Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Kelime Oyunu 32

 


Selamlar herkese bu haftanın kelimeleri sevgili Ayça arkadaşımızdan gelmiş. Hafta bitmeden yetişmek istedim. Sınavıma az bir süre kaldığı için hiçbir şeye yetişemiyorum bu aralar. Umarım seversiniz :) 

  • Enfeksiyon, Park, Korku, Makyaj, Salıncak
Macera Parkı hafta sonunu geçirmek için ideal bir yer diye düşünmek kimin aklına gelmişti hatırlamıyordu. Fakat içlerinden hangisi bu fikri atmış olursa olsun hepsi eşit derecede pişman ve dehşet içindeydi. Gökçe asıldığı yerden düşmemeye çalışarak bir kez daha ayağının ucundan sallanan çantasına ulaşmaya çalıştı. Çanta kordonuyla beraber bileğine dolanıp düşmekten kurtulmuştu. Kendisi de tırmanış halatlarından birine belinden dolanıp uçurumda asılı kalmıştı. Arkadaşlarından biri son anda uçuruma yuvarlanmaktan kurtulduğu için şanslıydı fakat yardım çağırmaya gittiği dört saatten beri ondan da haber yoktu. Diğeri biraz daha yukarılarda bir çıkıntıya düşüp yaralanmış ve bayılmıştı. Kendine geldikten sonraysa elinden ağlamaktan başka bir şey gelmemişti. Çünkü burası dağ keçilerinin bile çıkamayacağı kadar dik ve yüksek bir kanyondu. Akşama kadar geri dönmediklerinde birileri onların kaybolduğunu elbet anlayacaktı. Ama Gökçe asılı durduğu yerde daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyor ve az önce kendine gelen Beril'in bacağındaki açık kırığın enfeksiyon kapmasından endişe ediyordu.

Buradan kurtulabilirse bir daha bebekler için olan salıncaklara bile binebileceğini sanmıyordu. Evde depresyonun dibine vurup çikolata yemek varken onu zorla buraya getirdiklerine inanamıyor ve düştükleri tehlike yüzünden aklını kaçırmanın eşiğinde gidip geliyordu. Ağlamaktan makyajı akmış suratı ve gözleri şişmişti. Saçı başı dağılmışken ve rüzgarın etkisiyle tutunduğu ip salınırken koskoca kanyonda garip bir korkuluğa benzediğini düşünüyordu. Hava kararmaya durmuşken garip ve korkunç gece kuşları çevrelerinde dönmeye başladığında bu korkunç halinin onları kaçırmasını umuyordu. Bir atmacanın veya akbabanın akşam yemeği olmak istemiyordu.

Çantaya ulaşmayı yine başaramamıştı. Çünkü bunu denediği her seferinde beline sarılı ip yerinden oynuyordu. Denemeyi bıraktığı sırada çantada çalan cep telefonunun sesi kanyonda yankılandı. Ona ulaşmanın imkanı yoktu. Yine de tek şansları bu olabilirdi. Son bir kez daha denemeliydi. Plates yapmanın verdiği avantajla bacağını neredeyse başına kadar kaldırmayı başardı. Bu sırada bir eliyle gevşemesinden korktuğu halata sıkıca tutunmuştu. Diğer eliyle çantaya uzandı. Fermuarı açıp içindekileri karıştırdı. Tam telefona ulaştığı sırada beline bağlı olan halat emniyet kilidinden kurtuldu. İşte o anda sanki bir an için havada asılı durabildiğini sandı. Sanki bir an için her şey durmuş zaman donmuştu. Hemen sonra düşmeye başladı. Çarpmanın etkisini bir an için hayal ettiğinde kalbi korkudan parçalanacak gibi oldu. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zordu. Geride bıraktıklarına mı yoksa gidişine mi üzülmeliydi bilemiyordu. Sonra sonunda yere çarptı. Ahşap zemine kafasını vurmuştu. Üzerindeki örtülerle mücadele ettikten sonra sonunda doğrulup oturmayı başardı. Böyle sıcak bir havada üzerine örtü örtmek gibi bir salaklık yapıp kabus gördüğüne inanamıyordu. Yerde duran telefonuna baktı. Birkaç cevapsız arama vardı. Mesajları açtığında kamp için hazırlıkları nasıl yapacaklarını soran grup sohbetini gördü. Kesinlikle gitmiyoruz diye yazıp telefonu yatağına fırlattı.

Son..

25 Aralık 2019 Çarşamba

Yağmurlu Kasaba

 Irmak, River, Manavgat, Water, Blue,

  Dün yine rüyamda geziyordum etraf çok güzeldi. Bir sahil kasabasındaydım. Çok güzel bir koy vardı. Sahilin berisinde, bir baştan bir başa doğru koy boyunca ilerleyen bir yol vardı. U şeklinde bir coğrafyaydı yani. Yolun hemen kenarında da kasaba şekillenmişti. Gerideki ormanın sık ağaçları kasabanın evlerine binalarına karışmıştı. Koyun genişliği dardı. O yüzden karşı taraftan bakınca arada deniz değil de ırmak varmış gibiydi çünkü dar ama uzun bir koydu. Hatta uç kısımlara yakın yerde üzerine metalden gri bir yaya köprüsü yapılmıştı. Sahili dolaşmak yerine oradan geçilebiliyordu diğer uca. Ama köprü çok yüksekti altından tekneler gemiler geçebilsin diye ve merdivenle çıkılıyordu başka bir yolu yoktu. Merdivenden biraz çıktıktan sonra balkon gibi bir sahanlık vardı orada dinlenmek iyi oluyordu sonra merdiven bir kat daha dönüp tırmanmaya devam ediyordu.

  Ben koyun ortasına yakın bir yerlerdeydim sahilde. İki uca da uzağım yani. Sahilde voleybol oynayan insanlar vardı. Küçük bir yerleşimdi herkes birbirini tanıyordu. Yeni gelen birisi varmış ben onu tanıyormuşum ama o beni tanımazdan gelmiş. Ben de gizlendiği bir şeyler vardır diye bozuntuya vermedim belki de peşinde FBI falan vardır dedim. Sahilde arkasından gördüm onu benim gittiğim yöne gidiyordu ama sonra kayboldu. Merak etmiyor değildim ama insanları rahatsız etmekten çok çekinirim. Bir iki teyze o kim ki yeni buralarda filan dedi ama ben bilmem dedim uzaklaştım.

  Neyse koyun sağ tarafına doğru yürürken hava bozmaya başladı. Bir de artık akşam oluyordu. Binalarda ışıklar yanmaya başladı. Kafelerde ve minik otellerde parlak ışıklarla tabelalar aydınlandı. Onlarla beraber bazı evlerin de pencerelerinden ışıklar süzülüyordu. Çok renkliydi. Mor, mavi, sarı ışıklar vardı her yerde. Yürümeye devam ederken sahil biraz daha limana benzemeye başladı. Ama benim kaldığım ev koyun diğer ucunda kalmıştı. Az daha ilerleyip köprüyle karşıya geçmeyi düşündüm. Yolda ilerlerken boş bir binanın girişinde kuş sesleri duydum. Terk edilmiş bir binaydı. Evin önündeki çit alçaktı ama çitin üzerinde aralıklarla yerleştirilmiş uzun çubuklara asılan iplerden sarkan asma sarmaşığı bir duvar gibi evi çevresinden soyutlamıştı. Asma yaprakları tazecik görünüyordu rüzgarla kıpırdanıyorlardı. Kafesler buldum hemen girişte. Üç dört tane kafes terk edilmişti içlerinde ikişer üçer veya tek duran muhabbet kuşları vardı. Neredeyse açlıktan öleceklermiş. Onları kafesten salsam sokakta veya bu asmanın üzerinde yaşayamazlardı. Yem bulamazlarsa yine açlıktan ölürlerdi. Bir avuç yemleri kalmıştı. Kafamda hemen düşünceler geçti hayal ettim. Yemleri asmanın dibinde yere serpsem belki filizlenir ve kendi bitkisini büyütür ve zamanla daha çok yem üretilirdi. Ama bunun için kuşların zamanı yok diye düşündüm. Hem zaten yem tohumları filizlenmeden onları yerlerdi. Bu hayali bıraktım rüyamda ve ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Onları orada bırakamazdım. Emanet edecek kimse de yoktu. Ben de hepsini şimdilik tek bir kafese koyup yanımda taşımaya karar verdim kaldığım yere götürüp bakacaktım onlara.

Yüksek, Kedi, Cat,   Köprüye ulaştım. İlk sahanlığa kadar çıktım merdiveni ama yükseklik korkum var ya benim daha fazla çıkamadım. Köprüye çıksam üzerinde yürürken bayılabilirdim. Bir de çok dar bir köprüydü başım çok az dönse bile denize doğru uçabilirdim. Aşağı nasıl tekrar ineceğimi bile bilmiyordum. Aşağı bakınca içim çekiliyordu. Ağaçlarda tüneyip mahsur kalan kediler gibi korkuluğa yapışmıştım. Ağlayasım gelmişti biri beni buradan indirsin diye. Sonra baygınlık geçire geçire geri inmeyi başardım basamakları. Yürüyerek geri dönmekten başka çarem kalmamıştı. Ne demeye o kadar uzağa geldiysem hava kararacak vakitlerde. Kucağımda kocaman bir kafesle geri yürürken akşam altı veya yedi saatleri olmalı hava çok kararmıştı, denizin sesi çok fazlaydı, insanlar azalmıştı. Sonra yağmur yağmaya başladı. Yerler ıslanınca binaların ışıkları yerde yansıma yapıyordu. İlk başta hafif yağıyordu. Kuşlar üşümüştü, korkmuştu ve şimşekler de vardı arada sırada.

Yağmur, Rain, Night, Gece,  Sonra meğerse yabancı kişi de koyun o taraflarında yaşıyormuş. Kasabadan kimseyle konuşmak görüşmek veya onlar tarafından merak edilmek istemediğinden herkesten uzak durduğundan ilk başta yardım etmek istememiş, uzakta kalmış ama ben küt diye ağzımın üstüne düşünce insafa geldi galiba. Rüyamda bile sakarım. Şemsiye gibi bir şey getirmişti rengi siyahtı. Yağmur ona düşerken pıtır pıtır ses çıkartıyordu. Ama ben kuşların üzerine tutmasını söyledim şemsiyeyi. Yağmur çok hızlanmıştı. Şemsiyenin üzerinden kayan yağmur yüzüme yüzüme geliyordu havadan inen yetmiyor gibi. Ama tek derdim kuşlardı. Kuşlar ıslanırsa ölürlerdi ama ben en fazla hasta olurdum. Öyle yüzüme sular çarpa çarpa ilerlerken uyandım. Ay ama renkler ve çevre çok canlıydı çok güzeldi. Kuşlar sarı, mavi, beyaz renklilerdi. En çok sarı olan dikkatimi çekmişti. Çok aç kalmışlardı kıyamam. Haa bi ara da kum fırtınası çıkmıştı bunların hepsinden önce. Bir cadı büyü yapıyordu ama o kısmı silmiş zihnim bulamadım bu kadarını hatırlıyorum.

S..

29 Ekim 2019 Salı

Ağaç Ev Sohbetleri 9

ağaç, ev, house, tree, tree house, dream

  Edischar ve Taha'nın başlattığı Ağaç Ev Sohbetleri'ne hep katılmak istedim ama düzenli yazabilir miyim endişesinden dolayı bir türlü katılamadım. Konular da her seferinde o kadar güzeldi ki ben de yazmalıyım diye diye işte şimdi yazıyorum :D Edischar ve Taha iş okul sebebiyle meşgul olduklarından sohbetleri şimdilik Deepsi ve İrem Can devam ettiriyor. Bu haftanın konusunu da Deepsi ile beraber düşündük, rüyalardan bahsedelim dedik.

  Konumuz: "Rüya görüyor musunuz? Görüyorsanız, ne tür rüyalar görürsünüz? Rüyalarınızı hatırlıyor musunuz? Sürekli olarak gördüğünüz rüyalar var mı?"

  Çok fazla rüya görürüm. Çoğunu da en küçük detaylarına kadar hatırlarım. Genelde aksiyon filmleri, korku filmleri, fantastik filmler, diziler gibi olur rüyalarım. Hep bir şeylerden kaçarım. Veya birilerini kurtarırım. Bilim kurgu da olur rüyalarım. Uzaylılar, zombiler, virüsler, akla gelebilecek her türlü tuhaf olay beynimin içinde sabaha kadar bir curcuna halinde döner durur. Arkeolojik şeyler de çok görürüm bölümümden dolayı hep iskeletler bulurum iskeletler virüslü olur canlanırlar falan. Bazen büyük tsunamiler görürüm, suyun altında kalırım boğulurum veya kasırgalar görürüm. O kadar detaylı hatırlarım ki uyandığım zaman gerçekliği algılayamam bazen rüyayı gerçek sanırım. Bazen kasırgalı depremli felaketli rüyalarım gerçek olur birkaç gün sonra, o rüyayı görürken de bir his olur farklı bir rüya olduğunu hissederim. O yüzden bazı rüyalarımdan korkarım. Büyük Van depremini görmüştüm mesela. Yerini görmesem de deprem olduğunu felaket şeyler olduğunu görmüştüm. Geçen İstanbul'u sallayan depremi de gördüm. Çoğu insana bu saçma gelebilir veya denk gelmiştir öyle bir rüya denebilir. Ama benim için yine de ürkütücü bu. Birinin ölümünü görüp uykumda ağladığım, uyandığımda ağlayıp günlerce de bunun etkisinden çıkamadığım olmuştu hemen mesaj atmıştım iyi misin ki diye ama anlatmadım ona rüyayı korkmasın diye. Bir rüyama sonradan çok gülmüştüm mesela detaylı anlatmayacağım şimdi ama rüyamda bir cadı sevdiğim herkesi balığa çevirmişti ben de onları kurtarmaya çalışıyordum ama cadı beni de balık yapacaktı. Ben de ona önce herkesi kurtarayım nolur sonra balık yaparsın beni diyerek pazarlık etmeye çalışıyor hem de ağlıyordum :D

  Rüyalarımı hep not ederim. Bir de arkası yarın gibi gördüğüm rüyayı her zaman anlatırım yeni rüya yok mu diye sorarlar, bir öykü bir fantastik dizi gibi, bunu seviyorum :D Bir de yazılarımın çoğunu rüyalarımdan yazarım. Çok detaylı gördüğüm ve hatırladığım için yeni bir şey eklememe gerek bile kalmaz. Hatta ileride bir rüya kitabı çıkartmak istiyorum :D

  Sürekli tekrar eden birkaç rüyam var. Birinde gece vakti arabanın içinde yüksek bir uçurumdan düşerim. Durduramam arabayı. Birinde de kimsesiz sokaklarda kalmışım tanıdığım kimse yokmuş artık. Bir çöp kutusunun yanında yerde dururum yerden kalkamam.

