Not: Serçe'yi kız kardeşim (Merleng deriz kendisine) geçen yıl yazıp yarışmaya yollamıştı. "Bu Kitap Bizim" projesindeki birçok hikayenin arasında yayınlanmaya hak kazanmıştı. Çok sevdiğim için hikayeyi buraya ekledim. Ve bunları not düşmek istedim. / Sessizgemi
Serçe
Annemin
iyi geceler dileklerinin ardından, yorganın altına girip çabucak uykuya
dalmıştım. Fakat bütün geceyi, taş atarak öldürdüğüm minik serçenin vicdan
azabıyla geçirdim. Sık sık korkarak uyandığım rüyalarda, birçok hayvan
vicdanımı sorguluyor ve peşimi bırakmayacaklarını söylüyorlardı. Zaman sanki
yoğun bir sıvının içinden geçiyormuş gibi, gece bitmek bilmemişti ve kendimi
çok kötü hissediyordum; bunlar yetmezmiş gibi, yarın gireceğim deneme sınavı
gözlerimde çığ gibi büyüyordu. Neyse ki gün doğumuna iki saat kala ağırlaşan
gözkapaklarım derin bir uykuya dalmamı sağlamıştı…
Sabah
erkenden bulutların arasından süzülen güneşin solgun ışınları ve kuş sesleri
arasında uyandım. Gözlerimi henüz açmamıştım. O kadar çok uykum vardı ki,
bıraksalar bütün gün yataktan çıkmazdım; ancak, okula gitmem gerekiyordu ve bu
nedenle annem beni uyandırmaya gelene kadar sadece birkaç dakika daha
dinlenebilirdim. Bu durum, geçirdiğim berbat gecenin üstüne canımı öyle bir
sıktı ki; yorganı kafama çekip ağlamak istedim. Aynı zamanda üşüdüğümü de fark
etmiştim. Yorgunluktan sanki kenetlenmiş olan gözkapaklarımı halen açmamıştım
ve el yordamıyla yorganımı arıyordum. Fakat ne başımın altındaki yastık vardı
ortada ne de sıcacık yorganım.
Daha fazla dayanamayıp, neler olduğunu anlamak
için gözlerimi açabildiğimde, gördüklerim karşısında şaşkınlıktan nutkum
tutulmuştu. Dev boyutlarda yüzlerce yaprağın arasındaydım ve bulunduğum yerden
karşıya baktığımda ikinci katta olan odamın camlarından yansıyan gökyüzünün gri
bulutlarla kaplı aksini görebiliyordum. Fakat dev olan yalnızca yapraklar
değildi; arabalar, binalar, gökyüzünde uçan ve yeryüzünde yürüyen canlı ve
cansız her şey devasa boyutlardaydı. Ve ben her şeyin aksine minicik cüssemle,
her gün odamdan içeri giren yapraklarını temizlediğim akasya ağacının kuytu
dallarından birinde, çaresiz ve şaşkınca yaşadığım ana dahil olan her şeye
anlam vermeye çalışıyordum. Gördüklerimin hayal olmasını ümit ederek gözlerimi
ovuşturmak istediğimde ise şaşkınlığım yerini buz gibi bir korkuya bırakmıştı.
“Tanrım! Ellerime ne olmuş, bu tüylerde neyin nesi?” içimden sorduğum bu
sorulara verebileceğim bir yanıt olmasını çok isterdim; ama ne yazık ki yoktu.
Ve anladığım kadarıyla ellerimde olduğu gibi tüm bedenim; kahverengi, parlak ve
ince tüylerle kaplıydı. Aptal bir tavuğa benzediğimden emindim.
Çevremi incelerken, babamın işe gitmek üzere
evden çıktığını gördüm. Çözülmesi zor olduğunu düşündüğüm her sorunumda, benim
kurtarıcım ve tek kahramanım olmayı her zaman başarmıştı; şimdi de, kollarına
atlayıp sevgisine ve yenilmez korumasına sığınmayı o kadar çok istiyordum ki,
artık bir an bile bekleyemezdim. “Baba, buradayım lütfen beni kurtar.” diye
tekrarlanan içten yakarışlarımı kelimeler döktüm veee… “Ciik… ciiii…k, cik cik
cik…??” Cik mi? Tanrım, cik mi dedim ben? Neler oluyordu anlayamıyordum,
düşüncelerimi kelimelere döktüğümde anlamsız sesler çıkıyordu ağzımdan. Ve
babamı durdurabilecek tek bir kelime dahi söyleyememiştim. O ise her şeyden
habersiz arabasına binip yola çıkmıştı bile. Hala neler olduğunu anlayamamışken
dikkatim birden gökyüzüne kaydı…
Çevredeki
ışığı birer ayna misali yansıtan, kristal kadar parlak dev su balonları, kurşun
hızıyla gökten düşmekteydi. Bu kristal balonlar beni öldürecek ya da
yaralayacak denli büyük değildi; ancak, bedenimde çarptıkları her noktada
dayanılmaz bir acı hissi uyandırıyorlardı. Acıyan bedenimin verdiği korkudan ve
gökten düşen milyonlarca kristalin şaşkınlığından; ne yapacağını bilmez bir
halde, üzerinde bulunduğum dalda koşturup duruyordum. Adımlarımı nereye attığımı
fark etmeden, yukarıdan düşen balonlara bakarak, onlardan sakınmaya
çalışıyordum. Tam bastığım yere dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm anda, her
şey için geç olduğunu anlamıştım. Dikkatsizce attığım son adımım, az da olsa
güvenli olduğunu anladığım ağaçtan düşmeme sebep oldu.
