One Shot etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
One Shot etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Kelime Oyunu 32

 


Selamlar herkese bu haftanın kelimeleri sevgili Ayça arkadaşımızdan gelmiş. Hafta bitmeden yetişmek istedim. Sınavıma az bir süre kaldığı için hiçbir şeye yetişemiyorum bu aralar. Umarım seversiniz :) 

  • Enfeksiyon, Park, Korku, Makyaj, Salıncak
Macera Parkı hafta sonunu geçirmek için ideal bir yer diye düşünmek kimin aklına gelmişti hatırlamıyordu. Fakat içlerinden hangisi bu fikri atmış olursa olsun hepsi eşit derecede pişman ve dehşet içindeydi. Gökçe asıldığı yerden düşmemeye çalışarak bir kez daha ayağının ucundan sallanan çantasına ulaşmaya çalıştı. Çanta kordonuyla beraber bileğine dolanıp düşmekten kurtulmuştu. Kendisi de tırmanış halatlarından birine belinden dolanıp uçurumda asılı kalmıştı. Arkadaşlarından biri son anda uçuruma yuvarlanmaktan kurtulduğu için şanslıydı fakat yardım çağırmaya gittiği dört saatten beri ondan da haber yoktu. Diğeri biraz daha yukarılarda bir çıkıntıya düşüp yaralanmış ve bayılmıştı. Kendine geldikten sonraysa elinden ağlamaktan başka bir şey gelmemişti. Çünkü burası dağ keçilerinin bile çıkamayacağı kadar dik ve yüksek bir kanyondu. Akşama kadar geri dönmediklerinde birileri onların kaybolduğunu elbet anlayacaktı. Ama Gökçe asılı durduğu yerde daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyor ve az önce kendine gelen Beril'in bacağındaki açık kırığın enfeksiyon kapmasından endişe ediyordu.

Buradan kurtulabilirse bir daha bebekler için olan salıncaklara bile binebileceğini sanmıyordu. Evde depresyonun dibine vurup çikolata yemek varken onu zorla buraya getirdiklerine inanamıyor ve düştükleri tehlike yüzünden aklını kaçırmanın eşiğinde gidip geliyordu. Ağlamaktan makyajı akmış suratı ve gözleri şişmişti. Saçı başı dağılmışken ve rüzgarın etkisiyle tutunduğu ip salınırken koskoca kanyonda garip bir korkuluğa benzediğini düşünüyordu. Hava kararmaya durmuşken garip ve korkunç gece kuşları çevrelerinde dönmeye başladığında bu korkunç halinin onları kaçırmasını umuyordu. Bir atmacanın veya akbabanın akşam yemeği olmak istemiyordu.

Çantaya ulaşmayı yine başaramamıştı. Çünkü bunu denediği her seferinde beline sarılı ip yerinden oynuyordu. Denemeyi bıraktığı sırada çantada çalan cep telefonunun sesi kanyonda yankılandı. Ona ulaşmanın imkanı yoktu. Yine de tek şansları bu olabilirdi. Son bir kez daha denemeliydi. Plates yapmanın verdiği avantajla bacağını neredeyse başına kadar kaldırmayı başardı. Bu sırada bir eliyle gevşemesinden korktuğu halata sıkıca tutunmuştu. Diğer eliyle çantaya uzandı. Fermuarı açıp içindekileri karıştırdı. Tam telefona ulaştığı sırada beline bağlı olan halat emniyet kilidinden kurtuldu. İşte o anda sanki bir an için havada asılı durabildiğini sandı. Sanki bir an için her şey durmuş zaman donmuştu. Hemen sonra düşmeye başladı. Çarpmanın etkisini bir an için hayal ettiğinde kalbi korkudan parçalanacak gibi oldu. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zordu. Geride bıraktıklarına mı yoksa gidişine mi üzülmeliydi bilemiyordu. Sonra sonunda yere çarptı. Ahşap zemine kafasını vurmuştu. Üzerindeki örtülerle mücadele ettikten sonra sonunda doğrulup oturmayı başardı. Böyle sıcak bir havada üzerine örtü örtmek gibi bir salaklık yapıp kabus gördüğüne inanamıyordu. Yerde duran telefonuna baktı. Birkaç cevapsız arama vardı. Mesajları açtığında kamp için hazırlıkları nasıl yapacaklarını soran grup sohbetini gördü. Kesinlikle gitmiyoruz diye yazıp telefonu yatağına fırlattı.

Son..

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 23

 


Kelime oyunumuz bu aralar deep ile aramızda paslaşma durumunda :) Tam buçuk kapanma dolayısıyla bloglar biraz sessiz sakin gibi :) Bu hafta da kelimeler benden olsun dedim ve işte seçimlerim:

  • Mağara, sakin, gece, kemik, ten

Fırtınanın sesi artık kulaklarımı tırmalıyordu. Fakat asıl sorun sesten kaynaklanan baş ağrılarım değil de soğuğun kemiklerimi bile delen hissiydi. O kadar soğuktu ki artık cihazlarımız donduğu için dereceyi ölçemiyorduk. Rüzgar tenimin açıkta kalan yerlerini buzdan bir bıçak gibi kesiyordu. Ekip yorgunluktan ne yaptığını bilemez haldeydi. Böyle giderse olduğumuz yere yığılıp kalacak ve üzerimizi kar kaplayacaktı. Fırtınadan dolayı birbirimizi işitemiyor, sadece el kol hareketleriyle iletişim kurmaya çalışıyorduk. Uyarı yapıldığında dağdan inmek için yeterince vakit bulamamıştık ve bu tehlikeli geçidi aşmak için önümüzde daha ne kadar yol olduğunu kestiremiyordum. Etrafta uçuşan kar taneleri ve ışığını kaybetmiş bir gece içerisinde hiçbir dönemeç, hiçbir kayalık, hiçbir şey tanıdık değildi. Birbirimize güvenlik ipleriyle bağlıydık. Sol tarafımızdaki kayalık duvarda önceden belirlenip sabitlenmiş güvenlik halatlarına kendimizi bağlayarak yavaşça ilerliyorduk. Fırtına uyarısı yapıldığında geri dönmeye kalkışmadan en başında sığınacak bir yer aramış olsaydık durumumuz belki de daha iyi olurdu. Tehlikeli bir karar almak zorunda kalmıştık ve seçimimiz bizi hazin bir sona götürüyor gibi görünüyordu.

Böyle ilerlemeye çalışırken ekipten birinin ayağının kaymasıyla büyük bir tehlike atlattık. Genç kız duvardaki güvenlik hattına bağlandığı yerden bir sonraki kısma atlatmak için bağlantısını çözdüğü sırada kendini bir anda uçurumda bulduğunda onu kurtaran tek şey önündeki ve ardındaki kişilere kendisini belinden bağlayan o ince hayat ipi oldu. Tabi bu beklenmedik durum karşısında herkes dehşet içinde kalmıştı. Kızı sallandığı yerden yürüdüğümüz ince patikaya çektiler. Herkes bu sırada olduğu yerde sabit durmuş kıza en yakında bulunanların müdahalesini beklemek zorunda kalmıştı. Sıralı halde ilerlemek zorundaydık. Ani hareketler yapmak herkesi tehlikeye atıyordu ve sıralı hareketlerle ilerleyebiliyorduk. Kızı tekrar güvence altına alıp sakinleştiğimiz sırada yer büyük bir sarsıntıyla ayağımızın altından kaydı. Neler olduğunu anlayamadan yürüdüğümüz yol büyük bir gürültüyle sol tarafımızda oluşan çukura doğru çöktü. Bütün ekip bir dondurmanın üzerinde yuvarlanan çikolata taneleri gibi bu çukura kaydı. Bir mağaranın tavanının çöktüğünü ve içeriye yuvarlandığımızı anlayacak kadar uyanık kalabilmiştim. Ama sonra başıma aldığım bir darbeyle kendimden geçtim. Her şey iyi olacak mıydı merak ediyordum. Tabi uyanabilirsem.

Son..

2 Mayıs 2021 Pazar

Kelime Oyunu 22

Herkese selamlaar. Bu hafta hikayemi gecikmeli yayınlıyorum. Umarım seversiniz :) Kelimeler çakıltaşım deepsiden geldi:

  • Cadı, lezzet, yıldız, bulut, bal. 
Şu dünyada vampirlerin domates tutkusunu geçebilecek tek bir şey vardı o da cadıların bal tutkusuydu. Her dolunayda tıpkı diğerleri gibi Nina'yı ormana çeken şey de işte buydu. Her ay dolunay gecesi başlıklı pelerinini sırtına geçirir ve ormanın derinliklerinde kaybolurdu. Aradığı lezzete ulaşana kadar kendinden geçmiş gibi hiçbir şey düşünmez ve nereye gittiğine dikkat etmezdi. Bunların hiçbiri elinde değildi. Taze balın kokusunu kilometrelerce öteden duyar ve bir kez bunu fark ettiğinde onu durduracak hiçbir şey olmazdı. Yolculuklarının sadece başlangıcını hatırlar ve kendine geldiğinde daima bala ulaşmış ve keyfini sürüyor olurdu.

Yine bir dolunay gecesiydi. Her seferinde kendini bodrum katına zincirleyip durdurmaya çalışmış olsa da işte yine zincirleri kırmış ve kendini karanlık ormana atmıştı. Bulutlar yıldızları yavaşça örtmeye başlamış ve dolunayın büyülü mavi ışığı bir hale yaratmıştı. Yakında o da yok olacaktı. Sık yapraklı devasa ağaçların arasında tümüyle karanlıkta kalacaktı. Elbette bütün bunların farkında bile değildi. Kimi zaman kendine geldiğinde ağaç dalları, dikenler ve keskin kayalıklar yüzünden yara bere içinde olduğunu görürdü. Kimi zaman kuşların, sincapların veya en kötüsü de arıların saldırısına uğramış olurdu. Bu sefer kendine geldiğinde bal dolu bir kuyunun içine düşmüş olduğunu gördü. Karstik kayaların içinde oluşmuş kuyu şeklinde bir oyuğun içine arılar bal için yuva yapmıştı. Kuyunun duvarları tamamen bal petekleriyle kaplanmış içerisi ise beline kadar taze bal dolmuştu. Buraya nasıl düştüğünü anlamaya çalışmadı. Onun yerine arıların nerede olduğunu merak etti.