  Rüyalarımda hep başıma gelen bir şey var. Rüyamın bir yerinde takılır kalırım tekrar tekrar aynı sahneyi yaşarım sonra kurtulurum bundan devam eder akış. Veya adım atıyorken mesela o adımı bir türlü atamam ayağım bir yere yapışmış gibi rüyaya yapışmışım rüyada zaman bir jöle gibiymişçesine içinden geçmek zorlaşır. Bir defasında rüyamda vuruldum sonra sahne başa sardı tekrar ederken biraz daha farklı ilerletmeyi başardım ama yine vuruldum sonra yine vuruldum ve yine. Bazen oluyor öyle. Sanırım bilinçaltım rüyayı beğenmeyince başa sarıyor :D Ama elimi kolumu oynatırken adım atarken rüyada bunları bir türlü gerçekleştiremiyorsam çok bunalıyorum sinirlerim bozuluyor. Klostrofobi hissediyorum öyle anlarda.

  Uyumakta hep zorlanırım. Uykum da çok hafiftir eğer hasta değilsem. Ben uyurken arkadaşlarım ailem beni uyandırmak amacıyla önce sessizce yaklaşıp korkutmamaya çalışırlar çok sessiz seslenirler çünkü korkarak uyanırım hep. Ama çoğunlukla daha onlar bana yaklaşmadan aramızda hala mesafe varken geldiklerini hissedip uyanır ve onları da kendimi de korkuturum :D Bazen rüyamda ağlarken gerçekte de ağlarım. Bazen de sayıklarım. Soğanlı yumurtayı beğenmedi diye sayıklayıp sızlanmışım bir defasında çok üzülmüşüm kim beğenmedi neden soğanlı yumurta bilmiyorum :D Çok rüya görmemin aşırı derin uyuyamamakla ilgisi olabileceğini düşünüyorum :)

  Bu konuda daha çok konuşabileceğimi fark ettim ama durayım artık :D

  Bu sohbetleri çok sevdim :) Bir sonrakinde görüşmek üzeree :)

S..

15 Ekim 2019 Salı

Asta


  Bir fotoğraf karesinin içine düşmüş gibiydim. Birkaç dakikadır aklımın havuzundan tüm balıklar yitip gitmiş gibi boş, zifiri karanlık ve bomboş bir kuyunun içinden dışarıya bakarcasına öylece durmuş, baktığımı görmüyor, gördüğümü anlamıyordum. Benimle birlikte içinde bulunduğum zaman durmuştu. Duran zamanla birlikte tüm lahzaları avucumun içine alıp tek tek sayabilir, sayıp etrafa darmadağın bilyeler gibi fırlatabilirdim adeta. Atmosfer durmuştu. Havanın en ince zerrecikleri bile donup boşlukta asılı kalmıştı. Çevremdeki tüm bitkiler ve her türden bin bir çeşit yaratığın benimle birlikte soluğunu tuttuğunu hissedebiliyordum. Bir süredir göklerden denizlere yakılan bir ağıt gibi canhıraş inen yağmur taneleri bile... onlar bile oyunbaz bir perinin bakışlarından saçılan parlak gün ışığıyla dolu nazarlar gibi havada asılı kalmıştı... onlar bile aklımı kaçırmanın eşiğinde olduğumu yüzüme haykırıyordu... Sonra nefes aldım. Soluğum bir çığlık gibi kulaklarımda yankılandı. Atmosfer ondan çaldığım bu derin ve soğuk bir yudum oksijene içerlemiş olacak ki az önce kıpırtısız duran her şey bir anda alevlenen bir güçle müthiş derecede baş döndüren süreğen bir devinim kazandı. Dünya başıma yıkıldı deyiminin fiziksel halini yaşıyordum adeta.
Çevremde aldığım nefesle patlak veren hareketliliğin yarattığı gürültü önce kulaklarımda sonra da zihnimin en karanlık köşelerinde müthiş bir sancıya ve basınca sebep oldu. Tenime düşen her yağmur tanesi birer dolu etkisi yaratmıştı. Bütün ağaçların, bütün yaprakların ve tüm canlıların nefes aldığını hissedebiliyordum. Atmosferden çaldığım o derin, o soğuk bir yudum oksijenin bedeli toprağın ayaklarımın altından kaymasına sebep olan bir acı ve baş dönmesi oldu. Nefesim kesik kesik devam ederken dizlerimin üzerine düştüm. Etrafımda bütün hareketliliği ve canlılığıyla dönüp duran dünya fotoğraf karesinden bir kabusa evrilmişti. İşin en kötüsü de nereden geldiğimi, nereye gittiğimi ve kim olduğumu bilmiyordum.
Yere devrilip başımı çarpmadan ve karanlıkla buluşmadan önce ellerimden birinde bir kağıt parçasını sımsıkı tuttuğumu fark ettim. Kağıt parmaklarımın arasında buruş buruş olmuştu. İçinde uzun bir metnin yazılı olduğu belliydi fakat o anda biri dışında başka hiçbir kelimeyi okuyamadım. Asta yazıyordu. Bu ne demekti bilmiyordum. Toprağın soğuğunu yüzümde hissederken gözlerim kapanmadan önce akşamın gölgelerine bürünen ağaçların arasında dolaşan bir el feneri ışığı gördüm. Çoğu zaman böyle bir şey yardıma işaret edebilirdi. Fakat ben.. Yatağının altından canavarlar çıkacağını sanan minik bir çocuk gibi, zihnim gecenin içinde yuvarlanıp uykuya dalarken, bundan müthiş bir korku duydum...



Not: Henüz karar vermedim ama devamı olacağını düşünüyorum bunun ;)


Bu gif benim birkaç haftadır ruh halim resmen, nasıl düştü yaa kıyamam :)
S..

6 Şubat 2019 Çarşamba

Yüzeydekiler Bölüm 1


  Tamam bu duruma neresinden bakarsanız bakın tam bir felaketti. Tek istediğim güneşin can veren sıcaklığını ve taze çiçek kokuları taşıyan rüzgarın yanaklarımda bıraktığı serinliği biraz daha tatmaktı. Bu hayalin gerçek olması beni öyle büyülemişti ki herhangi bir tehlikenin yaşanabileceğini düşünemiyordum. Ve tabii bu büyülenmişlikle sersemleyen zihnime rağmen araştırmamı yürütecek materyalleri bulmayı da umuyordum. Aslında çıldırmış gibiydim. Çevremdeki bütün bitkilerden birer örnek alsam geriye nasıl dönebilirdim bilmiyordum. Bunun yerine laboratuvarı buraya taşısam daha işe yarar olur diye düşünmeden de edemiyordum. Öte yandan bize söylenen her şeyin yalan olduğunu düşünüyor ve gerçekten aşağıda kalmaya devam etmemiz gerekip gerekmediğini anlamaya çalışıyordum. Kafam karmakarışıktı. Her şeyin bu hale geleceğini nereden bilebilirdim, tanrım! Her şeyi geriye almanın bir yolu olsaydı, bütün bunların olmasını engellemek mümkün olsaydı... Şimdi bu korkunç yaratıklar asla peşimize düşmemiş olacaktı. Bununla birlikte bize gerçekleri anlatmış olsalardı belki de kendimizi Yüzeydekiler'den koruyarak yeni bir yaşam kurmanın yollarını bulabilirdik. Ben bunları saklandığım küçük kovukta her an bulunmanın korkusunu yaşayarak tekrar ve tekrar düşünürken suyun içinde yine o tanıdık korkunç titreşimleri duymaya başlamıştım. Yerim henüz tespit edilmemiş olsa da fazla vaktim kalmamıştı. Olduğum yerden bir an önce kaçıp diğerlerine tehlikenin haberini iletmem gerekiyordu. Titreşimler sıklaşıp gittikçe şiddetlenirken onlardan birinin bulunduğum küçük sığınağın girişinden korkunç yüzünü ne zaman göstereceğini merak ediyor ve bununla birlikte iliklerime kadar titriyordum...

  Size her şeyi en başından anlatmalıyım fakat hafızamdaki bulanıklık ve karmaşa olayları zihnimde birbirine katmış durumda. Yine de elimden geleni yapacağım. İnsanlık su altında koloniler kurmaya başladığından beri yeryüzünden uzakta ve izole olmuş halde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman meraklı kaşifler, maceraperestler ve yüzeyi bir şekilde yeniden görüp oraya dönme arzusunda olanlar kolonilerden kaçıp gidiyor ve onlardan bir daha haber alınamıyordu. Bize yetkililer tarafından söylenenler onlara ulaşılamadığı veya bir kazaya uğradıkları yönünde oluyordu. Gidenler asla geri dönmüyor, başkalarının ayrılmasını önlemek için ciddi tedbirler alınıyordu. Yüzeyde tam olarak ne olduğu hakkında sıradan halk hiçbir şey bilmiyordu. Tek bildiğimiz felaketler sonucunda orada artık yaşayacak bir dünya olmadığı, yalnızca asitle kavrulmuş ve ölümün çürümüşlüğüyle sarmalanmış topraklardan ibaret olduğuydu. Ama dedikodular vardı. Efsaneler geceleri loş lambalarla aydınlanmış masaların etrafında toplanıp bir şeyler yer içerken sohbet eden insanların arasında fısıltılar halinde dolaşıyor, meraklı zihinleri ele geçiriyor ve kendine bağlıyordu.

  Koloniler deniz ve okyanus tabanlarında inşa edilen dev galerilerdi. Bir yaprağın damarları gibi suyun içinde yayılıyorlardı. Pek çok limana sahiplerdi. Buralardan çeşitli büyüklükte denizaltılarla diğer uzak kolonilere seyahat ediyor ve koloni dışında suyun içindeki tarlaları bu şekilde işçi denizaltılar ve robotlarla ekip biçiyor, evcilleştirmeyi başardığımız bazı deniz türlerini besi alanlarına götürüp getiriyor ve bunlara benzer başka işler yapıyorduk. Koloniler o kadar büyüktü ki içlerinde pek çok orman yetiştirmeyi başarmış ve sudan oksijen üretmenin yanında artık bunlardan da faydalanmaya başlamıştık. Hiç tükenmeyecek şekilde solunabilir hava üretebiliyorduk. Elektriği suyun akışından fazlasıyla elde ediyorduk. Ve bu enerji biçimi lazım olan bütün alanlara yeterli geliyordu. Suni güneş ışığına sahiptik. Yapay sahillerimiz vardı. Bazı mağaralarla olan bağlantılar sayesinde dalış turizmi gibi değişik aktivitelere sahiptik. Bu mağaralarda yeraltı gölleri oluşturan sular sayesinde dalış yaparak dışarıya yüzebiliyor bir süre gözetmenler eşliğinde gezip geri dönebiliyorduk. Suyun basıncını her türlü yapıda veya kıyafette kontrol etmek artık çocuk oyuncağıydı. Eski dünyanın iyi olan her şeyini kopya etmeyi başarmıştık. İnsanın merak duygusu onu ele geçirmese burayı terk etmek gibi bir şeyi asla düşünmeyeceğini çünkü huzurlu, düzenli bir yaşamımız olduğunu söylerlerdi. Fakat bununla birlikte insanı rahatsız eden şeyler de vardı. Yöneticiler hayatımızın tümünde kontrol sahibiydi. Yılda yapabileceğimiz seyahat sayısı belirlenmişti. İstediğin zaman bir koloniden diğerine geçemezdin. Sana sistem tarafından yaşaman için verilen evden başka bir eve taşınmak için belli kurallar ve izinler vardı. Kimse özel araca sahip olamıyor sadece bisikletlere izin veriliyor, ulaşım sisteme bağlı toplu taşımalar ile sağlanıyordu. Herkes ona belirlenen meslek için yetiştirilir ve başka bir işe ilgi duyması beklenmezdi. Koloniler dışında yani suyun içinde yürütülmesi gereken işler ve geziler sıkı denetimlere ve kurallara tabiydi. Sadece bazı testleri geçebilen, zihnen ve genetik olarak uygun görülen ailelerin çocuk sahibi olmasına izin veriliyordu. Deri altına yerleştirilen çipler ve her gün uyumadan önce başucumuza yerleştirilen bir cihazda kolayca yapılan testler sayesinde yediğimiz içtiğimiz her şey kontrol ediliyor, günlük izin verilenden fazla karbonhidrat tüketmişsek ceza alıyor, haftalık sağlık grafiklerimize göre bize söylenenleri yapmak zorunda kalıyorduk. En son komşum fazladan bir kase puding yediği için bir hafta ağır spor yapmakla cezalandırılmıştı. Bunu yapmazsa hapse atılacaktı. Daha burada anlatamayacağım çok acayip uygulamalar mevcuttu. Onların izin verdiği şeyleri düşünebiliyor, onların izin verdiği ölçülerde yaşayabiliyorduk. Bazen kaybolanlar oluyordu. Uyumsuz olarak tespit edilenler yakalanır, sorgulanır cezalandırılırdı. Fakat bazen kaybolanlar oluyordu işte. Herkes bir çeşit baskı ve korku hissediyor, kimse izin verilmeyecek bir konu hakkında konuşamıyordu. Bir çeşit robot gibi yaşıyorduk.

