Hayat Çok Tuhaf |
Sessiz Kelimelerle ‘Seni Seviyorum’
Elli ikinci katta
bulunan evinin sade bir zevkle döşenmiş salonunda, bir duvarı boydan boya
kaplayan ve dışarıdaki bomboş gökyüzünü altınımsı bir pembelikle ısıtan güneşi
pırıl pırıl yansıtırken enfes bir tabloya dönüşen pencereye bir adımlık
mesafede durmuş, gökyüzünün derinliklerini seyrediyordu. Güneşin ve çeşitli
kuşların fotoğrafını çekmek onun için inanılmaz bir zevk olmuştu her zaman.
Fakat elleri boynuna astığı makinede hazır beklese de aklı başka yerlerdeydi bu
sabah. Başı her zamankinden daha kötü sızlıyor, adeta parçalanıyordu ama
düşündüğü konu bu değildi. Birkaç dakikadır düşünebildiği tek şey hayatındaki
önemli birkaç andı.
On altı yaşına kadar
hiçbir sorunu olmadığı halde bir gün oturduğu yerde kendinden geçmiş ve
uyandığında kendini hastanede bulmuştu. Durumunun ne olduğunu, gözlerini açmaya
çalıştığı sırada hala uyuyor olduğunu sanan doktorun ailesine anlattıklarından
öğrenmişti. “Üzgünüm. Maalesef kızınızın beyninde tümör var ve yapabileceğimiz
hiçbir şey yok,” demişti doktor. Zaman içinde ilgili bölümlere baskı yapan
tümör daha yirmi yaşına gelmeden konuşma yetisini elinden aldığında yine
“üzgünüm” demekle yetinmişlerdi.
Buna alışmak oldukça
zor olmuştu fakat kabullenmişti en sonunda. Tam ölümün çok da uzak olmadığı
fikrine alıştığı sırada onunla tanışmıştı. Konuşamadığı için konuşmasına gerek
olmayan şeylerle ilgileniyordu ve bu açıdan yapmayı sevdiği en iyi iş fotoğraf
çekmekti. Sonbahardı her yer… güneş dönenceye takılmanın etkisiyle daha bir kızıl,
yere düşen yapraklar birbiriyle yarışırcasına rengarenkti. Kuşlar daha sıcak
bir yer aramanın telaşı içindeyken sonbaharın etkisinde kalan orman tam
anlamıyla sessizliğe gömülmüştü.
Her zaman fotoğrafı
çekilecek kadar birbirinden değerli şeyler sunan orman, bu kez onunla
karşılaşmasını sağlamıştı. Genç bir adam, minik bir derenin üzerinden geçen
ahşap köprünün tırabzanına yaslanmış hüzünlü gözlerle suya düşüp sürüklenen
sarı yaprakları izliyordu. Fazla yakışıklı sayılmazdı fakat çirkin de değildi.
Gri-beyaz kareli gömleğinin yakaları esen rüzgârda dalgalanıyordu ama havanın
soğuk olmasına aldırmayan genç, ceketini yaslandığı tırabzana astığını unutmuş
gibiydi. Ağaçların arasından süzülen güneş demetleri dağınık duran kumral
saçlarında aydınlık gölgelere sebep oluyordu.
Sue bu güne kadar doğa
fotoğrafından başka yalnızca annesinin resmini çekmişti. İnsanların sahte
gülümsemelerle poz verdiği fotoğraf karelerinden nefret ederdi ama hiçbir zaman
gülümsediğini hatırlamadığı annesinin küçücük bir çerçeveden tebessüm ettiğini
görmek onu mutlu ediyordu. Fakat bugün çektiği fotoğrafın o an için hiçbir
anlamı yoktu. Nedenini bilmediği bir şekilde objektif genç adamın hüzünlü
haline takılı kalmıştı. O an zihni bomboştu ve ne yaptığını bilmiyordu. Ne
kadar süre o şekilde beklediğini de hatırlamıyordu. Derken bir süredir köprünün
başında bekleyen birinin varlığını hisseden genç dönüp ona baktığında bir an
göz göze gelmelerinin ardından panik ve utanma karışımı bir duygunun içine
düşen genç kız refleks olarak deklanşöre basıvermişti.