O kadar çok bal yemiş ve o kadar çok bala batmıştı ki arılar onu bulsa sağ çıkamazdı. Duvarlardan tırmanmayı deneyip başarılı olamadı ve tekrar balın içine düştü. Biraz mücadele ettikten sonra bir cadı olduğunu nihayet hatırladı. Sihirle kendini kuyudan yukarıya doğru yükseltirken üzerinden bal akıyordu. Nihayet kuyudan dışarıya çıktığında gördüğü manzara son derece şok ediciydi. Kovanın bütün arıları havada birer boncuk gibi asılı kalmıştı. Onları havada oldukları yere sabitleyen bir büyü yapmış olmalıydı. Büyülerinin süresi genelde değişken oluyordu ve bir türlü ne zaman biteceklerini tahmin edemiyordu. O yüzden buradan bir an önce ayrılmalıydı. O da öyle yaptı. İşte bu Nina'nın bal maceralarından sadece bir tanesiydi.

Son.

21 Nisan 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 21

Selamlar canım blog ailesi nasılsınız :) Razaman ayı başladı hepinize bir rehavet çöktü sanki hıı :) Tabi bunda canım Nisan ayının bahar havasının da suçu olmalı bir de sanırım sınav haftası filan olabilir. Ben de geçen gün sınavda epey yorulmuştum ancak kendime geldim ve bu haftayı bloğa ayırıp sonra yine ders çalışacağım :) Öğrencilik üzerime yapıştı çok da yakıştı bence, mutlu oluyorum ders çalışınca da keşke yorucu olmasa :) Bu hafta kelime önerisi gelmeyince görevi yine devraldım zira hikayeler uydurmak bana her zaman iyi gelen bir şey. Bu arada online birkaç sertifika dersi almıştım onlara da bakmam lazım şimdi hatırladım hootkaaa!

Hadi başlayalım :)

Not: bu hikaye bir rüyadan birkaç eklemeyle daha önce kurguladığım Odin adlı hikayenin devamı niteliğinde. İlk bölüm için (şuraya), ikinci bölüm için de (buraya) tıklayabilirsiniz. Kısa bir hatırlatma eklemem gerekirse birkaç psişik yeteneğe sahip üç kız arkadaş (Lenu, Mari, Kei) uzun bir yolculuk sırasında yoruldukları için rotalarından çıkıp bir kasabaya uğrar ve dinlenmek için bir otel araştırır. Kasabada garip ve ürkütücü bir antikacı onlara bir adres verir. Gittikleri adres son derece ürkütücü tuhaf ve sıra dışı bir binadır. Bu binanın tasvirini yaparken eğlenmiştim :) Kapıyı onlara kargalarla bakışarak iletişim kuruyormuş gibi görünen karanlık bir kadın açar. Lenu en başından beri bir tuhaflık hissetmiş olsa da yorgunlukları onları içeri girmekten alıkoyamaz. Ve olaylar böyle başlar.

.......

Gıcırtılı kapıdan içeri girer girmez dışarıda ani bir gök gürlemesi ve şimşeklerin ardından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Bunu hiç beklemiyorduk çünkü az önce açık havada batan güneşin paletteki çeşitli renklere boyadığı gökyüzünde yıldızlar bize göz kırpıyordu. Kapı ardımızdan kapatıldığında duyulan o ağır sesle sanki suyun metrelerce altında bir denizaltının ağır kapıları ardına kilitlenmişiz gibi hissettim. Kapıyı tekrar açmak istesem bunu başaramayacağım kadar güçlü bir kuvvetle kenetlenmiş olduğuna dair ürkütücü fikirler aklımda kıvılcımlar gibi yanıp sönüyordu. Yağmur o kadar şiddetliydi ki zihnimde sanki bir kovaymış gibi tüm kasabaya sular doluyor ve içinde bulunduğumuz bu ucube bina yavaşça suların altında kalıyordu. Uyumam lazım diye düşündüm. Bu mantıksız düşüncelerin tek sebebi uykusuzluk olmalıydı.

Girişte biraz ilerleyip bankonun ardına geçen kadının yanına vardık. İçerisi o kadar loş hatta karanlıktı ki çevredeki biçimlerin gerçek şeklini hemen algılayamıyordum. Biraz dikkat edince içerisinin de dışarısı kadar tuhaf olduğu fark ediliyordu. Her yerde kargalar vardı. Biblo falan değil canlı kargalardı bunlar. Bulabildikleri her yere tünemiş ve yuvalanmışlardı. Ve hepsi de sadece bizi izliyor gibiydi. Ağır ahşap süslemeler, postlar, garip heykelcikler ve duvarlarda çeşit çeşit saatlerle garip bir dekorasyonu vardı. Her şey kahverengi, siyah ve bunlara yakın tonlardaydı. Bankoda arkadaşlarımla beraber gazeteci kimliklerimizi gösterip oda istedik. Aslında böyle korkunç bir yerde hepimizin aynı odada bulunmasını tercih ederdim ama kadın bunun mümkün olmadığını ve sadece tek yataklı üç odanın kaldığını söyledi. Bu çok garipti çünkü etrafta bizden başka bir insan olduğuna beni ikna edebilecek hiçbir iz yoktu. Mari ve Kei ile biraz bakışırken durumu kabullenmekten başka seçeneğimiz olmadığını düşünüyorduk. Ayrıca ikisi etraftaki kargaları yeni fark etmiş ve tuhaf davranmamaya çalışarak onları inceliyorlardı. Kadına ışıklarda sorun olup olmadığını sordum. Bu karanlık gerçekten rahatsız ediciydi. Elektrik sisteminde arıza olduğu için mumlar ve gaz lambalarıyla idare edildiği cevabını aldım. Bunu söylerken yüzüme suç işlemişim gibi bir kızgınlıkla bakıyordu.

Kızların ve benim elime birer tane gaz lambası tutuşturduktan sonra duvarda asılı duran üç anahtarı aldı. Sahiden de etrafta başka oda anahtarı görünmüyordu. Kendisi için de bir şamdan alıp yolu göstermek için önden ilerledi ve takip etmemizi işaret etti. Bekleme salonunu ve geniş bir alanı geçtikten sonra birkaç basamağın ardından ikiye ayrılıp yukarıya iki cepheden devam eden bir merdivene geldik. Buradan ikinci kata çıktığımızda aşağıdaki lobiyi ve karşıda binanın sol kanadına devam eden koridorun karanlık girişini görebiliyorduk. Merdiven tarafındaki duvarda tavana kadar uzanan vitraylı pencereler arasındaki nişlerin içinde gotik üsluplu heykeller vardı. Karanlıkla beraber olduklarından daha korkunç ve trajik görünüyorlardı. Tavanda lobiye ışık sağlaması gereken altıgen bir tavan penceresi vardı fakat yağmur ve fırtınadan dolayı işlevini yerine getiremiyordu. Ahşap trabzanların ve zeminin verniği sanki daha yeni atılmış gibi parlak ve taze görünüyordu. Koyu renk ve desenli duvar kağıtları da pek eskimemiş gibiydi. Sağ kanadın koridoruna girip ilerlemeye başladığımızda burada hiç karga olmadığını görmek içimi biraz rahatlatır gibi oldu. Anlaşılan hepsi sadece lobide takılıyordu.

Birkaç oda kapısını geçtikten sonra ikisi yan yana birisi ise karşı taraflarında olan üç odayı işaret etti ve anahtarları üzerilerine takıp öylece bıraktı. Koridor boyunca duvarlara dizilmiş garip karanlık tablolardan başka hiçbir şey yoktu. Kadın "Umarım huzurlu uyursunuz." dedikten sonra arkasını dönüp gidecekken Kei "Yemek saatini henüz geçmediğimizi umuyorum ama geçtiyse de bir şeyler bulabilmemiz mümkün mü acaba?" diye sorarak hepimizin midesine tercüman oldu. Açıkçası böyle bir yerde sağlıklı bir yemek bulabileceğimizden şüphelerim vardı. Fakat en azından bir parça ekmek bile bizi memnun edebilirdi. Kadın bir an düşündükten sonra biz yerleşene kadar birini göndereceğini söyledi ve başka sorumuz olup olmadığını pek umursamadan geldiğimiz yoldan geri döndü.

Odalar birbirinin aynısıydı. Yine karanlık ve yine gotik tarzda eşyalar mevcuttu. Merkezde tek kişilik dört direkli ve sineklikli bir yatak, duvarlarda aynı duvar kağıdı ve  korkunç tablolar, köşede altı köşeli asimetrik aynasıyla bir makyaj masası, boş bir gardırop ve kapının tam karşısında boydan boya cam kapısı olan bir balkon duruyordu. Kat kat ve zarif işlemeli Fransız perdeler ve tüller açık renkleriyle odada bir tezat yaratmıştı. Zeminde oval krem rengi ve desensiz bir halı serilmişti. Aynalı masa üzerinde ve komodinlerde danteller serilmiş, gardırobun camlı kapağına da içten dantelli perde takılmış olması binanın dekorasyonunun yıllardır aynı kalmış olduğunu tahmin etmemiz için yeterliydi.