  Ben ilk kurulan kolonilerden birinde yaşıyordum. Burası gibi birkaç büyük pilot bölge kendisine bağlı diğer küçük kolonileri kontrol altında tutuyor, yönetiyor, düzeni sağlıyordu. Ben mesleğim gereği yüzeye ait eski bitki türlerinin su altında suni ışık ile yetişebilmeleri için yeniden üretilip ıslah edilmelerine yönelik araştırmalar yapıyordum. Hatta suyun içindeki bitkilerle onları birleştirip simbiyotik bir şekilde yeni biçimleriyle üretilmelerini sağlıyordum. Son projem fissidens mossları üzerinde yetişecek böğürtlenlerdi. Bu koloni, kara parçalarından birine çok yakındı. Ve bir gün merak ettim. Bana verilen çok eski tohumlar, çok eski ve iyi korunmamış genetik materyallerle uğraşmak yerine hala taze hala yetişen bir şey bulamaz mıyım diye düşündüm. Bitki gen silolarımızda aradığım şeyi bir türlü bulamıyordum. Ya aradığım şey yukarıda bir yerlerde beni bekliyorduysa.. Bu karşı konulamaz bir düşünceydi. Bu düşünce zihnime yerleştikten sonra artık yaptığım işlerle uğraşamaz oldum. Tüm dikkatim yüzeydeki gizemdeydi. Kaçan insanlar hakkında araştırmalar yaptım. Hangi yollarla gitmeye çalışmışlardı, başarı şansı neydi gibi başka bir sürü sorunun cevabını arıyordum. Tek yol denizaltılar gibi görünüyordu. Fakat bu araçların hiçbirinin belli bir irtifadan yükseğe çıkma yetkisi yoktu. Buna kalkışan biri olduğu anda yetkililerin haberi olurdu ve sinyali takip edip onu yakalarlardı. Üstelik öyle herkesin denizaltısı olmuyordu bunlar şirketler halinde özel izinlerle çalışıyorlardı. Bireyler kendi başlarına onlardan birine sahip olamazdı, yasaktı. Özel eğitimli kaptanlar bu şirketlere bağlı çalışıyordu ve her birinin etkinliği raporlanıyordu.

  Sonra bir gün loş ışıkla aydınlatılan bir masada birileriyle sohbet ederken bir isme ulaştım. Bunun sonucunda ciddi bir karar alıp sistemi terk etmem gerekiyordu. Ve öyle yaptım. Artık hep anlatılan o asilerden, maceraperestlerden biri de bendim. Bileğime yakın deri altına yerleştirilen çipi dikkatle çıkarttım ve onu özel bir solüsyonla dolu bir kavanoza koydum. Böylece çalışmaya devam edecek ve yaptığım şey bir süreliğine anlaşılmayacaktı. Seyahat izinlerimi çoktan doldurmuştum bu nedenle gizlice hareket etmek oldukça zorlu bir yolculuk olmasına neden oldu. Sonra bana yardım edecek kişiye ulaşmayı başardım. Onu ikna etmem çok zor oldu çünkü gizlice sahip olduğu ufak denizaltı yüzünden onu yakalamaya gelen biri olup olmadığımdan şüpheleniyordu. Üstelik onu denizaltıyı kullanması konusunda da ikna edebilmiştim. Nihayetinde beraber yola koyulmuş ve yakalanmadan yüzeye ulaşmıştık.

  Masmavi gökyüzü parlak sarı bir güneşle taçlanmış, ufuktaki kara manzaraların en güzelini gözler önüne sermişti. Dalgalar yükselip alçalıyor, çalkalanıyor, birbirine karışıyorken köpükler havaya sıçrıyor hikayelerden tanıdığım beyaz kuşlar havada dönüp dururken bir anda düşer gibi suya dalıp çıkıyordu. Dalgalar denizaltının yüzeyine çarpıp dururken sanki dans ediyorlardı. Etrafta gördüğüm şeylerin çoğunu ilk defa tanıyor, çok azını hikayelerden ve kurtarılan eski kitaplardan biliyordum.Yaşamım boyunca böyle bir şey görmemiştim. Denizaltından bir an önce kurtulup tüm bu manzarayı etrafımda metal bir kabuk olmadan tenimde hissetmek, tadına bakmak, koklamak istiyordum. Bana eşlik eden kaptan da büyülenmiş gibi bir süre hareketsiz kalıp sanki kayboluverecekmişçesine manzarayı zihnine kazıyordu. Bu dünya çürümüş asit dolu topraklardan ibaret değildi. Hayır, hayır.. Burada yaşam adeta fışkırıyor etrafa saçılıyordu.

  Karaya ulaştığımızda heyecandan başım dönüyordu. Soluduğumuz hava bizim ürettiğimize çok benziyordu fakat farklı bir şeyler olduğu da kesindi. Sonra rüzgar.. Rüzgar tenimde hareket ettikçe bizim fanlarla yapay olarak yarattığımız düzenli hava akımlarından çok daha farklı bir his yaratıyordu. Sadece bal üretmek için düzenleyebildiğimiz bazı tesisler dışında asla duyumsayamadığımız çiçek kokuları ise burada buram buram her yerden duyuluyordu. Güneş ve çevremdeki bütün renkler gözlerimi alıyordu. Bir süre nereye koşacağımı neye bakacağımı şaşırmış halde dolaşıp durdum. Benimle gelen kaptanın da benden farkı yoktu. Onun aklında şimdi buraya turist getirip götürmek veya tamamen buraya yerleşmek gibi değişik fikirler uçuşuyordu. Kataloglardan bildiğim kadarıyla bazı bitkileri tanıdıkça heyecanım katlanıyordu. Kolonilerde yaşamaya başlarken kurtarılanlar bu dünyadakinin çeyreği bile değildi. Kurtarılanların da çok azı yeniden üretilebilmişti. Burası bir hazineydi. Böyle çıldırmış halde dolaşırken havanın karardığını fark etmedim. Kaptan da bir süre önce kaybolmuştu. Geri dönmek için ne taraftan gitmem gerektiğini bilemiyor ve kaybolmaya devam ediyordum.

  Not: Birkaç rüyayı birleştirip kurguladığım bir hikayenin ilk bölümüydü bu. Rüyalar birbirine benzeyince tek bir hikaye gibi yazıyorum :D Devam edecek :)

19 Ocak 2019 Cumartesi

Odin Bölüm 2



  Bazı zamanlar şöyle bir durup ben ne yapıyorum, bütün bu çabanın bütün bu mücadelenin ne anlamı var diye düşündüğüm olur. Bir gün bana verilen zamanın sonuna geleceksem ve o anda olduğum veya olmaya çalıştığım kişi olmamın artık bir anlamı kalmayacak, bir anda tüm mevcudiyetim ve sonsuz zamanın içindeki anlık varlığım silinip gidecekse, sevdiğim insanların kalbinde zamanla bir hayalete dönüşeceksem ve chronos'un hafızalardan silme oyunu beni bulacaksa... diye düşünce akışım kısa süreli buhrana kapıldığında kendimi toprak bir yolun kenarında soğuk bir kayanın üzerinde oturur halde hayal ederim. Güneş o kadar solmuştur ki bu korkunç hayalde bütün mavilikler bütün yeşiller ve görülmesi insana canlılık veren tüm renkler griye dönüşür de üzerine bir de yağmur başlar. Ben soğuk kayanın üzerinde donuk bakışlarla kendim tarafından bile terk edilmiş halde öylece durmaya devam ederim. Şimdiyse gerçekten de bu noktaya nasıl geldiğimi anlamamış bir şekilde soğuk bir kayanın üzerinde korku içinde dururken başımdan aşağıya gökler yağıyordu fakat etrafımda toprak bir yol yerine beni yutmak için canhıraş uğraşan bir nehir akıyordu.

  Sanırım her şey gizemli antikacının bizi gizemli bir edayla uğurlayarak dinlenmemiz için adresini verdiği otele gelmemizle başladı. Hayır hayır.. Belki de daha öncesiydi.. Daha o uçurumlu yolda ilerlerken uyku ve yorgunluk beni sarıp sarmaladığında ve gözlerimi garip düşlere teslim ettiğimde aracımızın etrafında uçuşan kader perileri yapacağını yapmıştı. Kendi yolumuzdan sapıp bu tuhaf yere gelmeye karar verdiğimiz anda olacak olan her şey olmaya başlamıştı bile. Antikacının önünde aracın içinde gözlerimi tekrar açtığım andan itibaren hissettiğim o tedirginliğe aldırmadığım için tam bir budalaydım. Çünkü hisleri okumak, doğanın titreşimlerini duymak bize çok önceden öğretilmişti. Bunları göz önüne almadan hareket etmek yaptığımız işin doğasına aykırı ve tehlikeliydi. Uzun süredir dinlenmeden yola devam etmek arkadaşlarımı ve beni köreltmiş olmalıydı.

  Güneş batmadan önce otele vardığımızda arabanın camlarını kapatıp dışarıya çıkmadan bir süre genişçe bir arazinin ortasında tek başına karşımda duran bu tuhaf yapıya bakıp burada olmak istemiyorum diye düşünmüştüm. Mari ve Kei çoktan otelin kapısına ulaşmıştı. İçeride yaşam olduğuna dair tek bir işaret bile göremiyordum. İnsan gözü simetriye alışmıştır. Bunun aksini yansıtan şeylerin insana güzel hissettirdiği nadirdir. Doğada değilse bile insan icadı tüm şeylerde bir simetri bir düzen ararız. Doğada bile simetri yoğunluktadır ve bu takıntımız bununla ilgili olabilir. Bir şeye baktığımız zaman kafamız karışmasın isteriz. Aşırı simetri takıntısı olan bir insan değildim ama şimdi bu yapıya bakmak beni rahatsız ediyordu. Ya da hissettiğim duyguyu ben simetri olayına bağlamıştım ama belki de oradan uzaklaşmamı söyleyen daha önce bahsettiğim öğretilerin bilinçaltımda yarattığı alarmlardı.

  Yapı iki katlı ve çok da büyük olmayan bir şeydi. Uzun dikdörtgen bir formu vardı ve iki ucunda birisi yarım daire diğeri kare şeklinde yükselen iki kule bulunuyordu. Bina ile bağlantıları birinci katla aralarında duran kısa bir köprüydü. Anladığım kadarıyla dışarıdan başka bir girişe sahip değillerdi. Kulelerden yarım daire olanın çatısı binanın çatısıyla eşit yükseklikteydi. Diğeri ise yarım kat daha yüksekteydi. Beni rahatsız ettiğini düşündüğüm şey ise bu değildi. Uzun ve tirizli pencerelerin hiçbiri olması gerektiği gibi düz durmuyordu. Bazısı sağa bazısı sola bariz şekilde yatmış, binanın sağ tarafı yukarı doğru genişlemiş görünürken diğer tarafı daralmış, çatının bir tarafı sanki şişmiş bir balon gibi kavis almışken bir tarafı içe doğru çökmüş görünüyordu. Hatta bazı pencereler baş aşağı dururken birkaç balkonun da tepetaklak duruyor olması bunun ne tür bir sanat anlayışı olduğunu düşünmeme neden olmuştu. Bunu tarif ederken ve düşünürken bile zihnim acı çekiyordu. Kim bilir içerisi nasıldı...

  Sonunda yalnız kalmaktan tedirgin olup dışarı çıktım ve kızlar kapıyı çalarken onlara ulaştım. Geniş çift kanatlı ahşap kapının iki tarafındaki lambalar alacakaranlıkta sarı ışıklarını saçmaya başlamıştı. Gökyüzü bir tarafta soluk bir maviden laciverte doğru değişiyor diğer tarafta iyice kararıp yıldızları süsleniyordu. Bir süre kapıya değişik ritimlerle ve gittikçe değişen duygularla vurup cevap bekledik. İçeride yaşam belirtisi olmadığını daha önce söylemiştim. Tam da bunu kızlara da söyleyip buradan gitmek gerek diyecektim ki kapı ürpertici bir gıcırtıyla yavaş yavaş kayıp açılmaya başladı. Ardına kadar açılması o kadar uzun sürdü ki çıkardığı ses yüzünden ruhum titrerken saatler geçmiş gibi hissettim. İçeride ilk başta kimse yok gibiydi. Kapıyı bize açanın kim veya ne olduğunu anlayabilmek için biraz merak biraz korkuyla ve içeriye çok da yaklaşmak istemeden bakmaya çalıştığımızda kapının diğer kanadının ardına saklanmış olan karanlıklar içindeki şekil aniden aydınlığa çıkıverdi ve üçümüz de birer çığlık kopardık. O ise bizden hiç etkilenmiş görünmüyordu. Bize bakışları evine zorla girmeye çalışan birileri veya bahçesinde gezinmesini istemediği bir komşu kedisiymişiz gibiydi. Karşılaştığımız rahatsız edici tavır kızların dinlenmek için olan isteklerini ve kararlılıklarını değiştirmemişti. Mari buranın otel olup olmadığını sorup eğer öyleyse bir gece kalacağımızı söyleyerek cevap bekledi. Yaşlı kadın susmaya devam ederken sağ tarafımızda yapraksız duran bir ağaca tünemiş ve uzun süredir bizi izleyen bir karga ile göz göze geldiğimi iddia edebilirim. Karga bir anda sessizliği bozup öfkeli olduğunu düşündüğüm bir bağırışla gagasını durduğu dala bir kez vurup bizi korkuturken kadın da ilk defa gerçekten var olduğunu belirtir şekilde kıpırdandı ve o bembeyaz yuvarlak yüzünün ortasındaki iki küçük siyah noktayı usulca çevirip kargaya baktı. Sonra da yine sadece gözlerini kıpırdatarak bize bakıp neşeden yoksun bir "Hoş geldiniz..." diyebildi. Ardından zoraki gülümsemeler ve gerginliğimizi gizleme çabalarıyla onun peşinden içeriye doğru ilerledik...