Bir iki saniye hiçbir
şey söylemeden birbirlerine bakmalarının ardından çekinerek “Merhaba,” diyen
genç adam bir kez daha şaşırmak zorunda kalmıştı. Çünkü Sue utançtan kıpkırmızı
bir halde adeta kaçıp gitmişti. İkisi de kısa bir süre bu garip olayı düşünse
de sonunda unutmaya karar vermişlerdi. Fakat kader onları sürekli farklı
yerlerde karşılaştırıyor ve genç kız her seferinde bir şey söylenmeden kaçıp
gidiyordu.
Günler birbiri ardından
kaybolup giderken kış bitmiş doğa dirilmeye başlamıştı. Ve fotoğraf çekmenin
tam zamanıydı. Nereye gittiğini umursamayan Sue, ruhunu ısıtan güneş ışığını
yanına alarak kontrolü ayaklarına bırakmış, onlar nereye yürürse oraya
gidiyordu. En sonunda sürekli kaçıp saklanmasına sebep olan saçmalığı yaptığı
köprüye geldiğini fark edince bir an duraksamış ve şaşkınca çevresine
bakınmıştı. Hemen ardından bir zamanlar genç adamın durduğu yere yaklaşıp tıpkı
onun yaptığı gibi tırabzana yaslanarak akıp giden dereyi izlemeye başlamış, bir
yandan da düşüncelere dalmıştı.
Rengârenk taşların
üzerinden sıçrayarak akan dere pırıl pırıldı ve fotoğrafını çekmeye değerdi.
Tam bunu yapacağı sırada omzuna konan bir el yerinden sıçramasına sebep olmuş,
ardından onu kendine doğru çevirirken tanıdık bir ses “Bu kez kaçıp gitmene
izin veremem,” demişti, “Karşılaştığımız her seferde beni görünce kaçıp gitmen
çok rahatsız edici! Yanlış bir şey yapıp yapmadığımı düşündüm hep ama benden
kaçmanı gerektirecek bir sebep bulamadım. Ben de bunun cevabını sen verirsin
diye düşündüm?” Merak içinde bir cevap alabilmenin beklentisiyle genç kızın
gözlerine bakıyor, sessizliğin verdiği rahatsızlığı görmezden gelmeye
çalışıyordu.
Genç kızın ne
düşündüğünü ne hissettiğini açıklamaksa imkânsızdı çünkü o bile ne düşünmesi ve
ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu. Bu güne kadar insanlar ondan o da
insanlardan uzak durmuştu hep. Çünkü herkes ona “Zavallı hasta kız” düşüncesini
taşıyan gözlerle bakardı. “Zavallı hasta kız!” bunu düşününce yine kaçmak,
uzaklaşmak istedi fakat bunu yapmaya kalkışırsa genç adamın onu durdurmakta
zorlanmayacağını biliyordu. Onun sürekli gözlerine bakmasından da rahatsız
olmuştu bu nedenle ayaklarının dibine, köprünün beyaz boyası aşınmış
tahtalarına bakmaya başlamıştı.
Sorduğu soruya bir
yanıt alamayacağını anlayan genç adam bu durumu garipsese de adının ‘Hikaru’
olduğunu söyleyip genç kızın adını sormuştu. Fakat kızın ağlamak üzere olduğunu
görünce soru sormayı bırakıp Sue’nun yanına geçmiş ve tırabzana yaslanmıştı.
Kızın tavırları onu endişelendiriyordu, neler olduğunu sormak istese de cevap
alamayacağını bildiği için o konuşuncaya dek beklemeye karar vermişti. Hafifçe
esen rüzgâr Sue’nun uzun, siyah saçlarını dalgalandırıyor, içini ısıtan güneş
cesur olmasını söylüyordu. “Kaçmaktan vazgeç!” diyordu içinden bir ses.
Korkuyordu çünkü konuşamayan ve ölmek üzere olan biri olmak hiç kolay değildi,
insanlar daima durumunu öğrenince ondan kaçardı. Yine öyle olacağından o kadar
emindi ki bu durumun verdiği yorgunluğun gözlerinden damlamasına engel
olamıyordu.