Biz konuşurken kapıda elinde yiyecek dolu bir tepsiyle bir görevli belirdi. Adının Odin olduğunu öğrendiğimiz genç adam bir hayalet kadar solgun görünümlü ve bir o kadar da acı çekiyormuş gibi bir yüz ifadesine sahipti. Gözleri hafif uzamış saçları gibi simsiyah incilere benziyordu ve sanki içlerinde bir çeşit kıvılcım yanıyor gibiydi. Ona elektriğin ne zaman gelebileceğini ve diğer odaları tutan insanların neden hiç etrafta olmadıklarını sordum. Yağmurdan dolayı herkesin erkenden uyuduğunu söyledikten sonra bize "Buraya gelmek için yanlış zamanı seçtiniz. Belki de hiç gelmemeliydiniz." dedi. Bu tuhaf ifadeden sonra ne düşünmemiz gerektiğini tam anlayamadan yarı açık duran kapıya kuşkulu şekilde baktığını fark ettim. "Ne demek istiyorsun Odin?" diye sorduğumda birinin onu duymasından korkar şekilde fısıltıyla "Çok fazla konuşmaya yetkim yok. Lütfen saat on ikiden sonra gece boyu odanızdan hiç çıkmayın ve sabah olmasını bekleyin. Ne olursa olsun odanızdan çıkmayın." diyerek izin istercesine başını aşağı yukarı sallayıp dışarı çıktı ve kapıyı kapatarak gitti.

Bu tuhaf ve kısa konuşma şüphelerimizi biraz daha artırmıştı. Bir şeyler döndüğü artık kesindi ama ne olduğunu bilemiyorduk. Mari her zaman biraz daha iyimser ve aklı havada olanımız olarak "Belki de sadece konuklarla kafa bulmayı seviyordur. Epey yakışıklı bir vampire benzediği için söylediklerine pek odaklanamadım açıkçası." diyerek güldü. Aklından kahve içmek bahanesiyle mutfağa gidip çocukla sohbet etmek geçtiğinden emindim. Böyle bir yerde onu aramak zorunda kalmamak için kısa bir uyarı geçtim. Telefonlarımızın şarjı saatler önce bitmişti ve binada elektrik olmadığı için de şarj edemiyorduk. Uyumadan önce kapılarımızı içeriden kilitlemeye karar verdik. Olur da uyuyamazsak hepimiz aynı odada toplanırız diye anlaştık. Sonra da odalarımıza dağıldık. Daha önceden yaşadığımız bazı olaylar nedeniyle odaların her yerini ve banyoları kontrol etmiş ve gizli bir kapı veya kamera olup olmadığına bakmıştık. Her zaman hayaletlerin peşinde koşan avcılar olduğumuz ve garip olayları çözdüğümüz için başımıza tuhaf şeyler gelebiliyordu. Kapımı içeriden kilitleyip gaz lambasıyla beraber banyoya gitmeden önce aynanın üzerini bir örtüyle kapattım. Geceleri aynalardan hoşlanmıyordum. Onlarla kötü anılarımız vardı. Kızlarla konuşurken küveti sıcak suyla doldurmuştum. Biraz ılımaya başlamıştı. Üzerine biraz soğuk su dökerken köpüren sabunlardan birini içine attım. Uyumdan önce biraz rahatlamak iyi olacaktı. 

Soyunup küvete girdim ve çeneme kadar suyun içine gömüldüm. O uzun araba yolculuğundan sonra bu gerçekten mükemmel bir histi. Bedenimin bu kadar ağrıdığını fark etmemiştim bile. Banyo aynasının üzerine astığım havlunun düşerken çıkarttığı sesle kendime geldiğimde orada öylece uyuykakldığımı fark ettim. Ne kadar süredir uyuduğumdan emin değildim fakat su buz gibi olmuştu. Bu durum içimi ürpertmişti.

Şimdilik Son diyelim epey uzadı çünkü :)

Bu hafta için seçtiğim kelimeler: Su, Yemek, Arkadaş, Ahşap, Işık

10 Şubat 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 11

Bu haftanın kelimeleri sevgili Ebemkuşağı'ndan geldi :)

  • Ihlamur, Yolcu, Çocuk, Sayfa, Yağmur
Kitap Şekeri

Ihlamur ağacının gövdesine yaslanmış halde cebinden çıkarttığı gazeteye sarılmış üç beş şekeri saydı çocuk. Bunları elma, nane, çilek ve limon biraz da çam veya erik reçinesi ve başka malzemeler kullanarak evde yapıyorlardı. Eskiden kalma bir tarifti. Tadı pek mükemmel değildi ama ekşi aromanın içinde meyvenin gerçek tadının ortaya çıkışı her defasında ağzını sulandırırdı. Bugün yanında yirmi tane getirmişti. Hepsini gazete kağıdından yaptığı koninin içine koymuştu. Saymayı bitirdikten sonra paketin ağzını tekrar büzüp beklemeye devam etti. Rüzgar tatlı tatlı eserken bin bir çeşit otun ve çiçeğin kokusunu da beraberinde taşıyordu. Sazların ve otların arasından şamatacı böceklerin sesi göklere yükseliyor bunlara bir de kuş sesleri karışıyordu. Sırtını verdiği ağaç aşağıdaki yolu gören ve pek de yüksek olmayan bir tepenin üzerindeydi. Yolun gerisinde de tarlalar uzanıyordu. Sol tarafta uzakta ve biraz daha aşağıda ovanın ardında deniz ince bir çizgi halindeydi. Köy ise arkasında kalmıştı. Havanın bebek mavisi rengine bakınca dün gece yağmur yağdığını kimse söyleyemezdi. Tek kanıtı sazların arasında yer yer birikinti halinde suların kalmış olmasıydı. Karşıdaki tarlanın içinde de su birikintileri altın parçaları gibi parlıyordu.

Yolun sağ tarafından yaklaşmakta olan sırt çantalı ve bisikletli genci görünce doğruldu ve kocaman sırıttı. Sözleştikleri gibi tam zamanında geleceğini biliyordu. Gencin yaklaşmasını bekleyemeden tepeden heyecanla inerken son adımda sıçrayarak yolun ortasına atladı ve dengesini sağlayıp yolcuya doğru koşturdu. Gencin yanında bir tek sırt çantası ve boynuna asılmış bir fotoğraf makinesi ayrıca bir de bazı eşyalarına kolay ulaşmak için irice bir bel çantası vardı. Bisikletinde de yine başka bir çanta bağlanmıştı ve içinde muhtemelen uyku tulumu veya çadır bulunan rulo yapılmış bir şey de üzerinde sabitlenmişti. Çocuğun koşarken düşmesinden korksa da o da heyecanlanmıştı. Birbirlerinin sırtını tıpışlayarak sarılıp selamlaşmanın ardından nasıl olduklarını sordular. "Güneş gibiyim bugün parıldadığımı görmüyor musun?" diye cevapladı çocuk. "Bu sefer nereye gidiyorsun, bir adaya mı yoksa dağların tepesine mi?" diye sormayı da ihmal etmedi. Genç delikanlı bir süredir bu birkaç çanta ve bisikletiyle canı nereye isterse seyahat ederek yaşıyordu. Birkaç aydır da yolunu özellikle buradan geçirerek civar bölgelerde dolaşmıştı. Buradan ilk kez geçişinde ağaçta baygın ve ters sallanırken bulduğu bu ufaklığı kurtarmış ve o da karşılığında ev yapımı şekerlerden vermişti. Bir kuşu kediden kurtardığı sırada elinin altında iyice gerildikten sonra yanlışlıkla serbest bıraktığı bir dal fırlayıp başına çarpınca bayılmış, bu sırada ayağı dala takılı kalmıştı. Onca yükseklikten yere düşmediği için şanslıydı. Genç yolcu şekerlerin karşılığında ona kitap hediye etmişti. Burada bir kitaba ulaşmak son derece zor olduğundan çocuğun hazine bulmuş kadar sevinç ve minnetle dolduğunu görünce onun da içini bir neşe sarmıştı. Sonra ne zaman buradan geçerse şekerler karşılığında ona kitap vermeye devam etmişti.

"Bu kez şu denizin içindeki bir adaya gidiyorum. Ama merak etme seni ziyarete gelmeye devam edeceğim fakat bu sefer biraz uzun sürebilir." diye yanıtladı çocuğun sorusunu. "Yaklaşık iki ay sonra beni yine burada bekler misin?" diye sordu. Çocuk bunu başıyla onayladıktan sonra "Geri geldiğinde bana maceralarını da anlatır mısın?" diye soruyla karşılık verdi. Delikanlı buna söz verirken şekerler karşılığında ona beş kitap verdi. Çocuk güleç yüzündeki neşeyle sayfaları evirip çevirip hızlıca göz atarken bir tanesinin dinozor resimleri ve bilgileriyle dolu olması karşısında sevinç naraları attı. Deli kanlı geri dönünceye kadar bunların çocuğa yeterli olacağını düşünüyordu. Sonra gideceği adadaki aile evinde bulunan devasa kitaplıktan hatırı sayılır birçok kitabı ona getirmenin hayaliyle gülümsedi. Bunu ona henüz söylememişti çünkü onca kitapla geri geldiğinde yüzünün alacağı hali görmek istiyordu. Tekrar sarılıp vedalaştılar ve kitaplara sımsıkı sarılan ufaklık arkadaşı görünmeyene dek onu izledi ve evine dönerken onun yaşayabileceği maceraları hayal etti. Belki büyüdüğünde o da simbad gibi bir denizci olabilecekti.

Son..

:)

Not: Umarım bu kısa hikayeyi sevmişsinizdir. O kadar yorgun ve yarı uyur halde yazdım ki şuan bile bu cümleyi kurmakta zorlanıyorum :) Daha sonra kontrol edeceğim ama insallah acayip mantıksız ve kötü ve imla hatalarıyla dolu olmamıştır. Sizleri de okumaya geleceğim elbette görüşürüüüz :) 

30 Ocak 2021 Cumartesi

KELİME OYUNU 9

Kelime oyunu bu hafta sevgili MinikMini'nin kelimeleriyle devam ediyor :) Hikaye uydurmayı sevdiğim için ben de her hafta derslerin arasında yazmaya çalışıyorum umarım keyif alarak okuyorsunuzdur :)

Bu haftanın kelimeleri: Melek Tütsü Ritüel Yazar Gül

20 Ocak 2021 Çarşamba

Kelime Oyunu 8


Selamlar herkesee :) Bu haftanın kelimelerini sevgili Andromeda verdi, en zorlandığım kelime bir balo ortamına uydurmaya çalıştığım için "roman" oldu :)
  • Roman, İbiza, Çiçek, Maske, Bahar
Çiçek Baharı

"Ah limon çiçeğim... Nedir bu üzerindeki hazan yaprakları, bakışlarındaki çiğ taneleri.. Yine mi bana kırgın gönlün sakladı güneşleri.. Bak hadi gülümse biraz bahar gelsin, yaprakların rüzgarla dans etsin, kuşlar bir Akdeniz şarkısı söylesin.."