  Düşünüyorum da o anda bile bir şeyleri fark etmek için hala zamanımız vardı. Üstelik yeterince hissi delile de sahiptik. Fakat biz yaz ortasında üşümüş, yorgunluktan aklımız bulanmış ve sadece biraz dinlenmenin peşinde, perişan halde ve açken dikkatli olmaktan epey uzak düşmüştük....

Devam edecek...

S

17 Ocak 2019 Perşembe

Kaçış 2


  Dora'nın kapıya gelen herkesin kafasına tava geçirme hevesinin kaynağının bu insanlar olduğunu anladım. Beni duvarın köşesine doğru çekip pencereden uzaklaştırdı. Sonra odanın içinde eğilerek hareket edip bebeği yerden aldı ve onu getirip bana verdi. Ne yaptığını anlamıyordum. Düşürmemek için bebeğe sıkıca sarıldım. Herhalde buradan kaçıyoruz diye düşündüm. Dora tavayı rahat kullanmak için bebeği taşıma işini bana vermiş olmalıydı. Bu insanlar herhalde tavadan korkmazdı. Onun telaşına son vermek için bileğini yakaladım ve "Onlardan saklanıyordun değil mi?" diye sordum. Başıyla beni onayladı. Yerini buldukları ortadaydı ve etrafa sorarak kaldığı daireyi öğrenmeleri çok sürmezdi. "Gidelim buradan hemen!" dedim. Bileğini hala tutarken hızla kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açıp dışarı çıkmak üzereyken beni durdurdu. Kendini benden kurtarıp boşta kalan elimi tuttu ve o elimle de bebeği sarmam için beni yönlendirdi. Bu sırada diğer elini kendi kalbinin üzerine bastırmış başını hayır anlamında sallıyordu. O gelmeyecekti. Bana bebeği alıp gitmemi işaret etti. "Saçmalama!" diye bağırdım. Hepimizin kaçması için hala zaman vardı. Ama o beni dinlemiyordu. Yine beni dinlemiyordu.

  Ben itiraz etmeye devam edince bir anda "Git!" diye bağırdı. Şok geçirdiğimi söylemem yaşadığım duyguyu tarif etmem için az kalır. Ağzım açık kalmıştı. Benimle bu güne kadar hiç konuşmamışken yüzüme sarf ettiği ilk sözcük koca bir ünlemle sarmalanmış bir "git" olmamalıydı. İlk konuşmamızı bu şekilde yapacağımızı hiç düşünmezdim. Bir defasında bebeğe tuhaf bir çorba pişirmesine yardım ettiğimde tadı bir şeye benzemediği için kendi kafama göre bolca limon tuzu, pul biber ve tuz eklemiştim. Tadını kontrol ettiğinde yüzünün aldığı o hali hala unutamıyorum. Yemek yapmayı bilirim ama bir bebeğin nasıl bir şey yemesi gerektiğini hala bilemem. Baharatı da bol kullanmam tamamen kişisel bir tercih tabii. Üstelik onun garip garip otlardan ve acayip turplardan yaptığı bulamaç benim yaptığım eklemeden önce daha korkunçtu. Neyse yeteneksizliğimi o anda idrak etmişti. Şok içerisinde yüzüme bakarken işte tam da o sırada bir şey söyleyecek gibi olmuştu. Fakat bunun yerine çorbayı bulaşıkların içine atıp yeni bir tane pişirmeye başlamıştı. Her neyse..

  Onların bebeğin peşinde olduğunu söyledi. Yaşlı adamın oğlu bebeğin babasıydı ve önce onu yakalamışlardı. Evlilikleri yaşlı adam tarafından onaylanmamıştı. Dora bebekle kaçmıştı. Şimdi de yerlerini bulmuş ve bebeği almaya geliyorlardı. Dora'yı her zaman bulurlardı ama bebeği benimle gönderirse onu asla bulamayacaklarını söyledi. Onu her şeyden uzakta tutabileceğime inanıyordu. Ben gidersem ona ne olacağını sordum. Ama daha fazla cevap vermedi. Çok korkuyordum. Ben düşünmeye çalışırken o beni sürükleyip kapıdan dışarıya çıkarttı. O kadar hızlı hareket ediyordu ki o an ne düşüncelerimin hızına ne de ona yetişemiyordum. Balkondan aşağıya bakıp hala gelmemiş olduklarını görünce derin bir nefes aldı. Beni merdivenlerin başına kadar götürdü ve sonra eski saat kulesine gitmemi söyledi. Orada bir yere saklanıp beklememi istedi. Akşam olduğunda o meydan turist kaynardı. Kalabalıkta fark edilmezdik. Güneş tamamen battığında Dora hala gelmediyse bir an önce izimi kaybettirmem gerektiğini ama mümkün olursa onlardan kaçıp bizimle buluşacağını söyledi. Geldiğinde yalnız olmazsa bunu anlamam için saçlarındaki bağı çözmüş olacağını ekledi. Sonra da "Git artık..." diyerek arkasını dönüp koştu ve karşı merdivenlerden aşağıya indi. Onların karşısına çıkıp hedef şaşırtacağını anlamıştım. Dehşet içinde kalmıştım. Tek yapabildiğim bebeğe sıkıca sarılıp merdivenlerden inmek oldu.

  Onların sokağın aşağısında olduğunu biliyordum. Bu nedenle yukarıya doğru ilerledim. Daha öncesinde orada bir uçurumun kenarına gelindiğinde aşağıya inen gizli bir yol olduğunu keşfetmiştim. Dar ve dik basamaklara sahip olduğundan yıllar içinde unutulmuş olmalıydı. Etrafında büyüyen otlar basamakların üzerini de neredeyse tamamen kaplamış ve onu gizlemişti. Bebeği düşüreceğim diye yüreğim ağzımda dikkatle uçurumdan aşağıya inmeye başladım. Merdiven beni kayalıkların arasından dolaştırıp artık kullanılmayan bir deniz fenerine doğru götürüyordu. Fenere ulaştıktan sonrası kolay olacak diye düşünüyordum. Adımlarım dikkatli, yavaş ve sessizdi. Bebek tıpkı bir kedi gibi arada bir mırıltılar çıkartarak uyumaya devam ediyordu. Güneş batmak üzereyken korkudan buz kesmiş bedenim onun minik varlığından yayılan sıcaklıkla hayatta kalıyor, kendini kaybetmek yerine devam etme gücü buluyor gibiydi. Bir an için bile soluklanmadan aşağıya ulaştım. Durup beklediğim anda yaşadığım korkunç durumun tesiriyle titremeye başlayacağımı biliyordum. Hatta ağlamaya bile başlardım. Aklım Dora'daydı. Yakalanmaması için sürekli dua ediyordum. Deniz fenerine vardığımda güneş son ışıklarını saçıyordu. Havanın kararması için sadece dakikalar kalmıştı. Saat kulesine ulaşmak için adımlarımı hızlandırdım.

  Akşam saatlerinde Limon Çiçeği meydanı acayip derecede kalabalık oluyordu. Oval meydanın tam ortasında eski bir saat kulesi vardı. Kulenin altında turistlerin muhakkak uğradığı ünlü bir limon ağacı vardı. Bu ağaca dilek için kurdeleler bağlıyorlardı. Çiçeklerini açtığı zaman bütün meydan limon çiçeği kokuyordu. Söylentilere göre de dileklerin çoğu gerçekleşiyordu. Meydanın çevresinde küçük binaların altında hediyelik eşya dükkanları, birkaç mağaza, tatlıcı ve bir kahve dükkanı ayrıca çiçekçi ve bir de restoran bulunuyordu. Meydanın güney tarafı tamamen açıktı ve bir iskeleyle çevrelenmişti. Burada insanlar gezip dolaşırken veya oturup bir şeyler yer içerken deniz eşsiz bir manzara sunuyordu. İskele sağ tarafta denize doğru genişçe bir dönüş yapıp bir süre devam ediyor, eski liman yerine artık burası adaya gelen deniz trafiği için kullanılıyordu. Zaten çok fazla gelip giden gemi olmazdı. Haftada yalnızca iki gün sabah gelen gemi akşam geri dönerdi. Eğer insanlar bir yere gitmek istiyorlarsa bu iki günden birini seçmeleri gerekiyordu. Neyse ki bugün çarşambaydı ve o iki günden biriydi. Sabah gelen gemi eğer yanılmıyorsam saat onda dönüş yoluna çıkacaktı.

  Kalabalığın içinde ilerledim. Dikkat çekmemek için gezintiye çıkmış gibi davranıyordum. Fakat bebek de huzursuzlanmaya başlamıştı. Eğer ağlarsa onu nasıl susturacağımı bilmiyordum. Kaç saattir de acıkmış olmalıydı. Burada ona yedirecek bir şey bulmak mümkün değil gibiydi. Bütün bu sorunlar yetmez gibi bir de yüzüme kocaman bir damla yağmur düştü. Az sonra bir felaket yaşanacağının habercisi gibiydi. Saat kulesinin yanında limon ağacının ardında bir ucu kuleyle birleşik oldukça kalın ve alçak bir duvar vardı. Üzeri de kiremit bir çatıyla kapatılmıştı. Cephesi kapatılmış olsa buraya küçük dikdörtgen bir oda denilebilirdi. Orayı eskiden bekçilerin rüzgardan korunmak için kullandığı söylenirdi fakat şimdi içi boş bir şekilde öylece duruyordu. Gözlerden uzak kalabilmek için bu yapının karanlığına sığındım. Oraya tam zamanında vardığım söylenebilirdi çünkü ardından yağmur ilkin çiselemeye sonra da rüzgarla beraber hızla yağmaya başladı.

  İnsanlar girişi kısmen kamufle eden limon ağacının etrafından ıslanmamak için kaçıştı ve meydandaki diğerleriyle birlikte çevredeki restoran ve öbür yerlere sığındı. Ürkütücü kalabalığın ardında bıraktığı boşluk ve yerde küçük göletler yaratan yağmurun sesi epey korkunçtu. Bebeğin iyi olup olmadığına baktığım bir sırada beklenmedik şekilde girişte beliren bir kadın korkuyla ufak bir çığlık atmama neden oldu. Kadın beni bebekle buraya sığınmış halde fark edince yolunu değiştirip yanıma gelmiş yardımsever birisiydi. Elleriyle başına ceketini siper etmişti ve bana yardım etmekte ısrarcıydı. Kadına birini beklediğimi ve o gelmeden gidemeyeceğimi bunun özel bir mesele olduğunu söyledim. İlk başta ısrar etmeye devam etti. Söylediklerim ona saçma gelmişti bebeği burada tutarsam hasta edeceğimi söylüyordu. En sonunda beni yanında götüremeyeceğini anladığında pes etti ve uzaklaştı. Giderken de hala deli olduğumu söylüyordu.

  Yağmur dışında hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Rüzgar yön değiştirdikçe suların yere çarparken çıkardığı ses de değişiyordu. Biraz zaman geçmişti ki fırtınaya dönüşmek üzere olan bu doğa olayının getirisi olarak elektrikler kesildi ve bütün meydan tamamen karanlıkta kaldı. Deniz çıldırmıştı. Dalgaların gürültüsü karanlıkta zihnimin sağlam kalmış yanlarını da yok edercesine saldırıyordu. Böyle giderse denizin yükselmesinden ve bizi sulara katıp götürmesinden ibaret olan korkunç sanrılar aklımda dönüyordu. Dora artık gelmeliydi. Cep telefonumun şarjı bitmeden önce saatin dokuz buçuk olduğunu görmüştüm fakat bunun üzerinden kaç dakika geçtiğini bilmiyordum. Gemi bu fırtınada yola çıkamazdı belki de sabaha kadar beklemek zorunda kalabilirdi. Fakat Dora neredeydi? Yakalanmış mıydı? O olmadan ne yapacak, nereye gidecektim? Hatta onu geride bırakıp nasıl gidecektim? Yağmur yağmıyor da sanki aklıma buzdan meteorlar düşüyordu. Daha fazla ayakta duramadım. Sırtımı duvara yaslayıp yere çöktüm. Üşümemi artık kontrol edemiyor ve bebeği sıcak tutmaya çalışıyordum. Hiç enerjim kalmamıştı ve benim bile açlıktan şekerim düştüyse kucağımdaki miniğin nasıl dayanacağını bilmiyordum. Bütün bunlar delilikti, saçmalıktı. Az sonra uyanacağım bir kabusun içinde olmayı diledim. Az sonra uyanıp güneşli bir güne gözlerimi açacağımı düşledim. Dora gelmiyordu. Söylediği saat çoktan geçmişti. Yakalanmış olmalıydı. Bir daha onu göremeyecek miydim? Bebeğin adını bile bilmiyordum ona nasıl bakacaktım?

  Karanlığın içinde suratıma tutulan bir fener ışığıyla sarsıldım. Panik kulaklarımın uğuldayıp nabzımın çıldırmasına neden oldu. Kalbim adeta kulak zarımda atıyor ve ne yapacağını bilememenin verdiği dengesizlikle başım dönüyordu. Bir anda ayağa fırladığımda düşüp yere kapaklanmadığım için şanslıydım. Fenerin parlak beyaz ışığını gözlerimin içine tutan kişi kimdi göremiyordum. Geriye doğru birkaç adım attım. Bulunduğum sığınak o kadar küçüktü ki fazla uzaklaşamadım. Bebek de artık avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Fenerin ardındaki karanlık şekil bana doğru sakin ve yavaşça adımlar atmaya başladığında ben de avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Ama korkudan resmen dilim tutulmuş gibiydi.