En sonunda ağlamayı
bırakabildiğinde cesaretini toplamış ve cebinden çıkardığı küçük bir not
defterine “Sue” yazıp genç adama hiç bakmadan defteri onun eline vermişti.
Hikaru deftere baktıktan sonra neden konuşmadığını hiç sormamıştı ya da neden
kaçıp durduğunu. O günden sonra ne zaman karşılaşsalar genç adam Sue’nun eline
küçük bir defter tutuşturuyor ve onunla konuşmadan kaçıp gitmesine engel
oluyordu.
Mevsimler geçip
sonbahar yine gülümsediğinde doğaya, iki genç çoktan âşık olmuş ve bunu
tanıştıkları o köprüde buluştuklarında söylemişlerdi birbirlerine. Hikaru artık
Sue’nun durumunu biliyordu ve bunu ona sormadan öğrenebilmişti. Bir gün
kaybetme korkusu taşısalar da sevgilerine tutunarak yaşamak onları mutlu
ediyordu. En sonunda evlenmeye karar vermişlerdi; tabii Sue’nun teklifini kabul
etmesi için genç adamın yapmadığı şey kalmamıştı. Genç adam bir tek Sue’yu
kaybetmekten korkuyordu oysa Sue, hem sevdiği adamı kaybetmekten hem de onu
üzmekten korkuyordu.
Bembeyaz bir düğünün
ardından kendilerini hastanede bulmuşlardı. Kalplerle dolu kocaman bir ‘Evet!!’
yazılı kartonu havaya kaldırıp imzasını atmasından beş dakika sonra Sue
kendinden geçmiş ve üç gün içinde ancak uyanabilmişti. Hikaru tüm korkularına
rağmen Sue’yu üzmemek için elinden geleni yapıyor ve çoğu zaman sevdiği kadının
zihnini ölümün yakın olduğu fikrinden uzak tutmayı başarıyordu. Sue’yu hayal
kırıklığına uğratmamak için ondan gizli tuttuğu halde sevdiği kadını
kurtarmanın yollarını arıyor ve aynı cevabı almaya devam etse de ulaşabildiği
bütün doktorlarla görüşüyordu. Kendisinden gizlenmesine rağmen her şeyin
farkında olan Sue ise tüm umutsuzluğuna rağmen Hikaru’yu üzmemek için bu konuyu
tartışmaktan uzak duruyordu.
Herkes onları inanılmaz
ve tuhaf bir çift olarak görmüştü. Öyleydiler aslında. Ayrılma korkusu onları
daha da çok bağlıyordu ve soğuk ölümün yakınlığına karşılık sevgileri onları
mutlu etmeye yetiyordu. Hikaru’nun tek isteği sevdiği kadının yaşamasıyken,
Sue’nun tek isteği Hikaru’ya tek bir şey söyleyebilmekti. Hayat çok tuhaftı;
insana sevebileceği pek çok şey sunuyordu fakat insan daima hayatın
veremeyeceği şeyleri seviyor ve istiyordu.
“Hayat çok Tuhaf!” diye
söylendi tekrar. Düşünmekten vazgeçmiş, boynuna astığı fotoğraf makinesinin
objektifini kızıl güneşe odaklamıştı. İlk çektiğini beğenmeyince deklanşöre tekrar
basmış ve bu kez memnun kalmıştı. Başının ağrısı iyice arttığı sırada salonun
girişinde Hikaru’nun ayak seslerini duymuş ve işi bittiği için sol tarafındaki
masaya koymak üzere makinenin askısını boynundan kurtarırken genç adama doğru
dönmüştü.
Hikaru, Sue’nun sabahın
bu saatinde uyanıp fotoğraf çekmek amacıyla dışarıya çıkmasına alışkındı. Fakat
bugün farklı bir şeyler olduğunu anlamakta zorlanmamıştı. Sue fotoğraf
çekecekse mutlaka dışarıda olurdu ama bu gün evdeydi. Ve ayrıca her yerde “Seni
Seviyorum!” yazılı küçücük not kâğıtları vardı. Çalışma odasında,
kitaplıklarda, aynalarda, mutfak dolaplarında, bütün duvarlarda, kapılarda…
Kısacası her yerde akla gelebilecek bütün dillerde sessiz kelimelerle “Seni
Seviyorum!” yazılı kâğıtlar vardı. Hikaru kâğıtlardan birisi elinde, kapıda
durmuş bir yandan gülümserken diğer yandan bunun ne anlama geldiğini soran
gözlerle Sue’ya bakıyordu.