"Bir şiir yeniden yazılamaz mı bir kalp defalarca onarılırken?"

"Güller ve menekşeler kıskanır gülüşlerini, hadi artık kırma bu böğürtlen perisinin kalbini."

Limon çiçeği okuduğu notlara bir süre bakakaldı. O kadar komik gelmişti ki kızgınlığı uçuvermişti. Notları hafifçe yukarı kıvrılan dudaklarının eşliğinde üst üste koyarak katladı ve minik çantasının içine koydu. "Bana sadece çikolata getirsen de olurdu ama şiir yazmaya çalışman da etkileyici." dedi katıla katıla gülmemek için kendini tutarken. "Ama hadi birinci not tamam, sonuncusu da gayet başarılı da ikinci nottan bir şey anlamadım, sürekli kırılan bir kalbin neresi iyi akıllım!" diye eklerken bu defa bir kahkaha kopardı. Beraber partiye gitmek konusunda sözleşmişlerdi ama arkadaşı birkaç dakikaya geliyorum dedikten sonra iki buçuk belki de üç saattir onu bekletmişti. Saçlarında ve üstü başındaki bütün çiçekler solmaya başlamıştı bile. O kadar ki az daha geldiği gibi geri dönüp ağacında bir kış uykusuna dalacaktı. Karşısındaki melek elini uzatmış onu bekliyordu. Oturduğu yerden ayağa kalkarken uzatılan eli tuttu. "Yine de çikolata isterim." demeyi unutmadı. İbiza'da bir maskeli baloda her şey olması gerektiği kadar normal olması gerektiği kadar da komikti. Yılın bu zamanında insanlar ortada yokken diğerleri böyle bir fırsatı kaçırmayıp insanların kılığına girer ve onlar gibi bir parti düzenlerdi. Güneyden vampirler, kuzeyden zombiler, doğunun hayaletleri ve batının böcürtleri hepsi de istisnasız buradaydı. Bununla birlikte birçok çiçek, börtü böcek ve başka periler de vardı. Beraber bembeyaz taş basamaklardan inip aşağıdaki kumsala kurulan dans pistine gittiler. İkisi de dans etmeyi bilmiyordu ama bir limon çiçeği ve bir melekten de normal bir şey beklenemezdi. Saçma sapan zıplayıp dans ettiler. Her an kollarıyla dirsekleriyle birilerine vurabilirlerdi. Neyse ki öyle bir talihsizlik yaşanmadı. Etraftaki vampirler, kurabiyeler, vikingler, kızılderililer, böğürtlen çalıları, zombiler ve dahası da normal ve sakin danslarını bırakıp onlara katılınca ortalık fantastik bir kreşe döndü. İşte yılın bu günü İbiza sahillerinde bir örneği daha olmayan, romanlara yakışır bir maskeli balo olarak hatırlanacaktı. 

Son

:)

S..

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Ay Işığında Toz Tanesi

Okurken dinleyiniz :)

  Başını okşayan el ondan uzaklaşırken gözlerini açmadı. Adımların sesinden onun hareketlerini tahmin edebiliyordu. Sağ eliyle yorgunluk çöken gözlerini ovuşturduğunu, üzerindeki örtüyü düzeltirken sol ayağına ağırlık verdiğini, derin bir nefes alırken gözlerini sımsıkı kapatıp açarak yüzünde yorgunluktan mı kederden mi olduğunu anlayamadığı o donuk ifadeyi bir an için bozduğunu görür gibiydi. Ayakta durmuş onun kapalı gözlerini kontrol etmişti. Sonra yumuşak adımlarla önce pencereye gidip kilidi kontrol etmiş ardından tekrar yanı başına gelerek komodinde duran kandili eline alıp usulca kapıya ilerlemişti. Kapının aralık kalmasından korktuğunu bildiği için ses çıkartmadan tamamen kapatarak sonunda dışarıya çıkıp uzaklaşmıştı. Bekledi. Çevrede hiç hareket kalmadığından emin oluncaya dek ama uyuyakalmamaya dikkat ederek bekledi. Heyecandan kalbi bir kuş gibi pıt pıt çırpınıyordu. Sonunda zamanı geldiğine emin olduğunda harekete geçti.

11 Kasım 2018 Pazar

Labirent


  Garip bir labirentin içindeyim. Ne bir adım öncesini anımsıyorum ne de bir sonraki köşede ne olduğuna dair bir fikrim var. Başımı kaldırıp göğe baksam köpüren siyah bulutlara dalıp çıkan serseri tipli karanlık kuzgunlar çevremden daha iç açıcı bir manzara sunmuyor. Oysa kızıla mora çalan biraz da lacivert bir akşam sefası görmeyi beklerdim. Sonra bir de martı sesleri olmalıydı. Güzel kokular duymalıydım. Güzel kokuları severim. Güzel kokuları kim sevmez? Limon, lavanta ve adını bilmediğim bir çiçek kokusu daha... Bir de gece göğüne veya sabah güneşine benzer bir ses hafiften şarkı söylese ruhumun çocuk yanları yine neşeyle kıpırdanırdı...

  Oysa kuzgunların tepemde dans ettiği fırtına sesleriyle dolu bir yaprak ormanında yolumu daha ne kadar kaybedeceğimi bilmeden dolaşıp duruyorum. Tenim buz kesmiş soğuktan üşürken nefesim kesiliyor, ardımda bıraktığım her köşe peşimden gelen yaratıkların her an üzerime atılacağı korkunç tuzaklar gibiyken geri dönmeye korkuyorum.

  Kafamın içinde kelebekler benim kadar telaşlı dans ediyor aklımdan geriye kalanları da etrafa saçıp dağıtıyorlar. Korkuyla titreyen ellerim hızla ilerlerken düşmemek için bir yerlere tutunmama izin vermiyor. Tökezliyorum. Düşüyorum. Dizlerim kanıyor. Sonra yine devam ediyorum. Yaratıklar duymasın diye korku çığlıklarımı ustalıkla yutarken çırpınan yüreğimin patırtısını bulutlarla kavga eden kuşlar bile işitiyor.

  Labirentten çıkamıyorum. Ne kadar devam etsem de bu yolun bir sonu hiç yokmuş gibi geliyor. Yorgunluk tüm canavarlardan daha tehlikeli. Daha fazla adım atamıyorum. Zehirli olduğunu hissetsem de güzel kırmızı çiçeklerin açtığı bir duvarın önünde yere çöküyorum. Biraz dinlensem, biraz gözlerimi kapatsam her sey düzelirdi belki. Gözlerimi açık tutamıyorum. Serseri kuzgunlar bulutlarla yarışıyor. Sarmaşıklar bedenimi sararken kıpırdayamıyorum. Gözlerim kapanırken lacivert bir akşam sefası hayal ediyorum. Birisi cayına iki şeker atıp karıştırıyor. Taze simit ve peynir kokuyor her yer. Yüzümde güneş sıcaklığı... Ruhumun çocuk yanları neşeyle dans ederken uykuya mı dalıyorum uyanıyor muyum anlamıyorum...

Son.
Not: Bu bir rüya yazısı :)
S..

17 Ekim 2018 Çarşamba

Teraryum 2. Bölüm


  Kızlarla bunu anlamaya çalışıyorduk. Burada ne olmuş olabilirdi böyle? Sonra bu odanın kime ait olduğunu hatırladık. Ev sahibi! Burada ne yapmıştı? Ben panikle halıyı düzeltip ayağa kalkarken kızlar sessizleşti ve kapıdan adamın bize baktığını gördüm. Yine aynı donuk gözler ve asık suratla hiç değişmemişti. "Eviniz çok nostaljik, duvarlardaki geyik boynuzları ayrı bir hava katmış herhalde siz avlıyorsunuz. Gerçekten muhteşem." diyerek dikkat dağıtmaya çalışan birkaç cümle daha saçmaladım. Adam yine tepki vermeden gitti. Açık kalan kapının ardındaki boşluğa bakakalmıştım. Tehlike içgüdüsünün yarattığı titreme ensemden sırtıma doğru karıncalanıyordu. Kızlar da oldukları yerde donup kalmıştı. Lülü hızlı adımlarla ilerleyip kapıyı kapattı. Bir an için şiddetle geri açılacağını ve saldırıya uğrayacağımızı sanmıştık. Fakat iki üç dakika geçtiği halde öyle bir şey olmadı. Burada kalmamız hiç güvenli görünmüyordu artık. Telefonlarımızdan grubun geri kalanına ulaşmaya çalıştık ama şebeke çekmiyordu. Dışarıya çıkıp şüphe çekmek de istemiyorduk. Peki ne yapacaktık?

  Odanın sahip olduğu tek pencere platforma bakıyordu. Işığı çoktan kapatmıştık. Kapının önüne yatağı çekip bir set oluşturmuş ve ne yapacağımıza karar vermeye çalışıyorduk. Ben pencerenin kenarında perdeyi açmadan sessizce dışarıyı gözetliyordum. Dışarıdan görülmediğimden emindim. Kaldığımız yer girişteki merdivenlere en yakın yerdi. Bu nedenle geç saatlere kadar bir sağa bir sola pek çok kez adamın camın önünden geçişini izledim. Bir defasında onu izlediğimden habersiz bir dakika boyunca pencereye baktı. Diğer seferlerde ise sanki bizim odanın önünden geçerken kasten yavaşlıyor gibiydi. Ne konuştuğumuzu duymaya çalışıyor veya uyuyup uyumadığımızı anlamak istiyordu sanki. Davranışları kadar elinde taşıdığı orak da endişelenmemiz için başlı başına yeterdi. Tamam, adam besinlerini kendi ekip biçiyor olabilirdi ama gecenin ikisinde orakla dolaşmak pek akla yatkın değildi.