Son

S..

heheey tahmin ediin eveet yine bir rüya canım blog, canım okuyucu bu sefer biraz uzundu ve yine biraz kurgu da var ;)

16 Ocak 2019 Çarşamba

Kaçış 1


  Sıcak bir yaz günüydü. Sıcak yaz günlerinde soğuk karpuz güneşin alçaldığı saatlerde serinlemek için mükemmel bir seçimdi. Markette diğerlerinin arasından en iyi olanını bulduğuma inanarak bir karpuz seçtim. Birkaç kahvaltılık malzeme ve karınca ilacını da sepete ekledikten sonra listemde eksik bir şey kalmamıştı. Bu günlerde karıncalarla başım beladaydı. Önce bir sabah uyandığımda bir koloninin saldırısına uğradığımı görmüştüm. Üzerim simsiyah karıncaydı. Fazla sayıda olmalarından dolayı böcek zehirlenmesi yaşamıştım. Başımdaki ağrı tarif edilemezdi. Herhangi bir şeker hastalığım falan olmadığı için yaşadığım şey mümkün olandan daha şaşırtıcıydı. Sonunda gözlerimi hastanede açmıştım. Sonra bu karınca akınları devam etti. Geldikleri yeri bulmuştum. Kalorifer borusunun zeminde kaybolduğu yeri zamanında köpükle kapatmamışlardı ve küçük toprak dolu bir açıklıktan geliyordu hepsi. Ama düzenli ilaçlamaya başladığım için artık saldırıya uğramıyordum bunun yerine her gün zeminde birçok karınca ölüsü buluyordum. Bu da artık sinirlerimi bozmaya başlamıştı doğrusu. Sanki ölmek için benim odamı, benim parkelerimi seçiyorlar gibi her gün onlarla karşılaşmaktan bıkmıştım. Kasaya gidip ödemeyi yaptım ve malzemeleri turuncu bir file çantaya yerleştirdim. Cam kapıdan dışarıya adım atar atmaz güneşin bütün enerjisini bağrında toplayan yoldan buram buram yükselen sıcaklık boğazıma sarıldı. Serin bir yerden dışarı çıktığında insan kısa bir şok geçiriyordu. 

  Neyse ki bu gün rüzgar soğuk esiyordu. Bir süre dalgalı göz oyunları yaratan parke yolda ilerleyip sol tarafta başka bir yola saptım ve daha küçük bir sokakta ilerledim. Burası çok büyük bir yerleşim yeri değildi. Sahil çok uzak olmadığından denizin tuzlu kokusunu rüzgarın her yükselmesinde duyardınız. Küçük yapraklı küçük boylu ağaçlar her yerde size gölgelerini sunardı. Evler pek yüksek değildi. En fazla yedi katlı binalar vardı fakat daha çok kendini alçak bir bahçe duvarıyla sınırlandırmış iki üç katlı ve dağınık yerleşmiş evler yaygındı. Sahilden itibaren yavaşça yükselen arazi yüzünden hemen hemen bütün evlerin kıyısından köşesinden yakaladığı bir deniz manzarası vardı. Sokakta oyun oynayan birkaç çocuğun arasından geçerken önüne bakmadan koştuğu için bana çarpan bir tanesi önce özür diledi sonra da bu gün güneş gibi olduğumu söyledi. Bu tuhaf iltifat karşısında gülümseyip onun da serin bir rüzgar gibi insana neşe verdiğini söyleyip yoluma devam ettim. Tuhaftı. O çocuğu daha önce görmediğimden emindim ama onun beni tanıdığına olan inancı beni de buna ikna etmiş ve bozuntuya vermemiştim. Sokakta ağır adımlarla yürüyordum. Çünkü fırsatını bulmuşken bazen zamanı yavaş tüketmek gerekliydi. Fırsatını bulmuşken bir yaz günü elimde alışveriş çantasıyla bu yokuşlu ve ağaç gölgeleriyle dolu deniz kokulu yolda yürüyüşümü yavaşça tüketmek istedim. İnsanın bazen ruhunu dinlendirmesi gereklidir. Bu da öyle anlardan biriydi.

  Beş katlı binanın bahçe kapısına ulaştığımda yolun bittiğini yenice fark ettim. Zamanı büküp çekiştirmeyi bırakıp dünyanın kendi hızına geri dönmüştüm. Beyaza boyanmış metal bahçe kapısını iterek açtım. Buralarda acayip olaylar pek nadir yaşandığından çoğunlukla bahçeleri kilitlemeyi kimse gerekli görmezdi. Uzun dikdörtgen bir binaydı. Her katta altı küçük daire bulunuyordu ve merdivenler binanın dışından sağda ve solda yukarı tırmanırken her dairenin kapısı aynı cepheye bakıyor ve burada uzanan uzun bir stoaya açılıyordu. Gerçi buna ne kadar stoa denebilirdi emin değildim daha çok bir çeşit balkon düzenlemesi gibiydi. Aslında bu böyle bir bölgeye yakışmayan çirkin bir binaydı. Bana kalsa bir yıl içerisinde buradan taşınıp sahile daha yakın bir yere geçerdim. Basamakları tırmanıp üçüncü kata ulaştım. Soldan ikinci daire benimdi. Sağ tarafımda ağaçlarla birlikte yükselen arazinin yarattığı bir doğa manzarası vardı. Neyse ki deniz manzarası binanın diğer tarafında dairemin pencerelerinden görülecek şekilde kalıyordu. Beşinci daireye gidip kapıyı çaldım.

  Kapıya dört defa vurup bekledim. Önce kısa bir sessizlik oldu. Ardından kapının kilitlerinin açıldığını gösteren metalik tıkırtılar işittim. Birden fazla kilit tek tek açıldı. Sonra kapı yavaşça geriye doğru kayıp bana yol açtı. İlk başta içeride kimseyi göremedim ama böyle karşılanmaya hazırdım. Komşum her zaman biraz tuhaftı ve ben buna alışmıştım. Bu eve ilk ziyaretimde yine böyle içeriye bir adım attığımda kafama az daha bir tava yiyordum. Biraz abartmış olabilirim ama kimse elinde bir tavayı havaya kaldırmış biri tarafından karşılanmayı beklemez. Neyse ki komşum da bana alışmıştı. Kapıyı çalarken hep aynı ritmde vuruyordum ki yalnızca benim geldiğimden emin olsun. İçeriye girdim ve ben girer girmez her zaman olduğu gibi kapı aniden kapatıldı.

  Komşum kapının ardında saklandığı yerden ortaya çıktı. Elinde yine o tava vardı. Sakin olmayı ne zaman öğrenecek diye düşündüm. Elimdeki alışveriş filesini işaret edip "Karpuz yiyelim." dedim. Bana gülümseyip fileyi aldı ve oturma odasına geçmemi işaret etti. Onun bana alışmasından sonra akşam yemeklerini ve hatta kahvaltıları çoğunlukla beraber yapıyorduk. O mutfağa geçerken ben de oturma odasında yere konmuş bir minderin üzerinde sakince uyuyan minik bir kelebeği izlemeye gittim. Pencereden batmakta olan güneşin kızıla ve mora boyadığı göğün altında neredeyse kıpırtısız duran deniz görünüyordu. Yere oturdum ve bebeğin nefes alışını izledim. Uyandırmamak için dokunmaya korkuyordum. Pek ağlamayan sakin bir bebekti. Mütemadiyen gülücükler saçardı. Uykudan yanakları kırmızılaşmıştı. Ateşi var mı diye kontrol ettim neyse ki iyi görünüyordu. Komşum burada bebeği ile birlikte yalnız yaşıyordu. Zayıf çelimsiz bir kadındı. Uzun siyah saçlarını ensesinde at kuyruğu şeklinde toplardı. Daima telaşlı ve ürkek olması bir yana onda en tuhaf bulduğum şey bu güne kadar benimle hiç konuşmamış olmasıydı. Onu birkaç kez bebeğine ninni söylerken duymama rağmen benimle tek kelime sohbet etmemiş olması gerçekten acayipti. Soru sorduğumda işaretlerle cevap verirdi. Veya bunu da yapmazdı. Bazen bunu o kadar abartırdı ki yanında bir hayalet gibi olurdum. Tüm bunlar yüzünden bebeğin adını bilmiyordum. Ama ev sahibi onun adının Dora olduğunu söylemişti. Bu antik bir dilde hediye anlamına geliyordu.

  Ben yine düşüncelere dalmışken Dora mutfaktan koşarak yanıma geldi. Bu biraz tuhaftı. Evin içindeyken böyle koşturduğunu pek görmemiştim. Bana doğru hızla gelip şaşkınlıktan tepki bile veremediğim halde kolumdan tuttu ve ayağa kalkmaya zorladı. Sonra da pencerenin köşesinde saklanarak birlikte dışarıya bakmaya başladık. Bana ne göstermeye çalıştığını anlamamıştım. Çevreye bakındım. Ağaçlar, kayalar, evler, oyun oynayan çocuklar vardı. Cevap alamayacağımı bilsem de "Neler oluyor?" diye sordum. Sonra biraz ileride aşağıda birbirinin aynı üç araç içinden dörder tane adamın dışarıya çıktığını gördüm. Hepsi simsiyah giyinmişti. Bir tanesi hepsinden yaşlı, gri takım elbise giymiş bir adamdı ve görünüşleri biz belayız diyordu.

Devam edecek...

S..

11 Ocak 2019 Cuma

Fırtına


  Buhranlar içerisinde bir rüyadan uyanmaya çalışıyordum. Uykumda dişlerimi ısırmak veya nefesimi tutmak gibi saçmalıklarım vardı. Yine nefesimi tutmuş olmalıydım. Nefes almayı hatırladığımda beynime yeniden ulaşan taze oksijenle gözlerimi açtım. Başım yumuşak yastığın içine gömülmüş üzerimdeki örtü yere düştüğü içinse bedenim kaskatı buz kesmiştim. Gece yarısını iki üç saat geçiyor olmalıydı. Başımda bir süre oksijensiz kalmanın bedeli olan bir ağrı dolaşıyordu. Gözlerimi bir süre kıpırdatıp başka bir yöne bakmaya korktuğumdan doğruca karşımdaki pencerenin soğuk kasvetli görüntüsüyle baş etmeye çalıştım. Böyle uyanmaların ardından zihnimin toparlanması zaman alıyordu. Etrafımda gezinen gölgeler olmadığına ikna olmamın ardından yavaşça kıpırdanır önce yere düşen örtüyü bulup bir çırpıda sarınır sonra da birkaç dakika boyunca yine hiçbir yere bakmamaya çalışarak ısınmayı beklerdim. Yine tam da öyle yapacakken pencerenin ardında bir ışık patlamasıyla yerimden sıçradım. Yağmur yağıyordu. Üstelik yağmakla kalmıyor sanki dünya yavaşça suyla dolup gidecekmiş gibi görünüyordu. Işık patlamasının ardından bulanık zihnimin izin verdiği ölçüde saniyeleri saydım ve uzaklığını hesapladım. Bunu birkaç kez tekrar ettiğimde mesafenin iyice daraldığını anladım. Çok geçmeden kötü şeyler olacakmış gibi hissediyordum. Yerimden kalkmadığıma pişman olma korkusuyla ayağa fırladım.

  Bulunduğum yer bir evin bodrum katı olmalıydı. Buraya nasıl geldiğimi ise hatırlamıyordum. En son hatırladığım şey bir şeylerden kaçtığımız ve düşüp başımı çarptığımdı. Beni buraya kadar taşımış olmalıydılar. Diğerleri nerede diye etrafıma bakındım. Bulunduğum yerdeki tek eşya az önce üzerinde uyuduğum kanepeydi. Köşede birkaç basamak yüksekte içeriye açılan tek bir kapı duruyordu. Kapalıydı. Hiç ışık yanmadığından dışarıdan süzülen az miktardaki aydınlık etrafta garip gölgeli şekiller yaratıyordu. Tavanda dolaşan havalandırma boruları sol taraftaki duvarda biraz dönüş yapıp duvarın içinde kayboluyordu. Boruların içinden garip sesler geliyordu. Kapıya doğru ilerledim. Diğerlerini bulabileceğimi sanıyordum. Ben kapıya yaklaşırken duvara bitişik olan havalandırma boruları bir anda çatırdadı ve içeriye korkunç bir hızla sular dolmaya başladı. Dehşete kapılmıştım. Bir an önce dışarıya çıkmazsam burada boğulabilirdim. Suların nasıl olup da havalandırmadan geldiğini anlayamasam da bütün odanın bir akvaryuma dönüşebileceğinin farkındaydım.

  Kapıya ulaşıp biraz zorlayarak açmayı başardığımda bu kez de oradan sular içeriye girmeye başladı. Su ile birlikte bir takım eşyalar da sürükleniyor ve bana çarpıp dengemi bozuyordu. Su şimdiden dizlerimin hizasındaydı. Gazeteler, poşetler, sadalyeler, ahşap veya plastik bir sürü nesne suyu takip edip üzerime gelirken kapıdan dışarıya çıkmayı başardım. Fakat o tarafta hiç pencere olmadığı için işim gerçekten zordu. Merdivenleri bulup yukarıya tırmanmalıydım. Ne yapacağıma karar veremeden harekete geçtim ve çevremi görmeden suyun akışını tersine doğru takip etmeye başladım. Su beni merdivenlere götürdü. Hareket etmek gittikçe zorlaşıyordu. Tırmanmaya başladım. Uğultular, gürültüler ve patlama sesleri fırtınanın artık tam tepemde olduğunu söylüyordu. Bina yıkılmadan veya ben bir balığa dönüşmeden önce dışarıya çıkmalıydım.

Sonra gerçekten uyandım :) Bir rüya yazısı daha :)
S.. 

11 Kasım 2018 Pazar

Labirent


  Garip bir labirentin içindeyim. Ne bir adım öncesini anımsıyorum ne de bir sonraki köşede ne olduğuna dair bir fikrim var. Başımı kaldırıp göğe baksam köpüren siyah bulutlara dalıp çıkan serseri tipli karanlık kuzgunlar çevremden daha iç açıcı bir manzara sunmuyor. Oysa kızıla mora çalan biraz da lacivert bir akşam sefası görmeyi beklerdim. Sonra bir de martı sesleri olmalıydı. Güzel kokular duymalıydım. Güzel kokuları severim. Güzel kokuları kim sevmez? Limon, lavanta ve adını bilmediğim bir çiçek kokusu daha... Bir de gece göğüne veya sabah güneşine benzer bir ses hafiften şarkı söylese ruhumun çocuk yanları yine neşeyle kıpırdanırdı...

