bütün gün iksiri hazırlamak için uğraştı. Kazanın içine sırasıyla çeşit çeşit bal damlaları, polenler, salyangoz sümükleri, zakkum sütü ve daha adını bilmediğimiz on çeşit bitki attı. Her madde eklendiğinde yoğun ve kokulu bir duman yükseliyor ve sıradakini eklemeden önce on dakika kaynatmak gerekiyordu. En sonunda hazır gibi görünen iksiri denizkabuğundan bir şişeye doldurdu. Bu şişeyi soğuyuncaya kadar her gece ay ışığıyla yıkanan bir kuyunun içinde bekletti. Ve en sonunda güneşin son ışıkları da gitmek üzereyken iksir hazır hale gelmişti. 

Nina iple sarkıttığı şişeyi kuyudan çekti ve hemen eve dönüp odasına koştu. Iksiri içtiği zaman hemencecik derin bir uykuya dalacaktı. Bu yüzden yatağına oturdu ve bir dikişte bütün şişeyi bitirdi. Kokusu ve tadı iğrençti. Yine de her dolunay yaşadığı korkunç maceraları durdurabilecekse bu tada razıydı. Nina son yudumunu da yuttuktan sonra bir anda gözleri ağırlaştı. Bedeninde ağır bir uyku hakim olmaya başladı. Elleri gevşedi ve şişeyi düşürürken kendisi de yastığına doğru devrilip gitti. Iksir işe yaramıştı ve artık etkisi geçinceye kadar uyku labirentinde dolaşıp duracaktı.

Fakat bir terslik vardi. Nina bir anda gözlerini açtı ve gördüğü şey karşısında büyük bir çığlık koparttı. Ayakta durup çiğlik atarken baktığı şey yatakta baygın yatan kendisiydi. Iksirde bir şeyler ya ters gitmişti ya da bu o bahsedilen yanetkilerden biriydi. O kadar korktu ki bir süre hüngür hüngür ağladı. Ölmüş ve bir hayalete dönüşmüş olduğundan korkuyordu. Iksirin süresi bittiğinde bedenine geri dönebilecek miydi? O kadar çok ağladı ki başına komşu hayaletler de toplandı ve Nina onlardan korkup daha çok ağladı. Gözyaşları dışarıda yağmuru çağırırken hayaletleri ve onu şaşırtan bir sey daha oldu. Yatakta baygın yatan bedeni kendi kendine doğrulup oturmuştu. Nina şimdi ne yapacaktı?

Son

Not: Ah burada kesmek istemezdim tam da odaklanmıştım ama telefondan yazmak inanilmaz sinir bozucu sürekli harfler karışıyor. Yazım yanlışı da yapmış olabilirim affedin. Haftaya Nina bu işten nasıl kurtulacak beraber görürüz söz :)