  Onu en son görmemizin üzerinden yaklaşık bir saat geçtikten sonra harekete geçmeye karar verdik. Planımız grubun geri kalanı için hızlıca diğer iki odaya ulaşmak ve araç gereç depolandığını gördüğümüz küçük kulübeyi karıştırıp benzin olup olmadığına baktıktan sonra buradan ayrılmaktı. Oda ücretlerini çoktan vermiştik bu nedenle benzini aldığımız için suçlu hissetmemiz gerekmiyordu. Mely, ya benzin yoksa o zaman ne kadar devam edebiliriz diye sordu. Son yedekleri kullanmıştık ve o da bizi fazla uzağa götürecek kadar kalmamıştı. Yine de burada kalmaktansa yolun geri kalanında bir arada kalıp yürüyerek devam edebileceğimizi söyledim. Otobüsle ilerlemekten daha kolay bile olabilirdi. Bir dere bulur ve onu takip ederdik. Sonunda bizi ya denize ya da bir yerleşim yerine ulaştırırdı.

  Perdeyi usulca aralayıp sonra da ses çıkartmamasını umarak pencereyi açtım. Kızlar ardımda şüpheyle dışarıya bakıyordu. Öyle korkuyordum ki her an vazgeçebilirdim fakat evvelden beri yanımda korkan başka birisi olduğu zaman onu koruma içgüdüsüyle saçma bir cesarete sahip olurdum. Ruh halimi dışa yansıtmadan kızlara beni takip etmelerini işaret ettim. Böyle durumlarda kimse geride kalmamalıydı. Dışarıda gece böceklerinin sesleri düzenli bir ritm tutturmuştu. Çevreyi aydınlatan tek şey bazen bir bulutun ardına saklanan yeni aydı. Nefesimi kontrol altında tutmaya çalışıp pencereye tırmandım. Ayaklarımı sınırdan dışarıya uzatırsam geri dönemeyeceğim düşüncesi bir an için duraklamama neden olsa da sonunda ayakkabılarım elimde olduğu halde platforma adım attım. Üşüdüğümü hissettim fakat bu salt hava durumundan kaynaklı değildi. Kanım damarlarımın içinde yavaşça buz tutuyor gibiydi. Karanlığın içinde göz gezdirdim. Bütün pencereler mümkün olduğundan daha az bir ışık yansıtarak bu soğuk atmosfere katkıda bulunuyordu. Bütün perdeler kapalıydı fakat içeriden dışarının görünmesinin daha kolay olduğunun farkındaydım. Hızlı hareket etmek zorundaydık. Bir çırpıda ve sessizce platformun öbür ucuna ilerledik. Grubun geri kalanı yan yana olan iki odadaydı. Işıkları kapalıydı. Uykularının çok derin olmamasını umdum.

  İlk odaya ulaşınca kapıya ses çıkartmamaya çalışarak birkaç kez vurdum. İçeriden bir tepki alamıyordum. Kızlar da diğer odanın kapısına varmış aynı şeyi tekrar ediyordu. Ama oradan da bir ses yoktu. Kilitli olmamasını umarak kapı koluna asıldım. Ve kapı şaşırtıcı şekilde kolayca ardına dek kayıp açıldı. İçerisi o kadar karanlıktı ki ilk başta bir şey görmek imkansızdı. Kızlara yanıma gelmelerini işaret edip korkarak kapıdan içeri bir adım attım. Birilerine seslendim. Köşelerde birer tane olmak üzere dört yatak olduğunu hatırlıyordum. En yakındakine doğru ilerledim. Gözlerim hızla kendini karanlığa ayarlıyordu. Zifiri karanlıkta önce belirsiz şekiller görünür oldu ardından nesnelerin biçimlerini anlayacak kadar konturları belirginleşti. Siyah beyaz ve biraz da mavi bir resmin içine düşmüş gibiydim. Yatağa ulaştığımda bulmayı beklediğim şeylerle gördüğüm manzara kıyaslanamazdı. Korkunç ve vahşi bir şeylerin izlerini bulmayı bekliyordum. Fakat bulduğum şey bir hiçti. Bunun yine de korkunç olduğunu inkar edemem. Yatak boştu. Ve gece görüşüne uygun hale gelen gözlerim diğer yatakların da boş olduğunu söylüyordu. Arkadaşlarım olmaları gereken yerde değillerse neredeydi?

  Hızla dışarıya çıkıp diğer odaya ulaştım ve tereddüt etmeden kapıya asıldım. O da diğeri gibi kolay ve sessizce bana yol açmıştı. Bu odada da karşılaştığım şey diğeriyle aynıydı. iki odada toplam yedi kişi şuan kayıptı. Aklımı kaçıracağımı sandım. Etrafta saldırı veya boğuşma izi yoktu. Sanki kendi rızalarıyla öylece kalkıp gitmişler gibiydi. Benden habersiz bir yerlerde ateş yakıp bir şeyler pişirip eğlenelim kafasıyla çıkıp gitmiş olmalarını diliyordum. Odalarda başka bir kapı veya geçit yoktu. Yani dışarı çıkmış olsalar kaç saattir kendi penceremden onları görmüş olmam gerekirdi. Ev sahibinin de onların olduğu tarafa hiç ilerlemediğini biliyordum. O zaman neler olmuştu? Anlamıyordum. Dışarı çıktım. Platformun kenarına ilerleyip karanlıkta gri bir teneke kutu gibi parlayan otobüse baktım. Odalarda bir şeyden korkup belki de otobüse sığınmış olabilirler diye düşünmüştüm. Ama orası da oldukça sessiz ve karanlıktı. Başka çare yoktu etrafı aramak zorundaydık. Kızlardan birine benzin için şu kulübeye bakmasını diğerine de otobüsü çalıştırmak için hazırda bulunmasını söylemek için ardımı döndüğümde resmen nutkum tutuldu ve nefes alamadım. Kızlar kaybolmuştu.

  Nereye gideceğimi de ne yapacağımı da bilmiyordum. Hiç ses çıkartmadan ve hiç iz bırakmadan böyle nasıl kayboluyorlardı? Bu bir şaka mıydı? Birisi benimle eğleniyor olmalıydı ama bu hiç hoş değildi. O sırada gecenin içinde ağaçların tepelerinden aşıp gelen bir çığlık işittim. Ay yine bulutların ardına gizlendi. Kızlar korkup odaya geri dönmüş olabilir mi diye düşündüm. Peki ama şu çığlık neydi? Odaya dönüp bakmaya karar verdim. Gidebileceğim hiçbir yer yoktu ve aklıma sadece başa dönmek gelmişti. Tam oraya ilerlediğim sırada kaldığımız odanın kapısı usulca açıldı. Kıpırdaman öylece dışarıya kimin çıktığına baktım. Bu ev sahibiydi. İfadesiz yüzü ve kömür gibi küçük gözleriyle bana bakıyordu. Ardıma dönüp koşsam o da koşacaktı öyle değil mi? Geriye bir adım atarken konuşup neler olduğunu sormalı mıyım diye düşündüm. O neden bir şey söylemiyordu? Elindeki oraktan akan şey neydi? Düşüncelerimi yakalayamazken titreyen elimde şıngırdayan anahtarı fark ettim. Koşup kendimi platformdan aşağı atsa
m en fazla ayağımı kırardım. Otobüse ulaşır ve kullanmayı başarırsam bu adamdan kurtulurdum ve diğerlerini kurtarma fırsatım olurdu. Adam ben aşağıya atlarken bana yetişecek kadar hızlı koşar mıydı? Düşünmedim. Sola doğru bedenimi fırlatır gibi atılıp dört adımda kenara ulaştım ve korkuluğun üzerinden aşıp aşağıya atladım. Tahminlerim düşüncelerim olaylar kadar gerçekçi değildi. Gerçekten de bazı kemiklerimi kırmıştım. Yerden toparlanmaya çalışırken adamın tahmin ettiğimden daha hızlı olduğunu gördüm. Yanıma ulaşmıştı bile. Daha onun kolunu savurduğunu algılayamadan göğüs kafesimde keskin bir acı hissettim. Nefesim benim sözümü dinlemiyordu. Bedenim uyuşurken tekrar yere yığılıyordum. gövdemdeki kesik nasıl oluyordu da aynı zamanda hem buz gibi soğuk hem de güneş kadar sıcak oluyordu anlamamıştım. Sonra da uyandım...

Eveet tahmin ediin :) hıhııım bu da bir rüya yazısı işte :)

S..

16 Ekim 2018 Salı

Teraryum

Bu 6. sınıftayken yaptığım ucubik resimlerimden,
Neden böyle bir şey çizdiğimi ben de bilmiyorum :)

  Sabahın erken vakitlerinde günün bize armağanı neşeli kuş sesleri ve ruhumuzu ısıtan gün ışığıydı. Gezi için kiraladığımız otobüsün üst camlarından içeri taze dağ havası süzülürken grubumuz hararetle dedikodu yapanların, sıkıntıdan şarkı söyleyenlerin ve açlıktan koltukları kemirmek isteyenlerin karışmış sesleriyle yola devam ediyordu. Gözlerimin önünden kayıp giden manzaraya bakarken yeni bir şiir düşünüyordum. Fakat açlık beni de çoktan ele geçirmişti. Şekerim veya tansiyonum bir iki saat önce bir yerlerde düşmüş olmalıydı. Bir vampir için bu çok tehlikeli bir durumdu. Sonunda arkadaşlarımı yememek için büyük çaba göstermeliydim. Bu nedenle düşüncelerimin ardını yakalayamıyor bir şeye odaklanamıyordum. Dün öğle vakitlerinde yanlış bir yola girip kaybolmuş ve tuhaf bir şekilde düşen ağaçlar yüzünden kapanan yoldan geriye de dönememiştik. İleride bir yerlere varır ve doğru yolu buluruz düşüncesiyle devam etmiştik. Ve dün ikindi vakti yanımızdaki yiyecekler bitmiş, suyumuz da azalmıştı. Lülü bana son paket çubuk krakerinden ikram etti. Ondan da pek fazla kalmamıştı fakat yarım saat daha vampir dişlerimi gizlememe yardımı olacaktı.