  Oysa kuzgunların tepemde dans ettiği fırtına sesleriyle dolu bir yaprak ormanında yolumu daha ne kadar kaybedeceğimi bilmeden dolaşıp duruyorum. Tenim buz kesmiş soğuktan üşürken nefesim kesiliyor, ardımda bıraktığım her köşe peşimden gelen yaratıkların her an üzerime atılacağı korkunç tuzaklar gibiyken geri dönmeye korkuyorum.

  Kafamın içinde kelebekler benim kadar telaşlı dans ediyor aklımdan geriye kalanları da etrafa saçıp dağıtıyorlar. Korkuyla titreyen ellerim hızla ilerlerken düşmemek için bir yerlere tutunmama izin vermiyor. Tökezliyorum. Düşüyorum. Dizlerim kanıyor. Sonra yine devam ediyorum. Yaratıklar duymasın diye korku çığlıklarımı ustalıkla yutarken çırpınan yüreğimin patırtısını bulutlarla kavga eden kuşlar bile işitiyor.

  Labirentten çıkamıyorum. Ne kadar devam etsem de bu yolun bir sonu hiç yokmuş gibi geliyor. Yorgunluk tüm canavarlardan daha tehlikeli. Daha fazla adım atamıyorum. Zehirli olduğunu hissetsem de güzel kırmızı çiçeklerin açtığı bir duvarın önünde yere çöküyorum. Biraz dinlensem, biraz gözlerimi kapatsam her sey düzelirdi belki. Gözlerimi açık tutamıyorum. Serseri kuzgunlar bulutlarla yarışıyor. Sarmaşıklar bedenimi sararken kıpırdayamıyorum. Gözlerim kapanırken lacivert bir akşam sefası hayal ediyorum. Birisi cayına iki şeker atıp karıştırıyor. Taze simit ve peynir kokuyor her yer. Yüzümde güneş sıcaklığı... Ruhumun çocuk yanları neşeyle dans ederken uykuya mı dalıyorum uyanıyor muyum anlamıyorum...

Son.
Not: Bu bir rüya yazısı :)
S..

17 Ekim 2018 Çarşamba

Teraryum 2. Bölüm


  Kızlarla bunu anlamaya çalışıyorduk. Burada ne olmuş olabilirdi böyle? Sonra bu odanın kime ait olduğunu hatırladık. Ev sahibi! Burada ne yapmıştı? Ben panikle halıyı düzeltip ayağa kalkarken kızlar sessizleşti ve kapıdan adamın bize baktığını gördüm. Yine aynı donuk gözler ve asık suratla hiç değişmemişti. "Eviniz çok nostaljik, duvarlardaki geyik boynuzları ayrı bir hava katmış herhalde siz avlıyorsunuz. Gerçekten muhteşem." diyerek dikkat dağıtmaya çalışan birkaç cümle daha saçmaladım. Adam yine tepki vermeden gitti. Açık kalan kapının ardındaki boşluğa bakakalmıştım. Tehlike içgüdüsünün yarattığı titreme ensemden sırtıma doğru karıncalanıyordu. Kızlar da oldukları yerde donup kalmıştı. Lülü hızlı adımlarla ilerleyip kapıyı kapattı. Bir an için şiddetle geri açılacağını ve saldırıya uğrayacağımızı sanmıştık. Fakat iki üç dakika geçtiği halde öyle bir şey olmadı. Burada kalmamız hiç güvenli görünmüyordu artık. Telefonlarımızdan grubun geri kalanına ulaşmaya çalıştık ama şebeke çekmiyordu. Dışarıya çıkıp şüphe çekmek de istemiyorduk. Peki ne yapacaktık?

  Odanın sahip olduğu tek pencere platforma bakıyordu. Işığı çoktan kapatmıştık. Kapının önüne yatağı çekip bir set oluşturmuş ve ne yapacağımıza karar vermeye çalışıyorduk. Ben pencerenin kenarında perdeyi açmadan sessizce dışarıyı gözetliyordum. Dışarıdan görülmediğimden emindim. Kaldığımız yer girişteki merdivenlere en yakın yerdi. Bu nedenle geç saatlere kadar bir sağa bir sola pek çok kez adamın camın önünden geçişini izledim. Bir defasında onu izlediğimden habersiz bir dakika boyunca pencereye baktı. Diğer seferlerde ise sanki bizim odanın önünden geçerken kasten yavaşlıyor gibiydi. Ne konuştuğumuzu duymaya çalışıyor veya uyuyup uyumadığımızı anlamak istiyordu sanki. Davranışları kadar elinde taşıdığı orak da endişelenmemiz için başlı başına yeterdi. Tamam, adam besinlerini kendi ekip biçiyor olabilirdi ama gecenin ikisinde orakla dolaşmak pek akla yatkın değildi.

  Onu en son görmemizin üzerinden yaklaşık bir saat geçtikten sonra harekete geçmeye karar verdik. Planımız grubun geri kalanı için hızlıca diğer iki odaya ulaşmak ve araç gereç depolandığını gördüğümüz küçük kulübeyi karıştırıp benzin olup olmadığına baktıktan sonra buradan ayrılmaktı. Oda ücretlerini çoktan vermiştik bu nedenle benzini aldığımız için suçlu hissetmemiz gerekmiyordu. Mely, ya benzin yoksa o zaman ne kadar devam edebiliriz diye sordu. Son yedekleri kullanmıştık ve o da bizi fazla uzağa götürecek kadar kalmamıştı. Yine de burada kalmaktansa yolun geri kalanında bir arada kalıp yürüyerek devam edebileceğimizi söyledim. Otobüsle ilerlemekten daha kolay bile olabilirdi. Bir dere bulur ve onu takip ederdik. Sonunda bizi ya denize ya da bir yerleşim yerine ulaştırırdı.

  Perdeyi usulca aralayıp sonra da ses çıkartmamasını umarak pencereyi açtım. Kızlar ardımda şüpheyle dışarıya bakıyordu. Öyle korkuyordum ki her an vazgeçebilirdim fakat evvelden beri yanımda korkan başka birisi olduğu zaman onu koruma içgüdüsüyle saçma bir cesarete sahip olurdum. Ruh halimi dışa yansıtmadan kızlara beni takip etmelerini işaret ettim. Böyle durumlarda kimse geride kalmamalıydı. Dışarıda gece böceklerinin sesleri düzenli bir ritm tutturmuştu. Çevreyi aydınlatan tek şey bazen bir bulutun ardına saklanan yeni aydı. Nefesimi kontrol altında tutmaya çalışıp pencereye tırmandım. Ayaklarımı sınırdan dışarıya uzatırsam geri dönemeyeceğim düşüncesi bir an için duraklamama neden olsa da sonunda ayakkabılarım elimde olduğu halde platforma adım attım. Üşüdüğümü hissettim fakat bu salt hava durumundan kaynaklı değildi. Kanım damarlarımın içinde yavaşça buz tutuyor gibiydi. Karanlığın içinde göz gezdirdim. Bütün pencereler mümkün olduğundan daha az bir ışık yansıtarak bu soğuk atmosfere katkıda bulunuyordu. Bütün perdeler kapalıydı fakat içeriden dışarının görünmesinin daha kolay olduğunun farkındaydım. Hızlı hareket etmek zorundaydık. Bir çırpıda ve sessizce platformun öbür ucuna ilerledik. Grubun geri kalanı yan yana olan iki odadaydı. Işıkları kapalıydı. Uykularının çok derin olmamasını umdum.

  İlk odaya ulaşınca kapıya ses çıkartmamaya çalışarak birkaç kez vurdum. İçeriden bir tepki alamıyordum. Kızlar da diğer odanın kapısına varmış aynı şeyi tekrar ediyordu. Ama oradan da bir ses yoktu. Kilitli olmamasını umarak kapı koluna asıldım. Ve kapı şaşırtıcı şekilde kolayca ardına dek kayıp açıldı. İçerisi o kadar karanlıktı ki ilk başta bir şey görmek imkansızdı. Kızlara yanıma gelmelerini işaret edip korkarak kapıdan içeri bir adım attım. Birilerine seslendim. Köşelerde birer tane olmak üzere dört yatak olduğunu hatırlıyordum. En yakındakine doğru ilerledim. Gözlerim hızla kendini karanlığa ayarlıyordu. Zifiri karanlıkta önce belirsiz şekiller görünür oldu ardından nesnelerin biçimlerini anlayacak kadar konturları belirginleşti. Siyah beyaz ve biraz da mavi bir resmin içine düşmüş gibiydim. Yatağa ulaştığımda bulmayı beklediğim şeylerle gördüğüm manzara kıyaslanamazdı. Korkunç ve vahşi bir şeylerin izlerini bulmayı bekliyordum. Fakat bulduğum şey bir hiçti. Bunun yine de korkunç olduğunu inkar edemem. Yatak boştu. Ve gece görüşüne uygun hale gelen gözlerim diğer yatakların da boş olduğunu söylüyordu. Arkadaşlarım olmaları gereken yerde değillerse neredeydi?

  Hızla dışarıya çıkıp diğer odaya ulaştım ve tereddüt etmeden kapıya asıldım. O da diğeri gibi kolay ve sessizce bana yol açmıştı. Bu odada da karşılaştığım şey diğeriyle aynıydı. iki odada toplam yedi kişi şuan kayıptı. Aklımı kaçıracağımı sandım. Etrafta saldırı veya boğuşma izi yoktu. Sanki kendi rızalarıyla öylece kalkıp gitmişler gibiydi. Benden habersiz bir yerlerde ateş yakıp bir şeyler pişirip eğlenelim kafasıyla çıkıp gitmiş olmalarını diliyordum. Odalarda başka bir kapı veya geçit yoktu. Yani dışarı çıkmış olsalar kaç saattir kendi penceremden onları görmüş olmam gerekirdi. Ev sahibinin de onların olduğu tarafa hiç ilerlemediğini biliyordum. O zaman neler olmuştu? Anlamıyordum. Dışarı çıktım. Platformun kenarına ilerleyip karanlıkta gri bir teneke kutu gibi parlayan otobüse baktım. Odalarda bir şeyden korkup belki de otobüse sığınmış olabilirler diye düşünmüştüm. Ama orası da oldukça sessiz ve karanlıktı. Başka çare yoktu etrafı aramak zorundaydık. Kızlardan birine benzin için şu kulübeye bakmasını diğerine de otobüsü çalıştırmak için hazırda bulunmasını söylemek için ardımı döndüğümde resmen nutkum tutuldu ve nefes alamadım. Kızlar kaybolmuştu.

  Nereye gideceğimi de ne yapacağımı da bilmiyordum. Hiç ses çıkartmadan ve hiç iz bırakmadan böyle nasıl kayboluyorlardı? Bu bir şaka mıydı? Birisi benimle eğleniyor olmalıydı ama bu hiç hoş değildi. O sırada gecenin içinde ağaçların tepelerinden aşıp gelen bir çığlık işittim. Ay yine bulutların ardına gizlendi. Kızlar korkup odaya geri dönmüş olabilir mi diye düşündüm. Peki ama şu çığlık neydi? Odaya dönüp bakmaya karar verdim. Gidebileceğim hiçbir yer yoktu ve aklıma sadece başa dönmek gelmişti. Tam oraya ilerlediğim sırada kaldığımız odanın kapısı usulca açıldı. Kıpırdaman öylece dışarıya kimin çıktığına baktım. Bu ev sahibiydi. İfadesiz yüzü ve kömür gibi küçük gözleriyle bana bakıyordu. Ardıma dönüp koşsam o da koşacaktı öyle değil mi? Geriye bir adım atarken konuşup neler olduğunu sormalı mıyım diye düşündüm. O neden bir şey söylemiyordu? Elindeki oraktan akan şey neydi? Düşüncelerimi yakalayamazken titreyen elimde şıngırdayan anahtarı fark ettim. Koşup kendimi platformdan aşağı atsa
m en fazla ayağımı kırardım. Otobüse ulaşır ve kullanmayı başarırsam bu adamdan kurtulurdum ve diğerlerini kurtarma fırsatım olurdu. Adam ben aşağıya atlarken bana yetişecek kadar hızlı koşar mıydı? Düşünmedim. Sola doğru bedenimi fırlatır gibi atılıp dört adımda kenara ulaştım ve korkuluğun üzerinden aşıp aşağıya atladım. Tahminlerim düşüncelerim olaylar kadar gerçekçi değildi. Gerçekten de bazı kemiklerimi kırmıştım. Yerden toparlanmaya çalışırken adamın tahmin ettiğimden daha hızlı olduğunu gördüm. Yanıma ulaşmıştı bile. Daha onun kolunu savurduğunu algılayamadan göğüs kafesimde keskin bir acı hissettim. Nefesim benim sözümü dinlemiyordu. Bedenim uyuşurken tekrar yere yığılıyordum. gövdemdeki kesik nasıl oluyordu da aynı zamanda hem buz gibi soğuk hem de güneş kadar sıcak oluyordu anlamamıştım. Sonra da uyandım...

Eveet tahmin ediin :) hıhııım bu da bir rüya yazısı işte :)

S..