Sue çoktan söyleyeceği
şeyi yazmış olduğu not defterini cebinden çıkarmış, genç adama doğru yürüyordu.
Zihnindeki o sızıya rağmen bugün öyle mutluydu ki başının döndüğünü ancak yere
düştüğü sırada fark edebilmişti. İlk başta halı sermeyi sevmediği çıplak
karolar yüzünden düştüğünü sandı. Fakat başı dönmeye devam ediyor, çevreyi
görmekse gittikçe zorlaşıyordu. Hikaru yanına gelip onu kucakladığı sırada
Sue’nun gözleri yere düşüp parçalanan fotoğraf makinesine takıldı bir an için.
Başını genç adamın
kollarına yaslamış, gözlerini bir noktaya odaklayamadığı halde Hikaru’nun
söylediklerini anlamaya çabalıyordu. “Dayan, lütfen! Beni bırakma… Her şey
düzelecek!” diyen genç adamın sesi çok uzak ve yankılıydı. Sue, sözcüklerin ve
içinde bulunduğu anın ne ifade ettiğini anlayabildiğinde zihninde bir tek
düşünce çırpınmaya başladı. “Ölmeden önce bir kerecik söyleyebilsem…” Bunun
üzerine gücünün tükendiğini fakat aynı zamanda ısındığını hissettiği zihninde
defalarca tekrar etmeye başladı. “seni seviyorum! Seni seviyorum! Seni
seviyorum…”
Hayat çok tuhaftı işte;
insanlara istedikleri şeyi vermedikleri gibi insafa geldiğinde de zamanlaması
kötüydü. Hikaru’nun gözyaşları Sue’nun yüzüne dökülürken genç kadının
dudaklarından sevdiği adamın daha önce ondan duymadığı kelimeler dökülüyordu.
“Sse…sen-i…se-vi…yorum! Hikaru!” bu sözleri duyunca şaşkına dönen Hikaru
irileşen gözlerle genç kadının yüzüne bakakalmıştı. Sue’nun ise son nefesi
olmuştu o kelimeler. Kendiliğinden kapanan gözlerinin karanlığında başka bir
dünyaya gitmek üzere yola çıkarken üzerinde “Senden bir parça kalbimdeydi.
Şimdi onu dünyaya getirme sırası geldi. Senin kadar tatlı bir bebeğimiz
olacak!” yazan not defteri sıkı sıkı kapattığı avucunda durmaya devam ediyordu.
~Sessizgemi~
oo burada bir yazar varmış benim haberim yokmuş :) ama bana kendinizi bildirmeniz lazım çünkü benim öyle haberim olmuyor :( malum hikaye yazan biri olarak okumayı da çok seviyorum yeni bir mekan bulduğum için çok sevindim. one shot etkili olmuş. dram ve hüzün dolu fakat betimlemeler çok hoş . anlatım ve uslup güzel . ben çok sevdim :)
YanıtlaSil:) Yeni bir okuyucum olmuş da haberim yokmuş :) Beğenmene çok sevindim winpohu^^ Aslında bu tarz hikayeler etrafta çok döndüğü için (ölüm kanser teması falan) biraz tereddütlüydüm yayınlarken çünkü bu tür birkaç hikayeye rastlayıp arkama bakmadan kaçtığım olmuştu :) Fakat bunu yayınlamak için kendime bir türlü engel olamadım ne yalan söyliyim^^ tekrardan beğenmene sevindiğimi söylemeliyim yorumun için de ayrıca teşekkür ederim :) Elimden geldiğince haberdar ederim seni, sen yeter ki iste ;) Görüşmek üzere :)
Silhımmm diğer fantastik öykülerinden daa çok sevdim ki bunu.
YanıtlaSil:)
Arada bir böyle farklı şeyler de yazıyorum. Yine de fantastik bilim kurgu daha çok ilgimi çekiyor ;) Teşekkürler, beğendiğine sevindim ^^
Sil