  Yolda ilerledikçe orman örtüsü sıklaştı, ağaçlar uzadı ve yol daha da sarsıntılı olmaya başladı. Bir noktadan sonra devam edebileceğimiz bir rota bulmakta zorlanacağımızı düşündüm. Üstelik şimdi hava epey de kararmıştı. Saatler çok hızlı ilerliyor bizse enerjimizin son kıvılcımlarını tüketiyorduk. Otobüs gittikçe sessizleşmiş herkes oturduğu yere yığılmış ve bu durumdan bıkmış görünüyordu. Birileri artık yardım istemeliyiz diye söylendi. Başka birileri de bunu onayladı. Bazıları da bir yerde durup ormandan yiyecek bir şeyler toplayabiliriz diyor diğerleri ise bir ayı tarafından yenmek veya zehirli bir bitki yüzünden ölmek istemiyordu. Sonucunda kısa bir bağırışma ve tartışma yaşandığı sırada ormanın ortasında bir korkuluk üzerinde duran tabelaya rastladık. Tabela sağa doğru ilerlersek Teraryum adında bir otele varacağımızı gösteriyordu. Eh bu iyi bir şeydi. Fakat mesafe konusunda bilgilendirici bir şey olmaması da korkutucuydu. Ne kadar sağdaydı bu Teraryum? Başka çare de yoktu sağa doğru bir dönüş yapıp yola koyulduk.

Yaklaşık bir saat boyunca başka hiçbir tabelaya benzer bir şeyle karşılaşmadık. Tek bulduğumuz yine bir sürü ağaç ve bolca yosundu. Sonra bu kez de sola dönmemizi söyleyen korkuluklu bir tabela daha bulduk. Korkuluk beni hep korkuturdu. Palyaçolar gibi. Tuhaf bir gülümsemesi vardı. Kollarındaysa bir sürü karga tünemişti. Normalde onların kaçması gerekmiyor muydu? Bu kez de yine bir saat daha ilerledik ve en sonunda küçük bir yapıyla karşılaştık. Ahşap desteklerle yerden bir kat yükseltilmiş bir platformun üzerinde yine tümüyle ağaçlardan inşa edilmiş küçük ev karanlık, kasvetli, yosun kaplı ve ıssız görünüyordu. Tek bir penceresinden sarı bir ışık karanlığa doğru taşıyordu. Aracımızın gürültüsü içeridekileri harekete geçirmiş olmalıydı. Biz otobüsten inerken platformun tepesinden açılıp kapanan bir kapının sesini işittik. Sonra merdivenlerin başında yaşını anlayamadığım asık yüzlü bir adam belirdi. Yüzündeki derin çizgiler epey yaşlı olduğunu söylese de hareketleri ve duruşu daha genç olabileceğini gösteriyordu.

  Gökyüzü henüz kararmıştı. Koyu mavi bir ışık göğü süslemeye çalışırken ağaçların altı gölgeyle kaplıydı. Yabani kuşlar gecenin içinde kanat çırpıp dolaşırken ürkütücü ötüşleri kulaklarımızda çınlıyordu. Grubu gezi için toparlayan bendim o yüzden sorumlu da bendim. Öne doğru ilerledim ve tepedeki adama burasının Teraryum olup olmadığını veya oraya nasıl gidileceğini sordum. Bir otele benzer hiçbir yanı yoktu aslında fakat en azından bize yardım edebileceğini umuyordum. Adam cevap vermek yerine arkasını dönüp platformda ilerledi. Şaşırmıştım. Dilimizi bilmiyor muydu? Oldukça tuhaf ve nezaketsizdi. Yukarıda üç ayrı yapı olduğunu görebiliyordum. Hepsinin ortasında platform ortak bir balkon gibi duruyordu. Bu tür yerlerde yapılar vahşi yaşamdan korunmak için bu şekilde yükseltilirdi. Fakat böyle birkaç yapının aynı platform üzerinde olmasına pek rastlamamıştım. Adamın peşinden tedirgince ilerlerken tekrar seslendim. "Affedersiniz iki gündür yoldayız bize en azından ne tarafa gidebileceğimizi söyleyin ve yiyeceklerinizden satın almamıza izin verin." dedim. Ayrıca otobüs için benzin de bulmamız gerekiyordu ama bunu sonraki adım olarak düşündüm. Yine dinlemedi. En yakındaki kapıdan içeriye girip ardından kapattı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kapıya tıklamak için ilerleyeceğim sırada tekrar açıldı ve bir kadın dışarıya çıktı.

  Kadın güler yüzlü görünüyordu. "Teraryum'a hoş geldiniz. Eşimin kabalığını bağışlayın. İnsanlarla iletişimi iyi değildir." dedi ve kaç kişi olduğumuzu, ne kadar süre kalacağımızı sordu. Çok fazla oda olmadığı için biraz balık istifi gibi olacağımızı söyledi ama yeterince yiyecek olması bizim için mükemmeldi. Karnımız doyduktan sonra herkesi güvenle odalarına yerleştirdim. Benim kalacağım odada iki yatak vardı ve beş kız yatakları birleştirip yastıkları baş kısma değil de yan tarafa koyunca rahatça sığmıştık. Bu oda ev sahiplerine aitti aslında ama yer kalmayınca bize vermişlerdi. Onlar da tek kişilik ufak bir odaya geçmişti. Sonunda enerjimiz yerine geldiği ve dinleneceğimiz için minnettardım ama bir an önce sabah olsun ve buradan gidelim istiyordum. Burada beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Hava yoğun şekilde küf kokuyordu. Duvarlar dışarıda tamamen ağaç örgüsüyken içeride sıva kaplıydı. Tavanda küf lekeleri vardı. Hayvan postları ve geyik boynuzları her yere asılmıştı. Yatakta tavanı izlerken gözlerim duvardaki bir deliğe takıldı. Onun bir kurşun deliği olduğunu düşündüm. Neden olduğunu anlamaya çalıştım. Hemen karşı duvara baktığımda kocaman bir yay çizen ve tavana yakın bir hatta sıra sıra onlarca kurşun deliği olduğunu gördüm. Yerimden kalkıp etrafa daha dikkatli bakmak istedim. Karşı duvara gidip yerdeki halıyı biraz çekerek açtım. Halının altında kurumuş geniş siyaha yakın tuhaf kahverengi lekeler vardı. Bunun kahve lekesi olmadığından emindim. İki duvarda çapraz ateş izleri vardı. Bir kişi önce tek el ateş etmiş sonra bundan kurtulan diğeri seri ateşler yağdırmış olmalıydı. Duvardaki yay hattının orta kısmında hiç iz yoktu. Demek ki kurşunlar o kısmın önünde duran bir şeye denk gelmişti. Yerdeki lekeler de ondan kalan izlerdi...

1.Bölümün Sonu

S..

16 Mart 2018 Cuma

Gölge Avcısı


  "Birer birer..." dedi etrafımda yürürken alçak sesle ve gözleri kapalı halde. Karmakarışık örgüler ve renkli boncuklarla dolu dağınık gri saçlarının arasından sarkarken daha önce mavi olduğunu hatırladığım bir kuş tüyünün şimdi kızıla dönmüş olduğunu fark ettim. Bu artık şaşırma seviyemin oldukça altında kalan bir durumdu. Çünkü onun çevresinde benim gibi bir yıl kadar kısa olsa da zaman geçirmiş olan herhangi bir insan aklını kaybetmesine yetebilecek kadar çok tuhaflık hatta korkunçlukla yaşamayı çoktan öğrenmiş olurdu. Gri saçlarına rağmen cildi benimkinden daha canlı ve çok az kırışıklığa sahipti fakat benden 323 yıl daha erken doğmuştu. Başını çevirmesinden usulca attığı adımlara kadar her hareketiyle birlikte ruhundan yayılan güçlü aura çevresinde sarsıcı bir etki yaratıyordu. Yine gözleri kapalı olduğu halde beni gördüğünü belirtir şekilde başını bana çevirince yüreğimde tanıdık tedirgin kıpırtılar hissettim. Sesiyle üzerine çekilen bakışlarımı ondan ayırıp önüme döndüm ve yaptığım işe odaklanmaya çalışırken "Her bir teli birer birer bağlaman gerek. Ve sözcükler Lily, sözcükleri sakın unutma." diye sayısını anımsamadığım tekrarlardan birini daha yaptı. Zaten gergin olan zihnim ve konsantrasyonum o etrafımda dolaşıp bana kapalı göz kapaklarının ardından bakarken tıpkı cam bir kürenin yere düşmesi gibi çatırtılar çıkartarak dağılıyordu. Onu sinirlendirecek bir şey yapmak yaptığım şeyin kontrolden çıkmasından daha korku vericiydi. Ama biraz daha odaklanmayı başaramazsam en iyi ihtimale ellerimin arasında beni yutacak olan bir asit küresi yaratırdım. En kötü ihtimalle de dünyanın sonunu getirirdim. Aslında bu çok da kötü bir ihtimal olmayabilirdi. Dünyanın benim için bir kıymeti yoktu.

  Üzerine kendi kanımla tılsımlar yazdığım iki dal parçasını çarpı şeklinde bir araya getirmiştim. Sırada onları birbirine sabitlemek için artık soluk almayan yedi insandan aldığım saç tellerini birer birer bağlamam gerekiyordu. Ölümleriyle birlikte duydukları dehşetle toprağa düşen gözyaşları beyhude geçip gitmeyecekti. Ve tabii sözcükler unutulmamalıydı. Yedi insanın ruhu böylece oluşturduğum nesneye ve benim emrime bağlı olacaktı. Fakat ben etrafımda yanan mumların titreşimini hissederken ve yaşlı kadın sinirlerimi geren bir şekilde yürümeye devam ederken tılsımı doğru yapıp yapmadığımı bile algılayamıyordum.