16 Ekim 2018 Salı

Teraryum

Bu 6. sınıftayken yaptığım ucubik resimlerimden,
Neden böyle bir şey çizdiğimi ben de bilmiyorum :)

  Sabahın erken vakitlerinde günün bize armağanı neşeli kuş sesleri ve ruhumuzu ısıtan gün ışığıydı. Gezi için kiraladığımız otobüsün üst camlarından içeri taze dağ havası süzülürken grubumuz hararetle dedikodu yapanların, sıkıntıdan şarkı söyleyenlerin ve açlıktan koltukları kemirmek isteyenlerin karışmış sesleriyle yola devam ediyordu. Gözlerimin önünden kayıp giden manzaraya bakarken yeni bir şiir düşünüyordum. Fakat açlık beni de çoktan ele geçirmişti. Şekerim veya tansiyonum bir iki saat önce bir yerlerde düşmüş olmalıydı. Bir vampir için bu çok tehlikeli bir durumdu. Sonunda arkadaşlarımı yememek için büyük çaba göstermeliydim. Bu nedenle düşüncelerimin ardını yakalayamıyor bir şeye odaklanamıyordum. Dün öğle vakitlerinde yanlış bir yola girip kaybolmuş ve tuhaf bir şekilde düşen ağaçlar yüzünden kapanan yoldan geriye de dönememiştik. İleride bir yerlere varır ve doğru yolu buluruz düşüncesiyle devam etmiştik. Ve dün ikindi vakti yanımızdaki yiyecekler bitmiş, suyumuz da azalmıştı. Lülü bana son paket çubuk krakerinden ikram etti. Ondan da pek fazla kalmamıştı fakat yarım saat daha vampir dişlerimi gizlememe yardımı olacaktı.

  Yolda ilerledikçe orman örtüsü sıklaştı, ağaçlar uzadı ve yol daha da sarsıntılı olmaya başladı. Bir noktadan sonra devam edebileceğimiz bir rota bulmakta zorlanacağımızı düşündüm. Üstelik şimdi hava epey de kararmıştı. Saatler çok hızlı ilerliyor bizse enerjimizin son kıvılcımlarını tüketiyorduk. Otobüs gittikçe sessizleşmiş herkes oturduğu yere yığılmış ve bu durumdan bıkmış görünüyordu. Birileri artık yardım istemeliyiz diye söylendi. Başka birileri de bunu onayladı. Bazıları da bir yerde durup ormandan yiyecek bir şeyler toplayabiliriz diyor diğerleri ise bir ayı tarafından yenmek veya zehirli bir bitki yüzünden ölmek istemiyordu. Sonucunda kısa bir bağırışma ve tartışma yaşandığı sırada ormanın ortasında bir korkuluk üzerinde duran tabelaya rastladık. Tabela sağa doğru ilerlersek Teraryum adında bir otele varacağımızı gösteriyordu. Eh bu iyi bir şeydi. Fakat mesafe konusunda bilgilendirici bir şey olmaması da korkutucuydu. Ne kadar sağdaydı bu Teraryum? Başka çare de yoktu sağa doğru bir dönüş yapıp yola koyulduk.

Yaklaşık bir saat boyunca başka hiçbir tabelaya benzer bir şeyle karşılaşmadık. Tek bulduğumuz yine bir sürü ağaç ve bolca yosundu. Sonra bu kez de sola dönmemizi söyleyen korkuluklu bir tabela daha bulduk. Korkuluk beni hep korkuturdu. Palyaçolar gibi. Tuhaf bir gülümsemesi vardı. Kollarındaysa bir sürü karga tünemişti. Normalde onların kaçması gerekmiyor muydu? Bu kez de yine bir saat daha ilerledik ve en sonunda küçük bir yapıyla karşılaştık. Ahşap desteklerle yerden bir kat yükseltilmiş bir platformun üzerinde yine tümüyle ağaçlardan inşa edilmiş küçük ev karanlık, kasvetli, yosun kaplı ve ıssız görünüyordu. Tek bir penceresinden sarı bir ışık karanlığa doğru taşıyordu. Aracımızın gürültüsü içeridekileri harekete geçirmiş olmalıydı. Biz otobüsten inerken platformun tepesinden açılıp kapanan bir kapının sesini işittik. Sonra merdivenlerin başında yaşını anlayamadığım asık yüzlü bir adam belirdi. Yüzündeki derin çizgiler epey yaşlı olduğunu söylese de hareketleri ve duruşu daha genç olabileceğini gösteriyordu.

  Gökyüzü henüz kararmıştı. Koyu mavi bir ışık göğü süslemeye çalışırken ağaçların altı gölgeyle kaplıydı. Yabani kuşlar gecenin içinde kanat çırpıp dolaşırken ürkütücü ötüşleri kulaklarımızda çınlıyordu. Grubu gezi için toparlayan bendim o yüzden sorumlu da bendim. Öne doğru ilerledim ve tepedeki adama burasının Teraryum olup olmadığını veya oraya nasıl gidileceğini sordum. Bir otele benzer hiçbir yanı yoktu aslında fakat en azından bize yardım edebileceğini umuyordum. Adam cevap vermek yerine arkasını dönüp platformda ilerledi. Şaşırmıştım. Dilimizi bilmiyor muydu? Oldukça tuhaf ve nezaketsizdi. Yukarıda üç ayrı yapı olduğunu görebiliyordum. Hepsinin ortasında platform ortak bir balkon gibi duruyordu. Bu tür yerlerde yapılar vahşi yaşamdan korunmak için bu şekilde yükseltilirdi. Fakat böyle birkaç yapının aynı platform üzerinde olmasına pek rastlamamıştım. Adamın peşinden tedirgince ilerlerken tekrar seslendim. "Affedersiniz iki gündür yoldayız bize en azından ne tarafa gidebileceğimizi söyleyin ve yiyeceklerinizden satın almamıza izin verin." dedim. Ayrıca otobüs için benzin de bulmamız gerekiyordu ama bunu sonraki adım olarak düşündüm. Yine dinlemedi. En yakındaki kapıdan içeriye girip ardından kapattı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kapıya tıklamak için ilerleyeceğim sırada tekrar açıldı ve bir kadın dışarıya çıktı.

  Kadın güler yüzlü görünüyordu. "Teraryum'a hoş geldiniz. Eşimin kabalığını bağışlayın. İnsanlarla iletişimi iyi değildir." dedi ve kaç kişi olduğumuzu, ne kadar süre kalacağımızı sordu. Çok fazla oda olmadığı için biraz balık istifi gibi olacağımızı söyledi ama yeterince yiyecek olması bizim için mükemmeldi. Karnımız doyduktan sonra herkesi güvenle odalarına yerleştirdim. Benim kalacağım odada iki yatak vardı ve beş kız yatakları birleştirip yastıkları baş kısma değil de yan tarafa koyunca rahatça sığmıştık. Bu oda ev sahiplerine aitti aslında ama yer kalmayınca bize vermişlerdi. Onlar da tek kişilik ufak bir odaya geçmişti. Sonunda enerjimiz yerine geldiği ve dinleneceğimiz için minnettardım ama bir an önce sabah olsun ve buradan gidelim istiyordum. Burada beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Hava yoğun şekilde küf kokuyordu. Duvarlar dışarıda tamamen ağaç örgüsüyken içeride sıva kaplıydı. Tavanda küf lekeleri vardı. Hayvan postları ve geyik boynuzları her yere asılmıştı. Yatakta tavanı izlerken gözlerim duvardaki bir deliğe takıldı. Onun bir kurşun deliği olduğunu düşündüm. Neden olduğunu anlamaya çalıştım. Hemen karşı duvara baktığımda kocaman bir yay çizen ve tavana yakın bir hatta sıra sıra onlarca kurşun deliği olduğunu gördüm. Yerimden kalkıp etrafa daha dikkatli bakmak istedim. Karşı duvara gidip yerdeki halıyı biraz çekerek açtım. Halının altında kurumuş geniş siyaha yakın tuhaf kahverengi lekeler vardı. Bunun kahve lekesi olmadığından emindim. İki duvarda çapraz ateş izleri vardı. Bir kişi önce tek el ateş etmiş sonra bundan kurtulan diğeri seri ateşler yağdırmış olmalıydı. Duvardaki yay hattının orta kısmında hiç iz yoktu. Demek ki kurşunlar o kısmın önünde duran bir şeye denk gelmişti. Yerdeki lekeler de ondan kalan izlerdi...

1.Bölümün Sonu

S..

16 Eylül 2018 Pazar

Yükseklik Korkusu


  İş gereği çok fazla seyahat ediyordu. Bazen yola çıktığında nereye gittiğini ortağının aldığı biletlere baktığında öğrenmiş olurdu. Nereye gittikleriyle de nasıl gittikleriyle de pek ilgilenmezdi. Dışarıda olmak yerine evde vakit geçirmeyi tercih ederdi. Rahatça film izlemek için köşede duran o rahat koltuk ve tüm kitaplarını sığdırabildiği devasa kitaplıkta duran sayısız kitap ile onları okurken atıştırmak için gizli bir dolapta zulaladığı çikolatalar huzurlu bir gün için fazlasıyla yeterdi. Yeterince güneş alan pencereden içeri giren kuş cıvıltıları ve aşağıdaki kafeden gelen iyi seçilmiş müzik sesleri de cabası. Bu kez bilete bile bakmamıştı. Mardin, Urfa gibi bir yerlerdeydi. Kameranın bulunduğu çantanın ağırlığı gittikçe artıyormuş gibiydi. Havada fön makinesi esiyor gibi bir sıcaklık vardı. Fakat nem oranı az olduğu için terleyerek erimek yerine bir fırının içinde kavruluyor gibi hissettiriyordu. Kafasının içinde navigasyon varmış da yolu kendiliğinden buluyormuş gibi önden hızlıca ilerleyen arkadaşına biraz yavaşlaması için seslendi. Kız ona dönüp bakmadan "Bir an önce oraya varmazsak akşamki festivale yetişemeyiz." diye cevapladı. Aldığı cevap üzerine içinden alkışlı bir protesto kopardı. Festival eğlenmek için güzel olacaktı fakat şuan istediği tek şey biraz nefes alıp dinlenmekti. Ortağı aynı zamanda çocukluk arkadaşıydı. Bu nedenle kafasına koyduğu şeyi yapmadan durmayacağını biliyordu. İtiraz etmek veya ağlayıp sızlanmak onu durdurmaz daha da hızlı yürümesine ve daha çok jedi damarlarının tutmasına neden olurdu. Çaresiz yürümeye devam etti.

  Yine saçma bir haberin peşinde olduklarından emindi. Ama kameranın önünde olan kendisi olmayacağı için mutluydu. Böylece bu çöl sıcağında birilerinin garipsemesini umursamadan şemsiyeli şapkalardan takabiliyor ve alerjisi yüzünden rimel sürme işkencesine katlanması gerekmiyordu. Seori kamera önünde olmaya daha uygundu. Bitmeyen bir enerjisi ve cildinde hiç sönmeyen bir ışık vardı. Seori'nin taşıdığı küçük el kamerasını alıp biraz çevreyi çekmeye karar verdi. İlginç birkaç görüntü daha sonra işlerine yarayabilirdi. Dar sokaklarda ilerlerken bir yandan da kamerayla çekim yapıyordu şimdi. Evler Urfa'ya özgü iklim etkisinde inşa edilmişti. Kalkerden kalın duvarlar, tonoz örtülü toprak damlar, güneşi gölgeleyen yüksek duvarlı uzun sokaklar... Bütün evler sokaktan yalıtılmış durumdaydı ve duvarları birbirini takip ettiğinden şehir bir labirenti andırıyordu. İçeriyi görmek imkansızdı. Fakat bazı geniş sokaklara bakan daha yeni bir dönemde karışık bir mimariyle inşa edilmiş ve bahçesi görülebilen büyük konaklar da vardı. Uzun bir süre labirentte ilerlediler. Seori gerçekten yolu biliyor muydu yoksa rastgele mi ilerliyordu bu tam bir muammaydı. Lenu çekim yapmaktan sıkılmış ve artık yolun bitmeyeceğinden endişe etmeye başlamıştı. Saatler ilerlerken etraf önce kalabalıklaşmış, güneşin açısı daraldıkça da tenhalaşmıştı. Havanın kararması an meselesiydi. Arada bir sur duvarı izlenimi vermeye başlayan duvarların içinde sıra sıra küçük yuvarlak pencereleri ve yine küçük kapıları olan ufak dükkanlara rastlıyorlardı. Fakat içerisi epey karanlık olduğundan bunların ne dükkanı olduğunu ancak dışarıya kadar taşan eşyalardan anlayabiliyorlardı. Çoğunun tabelası yoktu. Bazısı halı, bazısı hediyelik nesneler satıyordu. Kimisi de yemek yenecek veya bir şeyler içecek ufak mekanlardı. Bir ara her renkten baharatın olduğu bir aktarın önünde oyalandılar. Baharatların tadı ve kokusu hep ilgilerini çekiyordu. Ayrıca çeşit çeşit çayları da severlerdi. Eve götürmek için yine değişik çaylar bulmuşlardı.

  Lenu en sonunda isyan etmeye başlayacakken bir kapının önünde durdular. Kapıda kır saçlı yetmiş yaşlarında bir adam vardi ve içeriye giriş için 25 lira alıyordu. Seori sonunda belirtilen adresi bulmuştu. Lenu ise haberin ne olduğunu hala bilmiyordu. Etraftaki tabelalardan anladığı kadarıyla içeride bir çeşit lunapark vardı. Genellikle çocuklar ve gençlerin geldiği bir yerdi. Çarpışan arabalar, çeşit çeşit atış poligonları, hız trenleri gibi şeylerin yanı sıra gölge oyunları gösteren yerler ve korku tüneli de vardı. Ödemeyi yapıp kapıdan geçtiler ve merdivenle bir kat yukarı çıktılar. Tabelada görünen onca şey umarım bir binanın içinde küçücük maketlerden ibaret değildir diye düşündü. Onca yolu geldikten sonra hız trenine binmek veya atış poligonunda birkaç balon patlatmak iyi olacaktı. Fakat o da neydi? Az daha kalp krizi geçirecekti. Bir kat çıktıktan sonra yine bir üst kata çıkmalarını işaret eden biri vardı ve bu aşağıdakiyle aynı adamdı. Yukarı çıkmaya devam etmeleri için de tekrar 25 lira vermeleri gerekiyordu. Adamın herhalde ikizi var diye düşünüp sakinleşmeyi başardılar ve ödemeyi yaptıktan sonra merdivenden çıkarken Lenu "Çok zekisiniz," dedi "Girişte 50 tl deseydiniz insanlar gelmezdi böyle iki defaya bölünce geri de dönemiyorlar. Cidden çok zekice!" diye alayla tamamladı. Adam onu dinlemiyor, boş boş ileriye bakıp kıpırdamıyordu. Bu arda merdivenler, duvarlar, her yer bembeyazdı. O kadar beyaz ki basamakları görmek zordu. Neyse böylece bir kat daha çıktılar.  Her kata gelince merdivenin basında ahşap parmaklıklardan yarım bir kapı oluyordu.