  Açık pencerenin ötesinden gecenin yaratıklarının sesleri duyuluyordu. Bütün gece böcekleri sanki hep beraber çığlık atar gibi bir koroya başlamış, rüzgar verandadaki çanı ısrarla ve aynı ritimle çalmaya başlamıştı. Mumlarla aydınlanan loş oda her yerden akmış mum artıklarıyla doluydu. Onların temizlenmemesinin nedeni kullanıldıkları tılsımın enerjisini taşımalarındandı. Dokunmamak gerekiyordu. İçeriye esen rüzgar her yerden sarkan eskimiş kumaşları dans ettiriyor, gölgeleri ürkünç varlıklar gibi duvarlarda ve döşeme üzerinde geziniyordu.

  Son saç telini de sarıp bağladığımda başımı kaldırıp sunağın ardındaki duvarda sabitlenmiş nesneye baktım. Bir kaya parçasından şekillendirilmiş göz kapağı kapalı duran tek bir göz yontusu odadaki sıcak ışığa ve renklere rağmen soluk mavi gri halde karşımda duruyordu. Yaşlı kadın hala gözlerini açmamışken bir anda durup benden yana başını çevirmeden sadece dinlemeye başladı. Herhangi bir terslik olursa müdahale etmek için tetikte bekliyordu. Fakat böyle bir şey olursa onun bile bir şansı olur muydu bundan emin değildim. Şimdi rüzgar da durmuş bütün böcekler ise susmuştu. Artık bunu bitirmem gerekiyordu. 

  Taştan göze odaklanıp "Arghelas, çağrımı işit ve cevap ver..." dedim. İlkin pek bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Elimdeki nesneye bakıp bir yerde yanlış yapıp yapmadığımı düşündüm. Tam o sırada onun varlığını tüm odada hissettim. Bütün mumlar bir anda söndü. Buna rağmen gölgeler büyüyüp etrafımı kuşattı. Oturduğum zeminin altından gölgeden oluşan eller uzanıp bedenimi çekiştirmeye başladı. Ve Taştan göz ağır bir uykudan uyanır gibi açılıp bakışlarıma kenetlendi. Gözün içinden mavi ışıklar sızıyor ve kendimi uzay boşluğuna bakar gibi hissediyordum. İçinde bir evren dolusu kozmik nesne eğilip bükülüyor, dönüyor ve görünüp kayboluyordu. Elimdeki nesne acı verici halde avucuma yapışıp yanmaya başladığında kımıldayamaz ve çığlık atamaz haldeydim. Çok geçmeden kemiğime dek bütün etimi yok edecek gibiyken aslında çektiğim acı dışında görünürde hiçbir şey olmuyordu. Yalnızca saf bir acı iliklerimde dolaşıp beynimdeki tüm hücreleri kavuruyor, tılsımım mor alevler saçarak gittikçe küçülüp küle dönüşüyordu. Yaptığım şeyin bedelini ödüyordum ve artık geri dönmek için çok geçti. Nesne avuçlarımın içinde eriyip yok olana dek ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Fakat beni zapt etmiş olan gölge eller üzerimden çekildiğinde nihayet yeniden nefes almaya ve hareket edebilmeye başlamıştım. Bununla birlikte müthiş bir titremeyle bütün kemiklerim sarsılıyordu.

  Göz kapanıp ortalık sakinleşince karanlıkta bir süre daha kımıldamadan bekledim. Titreme nöbetim giderek azalıp bedenimi terk ettiğinde geriye hafif bir baş dönmesi kalmıştı. Herhangi bir yere bakmaya cesaretim yoktu. Sonra varlığını unuttuğum yaşlı kadın avuçlarında oluşturduğu bir ışık küresini ellerinin hareketiyle büyütüp odada hale şeklinde saçılan bir parlama yarattı. Bu sayede bütün mumlar tekrar yanmaya başladı. Dinlenmeme bile izin vermeden her zamanki aceleciliğiyle bana "Dene hadi!" diye emretti. Bunun üzerine derin bir soluk verip toparlandım ve ayağa kalkıp ona doğru döndüm. Sol avucumu ileriye uzatıp yukarıya çevirdim ve diğer avucumu da üzerine kapattım. Ardından ellerimin arasında tılsımdan bir kalkanın büyüdüğünü hayal ederek avuçlarımı birbirinden uzaklaştırdım. Ellerim birbirine manyetik bir güçle kenetlenmiş gibiydi. Ve hayal ettiğim kalkan karşımda oluşuyordu. Sonunda kendi mührümü tasarlamıştım. Ve dünya hala yerinde duruyordu. Mühre bağlı yedi insanın ruhu da gerektiğinde yardımıma koşmak ve mührü canlı tutmak için etrafımda gezinen kölelerim haline dönüşmüştü. İstediğim zaman onları görünür hale getirebilir istediğim zaman da gizleyebilirdim. Onların kim olduğuna gelince. Hepsini özenle seçmiştim. Hepsi de ellerinde hayatımda değer verdiğim insanların kanını taşıyor ve günahlarının bedeli olarak kalplerindeki bir zincirle mührüme bağlı duruyorlardı. Asla azat edilmeyecek ve ırmağı geçemeyeceklerdi. Bense onları peşinden sürükleyen bir gölge avcısı olacaktım.

Son

Bir rüya hikayesi daha :)

S..

9 Ağustos 2012 Perşembe

~Rüzgarın Kraliçesi~



  Evrenin tüm ağırlığını avuçlarında hissediyordu o an. Oysa ki ne dönmeyi unutan bir elektrondu şimdi ne de gök kubbeyi taşıyan Atlas ile bir akrabalığı vardı. Yoksa Zeus bir hiç uğruna onu da mı cezalandırmıştı? Nerede hata yaptığını düşünürken bir şeyin ensesinden tutup onu derinlere sürüklediğini hissetti. Karanlık ama aynı zamanda şeffaf bir sıvı onu yutuyordu sanki. Boğulmuyordu fakat aldığı her nefesin sesi onbin elektrikli süpürgenin sesine eşdeğerdi.

  Bir çeşit korku, yüreğinin yerinden fırlayacak derecede şiddetli atmasına neden oluyordu. Fakat neyin korkusuydu bu? Hiçbir fikri yoktu. O an gözlerini açık tutabildiği kadar görüyor, işitebildiği kadar duyuyordu ama zihninde çalışan küçük adamlar aldıkları verilere yabancı gibi tepkisiz kalıyorlardı.

  Gözlerini kapatıp her açtığında tıpkı bir slayt gibi farklı bir sahneyle karşılaşıyordu. Birkaç insan yüzü... Bir aracın tavanı.. Kızgın güneşin altında dalgalanan mavi bir gökyüzü, ah gözleri de kamaştı işte... Uğultulu bir yerde şekilsiz bir tavan ve sayamadığı kadar çok insan.. Nereye götürüldüğü hakkında bir fikri yoktu ve bedeninin peşinden sürükleniyormuş gibi tuhaf hissediyordu fakat paniklemesi gerekirken bunu bile düşünemeyecek durumdaydı.

  Bir tahttaydı şimdi. Ama garip bir tahttı  bu. Üzerinde oturmuyor, yatıyordu. Hareket ediyordu taht. Zeus onu bir kraliçeye dönüştürüp rüzgarın hükümdarlığını mı vermişti yoksa? Soluk pembe kıyafetler içinde insanlar vardı şimdi yanında. Sonra onlara beyazlar içinde birileri daha katıldı. Kaç kişi olduklarını saymak istedi ama sanki rakamlar da ağırlaşmıştı kendisi gibi, sayamadı. Yoksa bir taç giyme töreninde miydi? İçlerinden biri Herakles olmalıydı, Zeus'un elçiliğini yapmak için buradaydı herhalde, bir heykel gibi kusursuz bir yüze sahipti ama biraz yaşlıydı, hayal kırıklığı.. Herakles olmasa bile muhakkak o dünyaya ait birisiydi. Fakat anlaşılan kötü kalpliydi çünkü bir kraliçe olmasına aldırmadan canını acıtarak koluna bir serum bağlamıştı.

  Ah, bu durumda hastanede olmalıydı. Zeus'un ne zaman ne ceza vereceği hiç belli olmuyordu. "Genç hanım, fazla sıvı kaybına uğramışsınız ama endişelenmeyin serumdan sonra bir şeyiniz kalmayacak..." diyordu Herakles'imsi orta yaşlı adam. "Ah, tamam.. Fakat ben bir kraliçeyim, lütfen saygı gösterin, genç hanım yerine majestereleri daha uygun.." diye cevap verdi. Evet sahiden de komik bir şekilde 'majestereleri' demişti..


Bunlar da Rüzgar Şatoları olmalı :)


~Sessizgemi~

4 Temmuz 2012 Çarşamba

~Siyah Beyaz ve Biraz da Parşömen Rengiydi~



Siyah Beyaz Yol



  Yanlış bir şeyler vardı. Yolunda gitmeyen bir şeyler. Bir şey eksik gibiydi, yarım kalan bir şey... Parçalanan ruhundan artakalanlar o ilerledikçe peşinden sürükleniyordu. Camları sonuna kadar açık Mustang'ını sürerken yol hiç bitmeyecek gibi göründü gözüne, sanki tekerler boşa dönüyormuşçasına sonsuzdu.

  Ruhunun neden parça parça olduğunu bilmiyordu. Şu an için tek düşünebildiği gitmekti. Nereye gittiği ise umurunda değildi. Neden gittiğini hatırlamıyor ve teypte çalan müzikten başka bir şeyi de umursamıyordu. 

  Üstü başı düzgündü, yanağında tıraş olurken açtığı küçük bir kesik dışında ters görünen tek şey renklerdi. Dünya, arabasına binip sürmeye başladığından beri siyah beyaz ve biraz da parşömen rengiydi, başka hiç renk yoktu. 

  Yolun ucunda, yaklaşmaktan uzak olan dağların tepelerine yıldırımlar iniyordu. İlerlemeye devam ettikçe gökyüzünü kaplayan bulutlarla buluştu. Bulutların görüntüsü gökyüzünü yeryüzüne yaklaştırmış gibiydi.