  Üçüncü kata gelince karşılarında yine aynı adamı buldular. Bu iyice garipleşmişti. Herhalde üçüz olamazlardı. Bir şey sormaya korkarak onun yönlendirmesine uydular ve bu defa bambulardan yapılma ve iki kişinin ancak sığdığı bir asansöre bindirildiler. Lenu bu kez "Oh be!" dedi "Merdivenler ne yorucu. Şunu en başa yapsalarmış keşke!" diye ekledi. Sonra yukarı çıkmaya başladılar. Asansör yükseldikçe yükseliyordu. Yükseldikçe bir de hızlanıyordu. En sonunda akrofobisi ortaya çıktığında Seori'ye "Yeter, dursunlar artık!" demeye başladı. Çok korkmuştu "Yeter, ne olur dursun artık, beni indirin bir katta!" diye bağırıyor, ağlıyordu. Kafayı yemek üzereydi. Çünkü etrafı açık olan asansöre ve bambu zemine güvenememişti. Her yer beyaz olduğundan da hiçbir yere odaklanamıyordu. Bir ara aşağıya baktı. Aman tanrımdı yani öyle bir yükseklik yok. Zemin bir nokta gibi kalmıştı aşağıda. Sonunda bayılmak üzereyken tepeye ulaştılar. Etrafında koruma bile olmayan dairesel bir alandı kulenin tepesi. Lenu yere yapışmıştı korkudan. Kolları ve bacaklarıyla zemine tutunuyordu sanki rüzgar alıp onu götürebilir gibiydi. Bir yandan kamerayı tutuyor bir yandan "İndirin beni buradan!" diye bağırıyordu. Asansöre tekrar binmeye de korkuyordu. Hatta "Helikopter çağırın alın beni buradan..." diye ağladı. Seori tam bir muhabir ciddiliğiyle duruyordu. Delirmiş miydi ne hiç korkmamış hala haber peşindeydi. "Bölgenin en yüksek binasının tepesindeyiz. Görüyorsunuz yükseklik o kadar yüksek ki kameraman arkadaşım kendinde değil şuanda..." diyordu kız. İkisi de bulundukları alanın dışına boşluğa bakıyordu. Yani Seori kameraya değil boşluğa doğru konuşuyordu. Herhalde sonunda ikisi de delirmiş olmalıydı bu yükseklikte saçma sapan haber yapacaklar diye. O kadar yüksekti ki... O kadar ki ağaçlar minicik görünüyordu etrafta, uzaklıklar bulanıklaşıyordu. Sonra da uyandım.

Yine bir rüya yazısı :)

S..

8 Eylül 2018 Cumartesi

Troia'da Bir Zombi


  Bir arkeolog olarak bilmeniz gereken en önemli şey taşların ve toprağın konuşabildiği ve hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceğiniz gerçeğiydi.. O gün Troia'da kazı alanında dolaşırken başıma geleceklerden habersizdim. Yürürken bir yandan da bana sunulan raporları dinliyor, yapılması gerekenleri birilerine söylüyordum. Sabahtan beri gökyüzünde garip kuşlar dairesel bir devinimle dönüp duruyordu. Genelde bu şekilde davranmazlardı. Batıl inançlarım yoktu fakat kötü bir şeyler olacakmış hissi ekibimdeki herkes gibi bana da bulaşmıştı. Köpeğimiz Sushi de sabahtan beri etrafta tedirgince dolaşıyor ve bazen boşluğa doğru sanki bir hayalet görmüş gibi tehditkar şekilde havlıyordu. Normalde oldukça sakin ve neşeli olan Sushi bu gün beni epey endişelendirmişti. Kuşlar ve onun bu davranışı acaba bir deprem olacağına mı işaretti? Bunu bilemiyordum. Neyse ki boş bir arazinin ortasında toprak ve gökyüzü arasında bir yerlerde bir deprem için yeterince güvende sayılırdık.

  Açmalardan birine yaklaşırken bir takım hayret nidaları ve bağırışlar eşliğinde ne oluyor diye merakla oraya koştum. Her tarafımızda bulunan toz toprağın karışımı kıyafetlerimizi de sarmıştı. Soluduğumuz hava bile toz kokuyordu. Tepedeki güneşin konumu herhalde saat bir olmalı diye düşündürdü. Açmanın hemen yanında gölge bir alan oluşturmak için tahta çubuklar ve beyaz bir kumaşla tente yapılmış altına da uzun bir masa yerleştirilmişti. Masanın üzerinde bilgisayarlar, bir takım kağıtlar ve buluntu torbaları ile kasalar vardı. Onların yanından geçip bir araya toplanan insanların arasından kendime yer bularak açmanın başına vardım ve aşağıya baktım. Aşağıda çalışan iki kişi vardı. Birisi fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışıyor diğeri de buldukları şeyin üzerini biraz daha süpürüp belirginleştiriyordu. Bir iskelet bulmuşlardı. Üstelik neredeyse tüm halde görünüyordu. Göz çukurları ve diğer kemiklerin yapıları ile kemiklerin kalınlığı erkek bir bireye ait olduğunu düşündürdü. Ama duruşu biraz ilginçti. Normal gömülmemiş olduğunu düşündüm. Dizlerini karnına doğru çekmiş elleriyle de başını korumuş. Yani bir şeyden korkarak ölmüş ve orada kalmış olmalıydı. Daha yakından bakabilmek için aşağıya yanlarına inmiştim. Elimde mavi plastik eldivenler vardı. Daha yakından bakınca kemiklerde tuhaf lekeler gördüm. Delikler de vardi ve bir kısmı da asitli bir şeyle erimiş gibiydi. Bu oldukça tuhaftı.



  Sonra zamanda bir sıçrama yaşadım. O gün hafızamda bir tuhaflık vardı bazı dakikalarımı unutuyordum. Fakat bunu kimseye belli etmemeye çalışmıştım. Bir süre sonra iskeleti çıkartmış ve incelemeye vermiştik. Laboratuvarda kimyasal inceleme yapıyorlardı kemiklere. Delikler ve lekeler bir hastalığın izleri olmalı diyorlardı. Toprakta yapılan incelemelerde kemiği o hale getirecek bir şey yoktu. Ama ne çeşit bir hastalık olduğunu da anlamamışlardı. İşlemler sürerken depoda yangın çıktığı haberini aldık. O sırada yine zamanda ileri gittim galiba veya yine dakikalarımı unuttum. Bana neler oluyordu bilmiyordum ve bu beni korkutuyordu. Kimseye bir şey olmasın diye depoya koştum. Geceydi. Gökyüzü yıldızlarını yangının ışığından saklamıştı. Alevler metrelerce yükseliyordu. Kıvılcımlar etrafa saçılırken yüzümün bulunduğum mesafede bile tutuşacağını sandım. Çığlıklar ve bağırışlar yanan ahşapların çıtırtısıyla birlikte kulaklarıma doluyordu. İnsanlar bir yerlerden buldukları kovalarla sular taşıyor fakat bu bir çare olmuyordu. İçeride bir kişi kaldığını duydum. Yüreğimden bir kuş uçup gecenin içinde kayboldu. İleri atıldım. Ne yapabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu ama bir şeyler yapmak zorundaydım. Kovalardan birini kapıp başımdan aşağı döktüm ve girişe yaklaşmaya çalıştım. Kapıya ulaştığımda içeride alevli bir şeyler yıkılıp girişi kapatırken bir patlamanın şiddeti de beni tekrar geriye savurdu. Yere sırtüstü düşerken dünyanın kızıl bir denizin içine battığını sandım. İçeriye girmenin bir yolu yoktu. Yüreğimden çıkıp giden kuşu aklımın zerrelerinden fırlayıp kaçan kelebekler takip etti. Sonra yine zaman karıştı.

  Sabah vaktiydi yanımda siyahi bir kız vardı herhalde ekibimden olmalıydı fakat dakikaları şaşıran aklım suretleri de silmeye başlamıştı. Onunla birlikte kız kardeşim de bizimleydi. Tek katlı, beyaz sıvaları ve düz bir damı olan bir binanın avlusunda saklanıyorduk. Neden saklanıyorduk? O anda yine her şey karmaşıktı. Sessiz olmaya çalışıyorduk. Avlunun üstü sarmaşıklarla örtülüydü bu sayede gölgeler kıpırdanıyordu çevremizde. Sırtım evin avluya bakan pencerelerinden birine yaslanmıştı. İçerisi karanlıktı ama temiz diye düşünmüştüm tehlike o tarafta değildi. Avlu ve sonrasında bahçe karşımda ileri doğru uzanıyordu. Sol tarafta bir kanepe eskimiş hatta biraz çürümüştü. Hala yaşayan bir yer olduğunda burada oturup çay keyfi yapmak herhalde çok rahatlatıcı olmalıydı. Kanepenin kumaşında eskiden mavi olduğunu düşündüğüm kocaman çiçek desenleri geniş kahverengi lekeler ve kirle kaplanmıştı. Kanepeyle duvarın arasında kıpırdanan bir şey bir anda korkmama neden oldu. Daha dikkatli bakınca gölgeler arasında bir çift gözle karşılaştım. Bu orada ne zamandır saklandığını anlayamadığım küçücük bir çocuktu. Korkuyordu ve sesi çıkmıyordu. Dört veya beş yaşında siyahi bir çocuktu. Çok zayıf kalmıştı. Gidip onu kucağıma aldım. Çok hafifti. Buraya nasıl gelmişti ailesi neredeydi bilemiyordum. Kollarıyla boynuma sıkıca sarılışı korkusunun derinliğini ifade ediyordu. Onu da yanımıza alıp dikkatlice bahçenin ilerisine gitmeye başladık. Orada bir kapıdan dışarıya çıkabileceğimizi düşünüyorduk.

  Avluda bir sürü eşya daha vardı. Hepsinin merkezinde de kenarları hala sağlam olan bir kuyu duruyordu. Fakat kovayı taşıyan ahşap mekanizması parçalanmış birazı içeriye birazı dışarıya düşmüştü. Kuyuda hala taze su olabilir mi bilmiyorduk fakat oradan uzak durmamız gerektiğini biliyorduk. Böyle hikayelerde kuyulardan iyi şeyler çıkmazdı. Bisikletler, sehpalar, çeşit çeşit variller ve daha bir çok cisim etrafta saçılmış duruyordu. Üzerleri yosun ve sarmaşık kaplıydı. Ne zamandır öyle durduklarını tahmin edemedim. İleriye gittiğimizde herhangi bir kapı olmadığını gördük. Tel örgü vardı ve üzeri yine arka tarafını göremeyecek kadar sarmaşıklar ve yapraklarla kaplıydı. Hemen köşede bir masa vardı. Üzerinde bilgisayar gibi bir şey çalışır durumdaydı. Bir anda korkmuştuk çünkü başında bir adam bize arkası dönük şekilde oturmuş ekrana bakıp önündeki bir çok tuşa basıyor ve arada bir kenarda duran cihazla mors alfabesiyle bir şeyler yazıp duruyordu. Yardım çağırmaya çalışıyor diye düşündüm. Yanında bir kanepe vardı. Biz yaklaşırken adam bir kadınla kavga edip onun cansız bir şekilde yığılmasına sebep olmuştu ve kadın şimdi o deri kaplı kanepede duruyordu. Kucağımdaki çocuk onu görünce ağlamaya başladı. Ablasıymış. Ne yapacağımı şaşırdım. Çocuğa onun ablası olmadığını söyledim. Yanımdaki siyahi kızı gösterip unutmuşsun bak ablan burada dedim. Kızın kucağına verdim çocuğu. Kız da şaşırdı ama bir şey demedi. Şuan yapabileceğimiz bir şey yoktu.

  Sonra bütün bu olanlardan daha tuhaf bir şey vuku buldu. Garip hafızam yüzünden bu duruma hazırlıksız yakalanıp paniğe kapılsam da yanımdakiler bir an bile şaşırmamış hatta bunu bekliyor gibiydi. Kanepedeki kadın aniden gözlerini açıp canlandı. Biz hala sessiz durmaya çalışıyorduk. Fakat az daha korkudan yüreğime iniyordu. Sonra anladım. Bulduğumuz iskeletin taşıdığı hastalık buydu. Önce depo ve laboratuvarda bulaşıp karmaşa yaratmış ardından da çevreye yayılmıştı. Ekibimden geriye başka kim kaldığını bilmiyordum. Civardaki bir köydeydik ve burası bile enfekte olmuştu. Bulaşan kişiler önce saldırganlaşıyor vahşileşiyor ve öldüklerinde bir zombi olarak geri geliyordu. Zombi önce hemen yanı başındaki adama saldırdı. Onunla boğuşması bittiğinde gözleri bizi buldu. Bize doğru gelmeye başladı. Her şey o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki ne adama yardım etmeye yetişebilmiş ne de ondan saklanacak fırsatı bulabilmiştik. Kızlar dövüş yeteneğine sahipti ellerinde nereden bulduklarını bilmediğim levyeler vardı. Zombi kadınla dövüşüp onu durdurmaya çalışırlarken ben de çocuğu korumaya çalıştım. Sonra zamanı yine şaşırdım.

  Bu sefer tellerden dışarı çıkmıştık kayalıklar vardı ve aşağısı denizdi. Denizde bir gemi vardı. Kurtulanları almak için gelmiş olmalıydı ama gitmek üzereydi. Ona ulaşmaya çalışırken de uyandım.

Not: Bu bir rüya yazısı :) Artık gelenek oldu :D Olaylar olduğu gibi rüyadan. Cümlelerimi anlatırken biraz süsledim sadece :)

S..