  Çok geçmeden siyah beyaz bir yağmur kapladı boş havayı. Hiçbir şeyi hatırlamayıp bilmediği gibi birdenbire arabayı durdurup neden yolun ortasında öylece dikildiğini de anlamıyordu. İlkin beyaz gömleğinde ufak lekelere dönüşen damlalar vakit kaybetmeden sırılsıklam olmasına neden oldu. 

  Yolun ortasında öylece beklerken yüzünden süzülen soğuk yağmur birdenbire bir şeyler anımsattı. Yolunda gitmeyen ve yanlış olan şeyin ne olduğunu hatırladı. Aslında hiç unutmadığını sadece hatırlamak istemediğini anladı. Gitmediğini, kaçtığını fark etti. Gözlerini kapatıp bir an gök gürültüsünü dinledi ve sonra yağmurun renkleri yıkamasını izledi. Peşinden sürüklenen ruhunu parça parça topladı, onlara ihtiyacı vardı yarım bir ruhla yaşayamazdı. 

  Arabasına binip keskin bir dönüşle geldiği yolu takip etti. Renkler geri gelmiş, ruhunun parçalarını birleştirmişti.Şimdi umursadığı bir tek şey vardı: Eksik ve yarım kalan, yolunda gitmeyen ve yanlış olan ne varsa yüz yüze hesaplaşacaktı...


~Sessizgemi~

21 Mart 2012 Çarşamba

Sessiz Kelimelerle 'Seni Seviyorum'


Hayat Çok Tuhaf


Sessiz Kelimelerle ‘Seni Seviyorum’

Elli ikinci katta bulunan evinin sade bir zevkle döşenmiş salonunda, bir duvarı boydan boya kaplayan ve dışarıdaki bomboş gökyüzünü altınımsı bir pembelikle ısıtan güneşi pırıl pırıl yansıtırken enfes bir tabloya dönüşen pencereye bir adımlık mesafede durmuş, gökyüzünün derinliklerini seyrediyordu. Güneşin ve çeşitli kuşların fotoğrafını çekmek onun için inanılmaz bir zevk olmuştu her zaman. Fakat elleri boynuna astığı makinede hazır beklese de aklı başka yerlerdeydi bu sabah. Başı her zamankinden daha kötü sızlıyor, adeta parçalanıyordu ama düşündüğü konu bu değildi. Birkaç dakikadır düşünebildiği tek şey hayatındaki önemli birkaç andı.

19 Nisan 2011 Salı

~Öyle Bir Western Ki ~ (One Shot)

Savaştan Dönen Roland 

Öyle Bir Western Ki

Alnından süzülüp, sol kaşının tam ortasından göz çukuruna değin uzanan yara izinden geçtikten sonra, sol gözüne dolan tuzlu ter damlasından geriye yakıcı bir acı kalmıştı sadece...Oysa tuzla kavrulan gözü, Silahşorun umurunda bile değildi. Yanmasına rağmen bir saniyeliğine de olsa kırpmadığı gözü, aklında dönüp duran tüm düşüncelerle birlikte karşısındaki ölüm makinesine odaklanmıştı yalnızca...

bir süre önce saniyelik bir hareketle kılıfından çıkardığı uzun, soğuk ve oldukça ağır olan metali, sol eliyle büyük bir ustalıkla hedefine yöneltmiş; kavurucu güneşin metalden yansıyan aldatıcı parıltılarına rağmen, tetikteki parmağının titremesine engel olabilmişti...

Ne kadar zamandır o şekilde beklediğini, oraya nasıl geldiğini bilmiyordu ve bilmek çokta umurunda değildi zaten. Tek düşünebildiği bu işin, bugün, burada bitmesi gerektiğiydi. Sağ elinin yüzük parmağı ile birlikte sevdiği kadını hayatından söküp alan haydudun son saatleri olmalıydı bunlar... Burada ölen belki de kendisi olurdu ama zaten uzun bir süredir ölü değil miydi. Bedeninden akacak olan kan, pek fazla bir şey değiştirmeyecekti çünkü; hayatını ellerinden alan adam, aynı zamanda kalbini de yerinden sökmüş, yerine ağır bir taş parçası bırakmıştı...

Yıllar geçtikçe, içinde taşıdığı öfke ve kin yüzünden yüzeyi bozulan ve Suzan'ı düşündüğü her seferde çatlaklarından içeri süzülen rüzgarın tekrar tekrar kavurduğu taştan kalbini iyileştirebilmesinin tek yolu, bu işe bir son vermekti...

Ne zaman iki insan birbirine silah doğrultsa, kasaba sakinleri kendi köşelerine çekilir, olayı büyük bir dikkatle seyrederlerdi. Bugünkü ikinci olayın ardından Silahşor ve karşısındaki haydut içinde değişen bir şey olmamıştı... Soloon'daki büyük piyanonun üzerinde gezinen parmaklar bile susmuştu. Barın bir köşesinde, çatlak ve tiz sesiyle insanın sinirini bozan Madam Emma bile şarkı söylemeyi bırakmıştı. Her şey ve herkes susmuştu. Uğultulu çöl rüzgarı ve peşinden sürüklediği çalı demetleri, birde atlar dışında her şey...

Bir süre önce, üzerinden yılların verdiği ustalık ve çabuklukla indiği yoldaşı; bu durumdan sıkıldığını belli edercesine derinden soluyor, toynaklarını huysuzca kuruyup kavrulmuş toprağa vuruyordu. bu durum Silahşore; babasından yadigar kalan, bir eşi kılıfında olduğu halde elinde tuttuğu uzun namlulu, işlemeli ve silahşor olmanın göstergesi olan bu silahları taşıyabilme onurunu kazandığı günü hatırlattı bir an için.

"Yolun sonuna geldik ha Roland..." Silahşor cevap vermeden, kendi içinde yanıtlamıştı; Evet ya, yolun sonuna geldik... Onun için yapmış olduğu her şeye rağmen neden Roland'ı seçmişti Suzan ? Bir türlü anlam veremiyordu buna. Suzan için Şerifin vergi memurlarını defeden Oydu ve yine Suzan için adam öldürmekten çekinmeyen de O... Ama mavi gözlü sarışın ne yapmıştı, bütün bunları hiçe sayıp, o silahşor bozuntusunu seçmişti. Haksızlıktı bu... Sam'in seçtiği hiçbir kadın, onu bir çırpıda reddedemezdi. Bu yüzden sonlandırmıştı, gökyüzünü gözlerinde barındıran Suzan'ın hayatını ve... karnında taşıdığı bebeğin kalp atışlarını. Roland'ınsa bebekten haberi bile yoktu tabii; çünkü, genç kadın müjdeyi vermek için onun savaştan dönmesini beklemişti ve Suzan son nefesini verirken, Roland atının üzerinde doludizgin evine ulaşmaya çalışıyordu ne yazık ki...

Roland'a bebekten bahsedebilirdi, düşmanının canını daha fazla acıtmak için iyi bir sohbet konusu olurdu bu. Lakin, kendi elleriyle hayatına son verdiği aşkına olan saygısından dolayı bunu yapmamayı seçmişti.

"Seni öldürdükten sonra ne yapacağım biliyor musun...Bedenini akbabalara verdikten sonra, şuradaki bara gidip saatlerce içerek bunu kutlamayı düşünüyorum." diye yarım kalan cümlesini tamamlamıştı Haydut Sam. Roland'sa söylenenleri umursamadan yanıtladı "Ben zaten bir ölüyüm...Ama ikinci kez ölürsem, bu defa yanlız gitmeyeceğim konusunda emin olabilirsin. Aslında şuan ateş edebileceğinden de pek emin değilim. Hadi itiraf et Sam, senin gücün sadece savunmasız kadınlara yetiyor öyle değil mi. Seni reddetti diye bir kadını öldürebilecek kadar aciz ve aşağılık bir pisliksin sen." Silahşorun amacı içindeki bütün öfkeyi kusmak ve karşısındakini kızdırıp ilk ateş edenin o olmasını sağlamaktı...Çünkü, Sam'i vurduğunda hayata dair elinde hiçbir amacı kalmayacaktı ve bu yüzden ikisinin de öleceklerinden emin olmak istiyordu.

Amacına ulaşmak için nelerden bahsetmesi gerektiğini de çok iyi biliyordu. Sam'in işe yaramaz bir evlat olarak, babasını hayal kırıklığına uğrattığından; evlatlarından başka hiçbir şeyi olmayan ailelerden çaldığı çocukları başka ailelere satmaya çalışmasına kadar bütün iğrenç yaşamını yüzüne vurmuştu Haydudun...

Sam, Roland'ı susturmanın bir yolu olmadığını biliyordu ve silahşorun iğrenç bir şekilde haklı olduğunu da düşünüyordu. Onun bunları söylemekteki niyetini de anlamıştı çoktan...Fakat sinirlerine hakim olamamıştı işte, deli gibi bağırarak küfür ediyordu ve buda yetmezmiş gibi eski silahını tutan eli de titremeye başlamıştı. Zaten hayatı boyunca sakin kalmayı hiç başaramamıştı ki...

Güneş; çatlayan ve susuzluktan kavrulan toprağa inat, yağmur yağdırabilecek tek bir bulutun bile toplanmasına izin vermeden parlıyordu gökyüzünde asılı durduğu yerden... Zamanın yoğun bir sıvının içinden aktığı düşünülen saatlerde; iki adam silahlarını birbirlerine doğrultmuş bakışlarıyla çatışıyordu. Derken Saloon'daki piyanonun telleri yanlış bir hareket yüzünden titreştiğinde, aynı anda havada bir çift silah sesi yankılanmıştı... Bütün kasabanın işittiği soğuk bir acıyı, pişmanlıkla karışık öfkeyi taşıyan ve her şeye son veren bir çift silah sesi...
Bu Minicik Hikayenin Yazımında Bana Esin Kaynağı Olan Roland Deschain'e ve Tabii Stephen King'e Teşekkürler :)

Suzan'dan Silahşor'e: Melis Danişmend-Haberin Yok Ölüyorum
~Son~


Sessizgemi