Boşluğun sonundaki
kaldırıma hızla yaklaşırken “Şimdi sonum geldi işte.” diye düşünüyordum.
Derken, betona çarpmama ramak kalmıştı ki; ani bir refleks ile kollarımı iki
yana açıp uçmaya başladım. İnanılmazdı. Ama onca şeyin ardından artık
şaşırmıyordum. Yere neredeyse sıfır denecek kadar yakından uçarken rastladığım
su birikintileri, küçük bedenime oranla yüzme havuzu misaliydi. Yoluma devam
ederken, bir yandan da bu birikintileri inceliyordum. Düşersem boğulur muydum
acaba? Birden suda minik bir serçenin yansımasını fark ettim; ancak, çevreme
bakındığımda onu göremedim. Daha dikkatli incelediğimde anladım ki, o serçe
bendim. Bunu fark etmemle, küçük bir çocuğun attığı taşa hedef olmam bir
olmuştu. Nasıl olduğunu anlayamadan uçtuğum gibi, nasıl olduğunu anlayamadan
yere çakılmıştım ve acıyan bedenimin sızısıyla kendimden geçmiştim…
Sızlayan
her bir hücreme güvenerek ölmemiş olduğumu anlamıştım ve bulunduğum duruma
tezat bir şekilde canımın acıması beni mutlu etmişti. Uyandığımda yine
yapraklar arsındaydım; ancak bu kez açık alanda değil, yapraklardan
duvarlarıyla ve dallardan oluşan zeminiyle ilginç bir odanın içindeydim. Ve
yalnız değildim. Çevremde nasıl ayırt edebildiğimi anlayamadığım üçü yaşlı
ikisi genç, tam beş tane serçe vardı. Ne tepki vermem gerektiğini bilemediğim
için korkuyla bulunduğum köşeye sinmiştim. İçlerinden en yaşlısı olan serçe
konuşmaya başladı; ağzından cik cik sesleri çıkmasına rağmen ne dediğini tam
olarak anlamıştım. “Bizden korkmana gerek yok. Zira biz, senin ırkın olan
insanoğlu gibi yırtıcı yaratıklar değiliz.” demişti. Bunun üzerine şaşkınlığımı
gizleyemeden sordum “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz yani?” Evet der
gibi başını sallayınca devam ettim “Öyleyse buraya, bu hale nasıl geldiğimi de
biliyorsunuzdur. Lütfen, bundan nasıl kurtulabilirim söyleyin bana.”
Biraz
durduktan sonra cevap verdi “Buradasın; çünkü sen, bizim prensesimiz olan
Dolunay’ı yaraladın ve onun güçsüz düşüp Baku’nun uşakları tarafından
kaçırılmasına sebep oldun. Buradan kurtulman, sana verilen görevi yerine
getirmene bağlı…” biraz durup devam etti “… Prenses Dolunay’ı kurtarmalısın,
böylece eğer seni affederse evine dönmeni sağlayabilir.” İşte şimdi tam oldu,
bir bu eksikti zaten. Bir süre ne yapmam gerektiğini düşünürken, taş attığım
serçenin yaşıyor olmasının vicdanımı rahatlattığını hissettim. Yine de ona bir
özür borçlu olduğumu biliyordum, beni affetmese bile onu kurtarıp hatamı telafi
etmeliydim. “Pekala, onu kurtaracağım. Beni affetmesini beklemiyorum, sadece
hatamı telafi etmek istiyorum…” sözlerimi hayal kırıklığıyla bitirdim “…gerçi
yolu bilmiyorum.” Yaşlı serçe ile konuşmalarımız sırasında odada sadece genç
serçeler kalmıştı. Diğerleri odanın en uzağındaki girişten uçarak gözden
kaybolmuştu. Yaşlı serçe “Bunun için endişelenmene gerek yok. Torunlarım sana
yardımcı olacaklar.” dedi ve beni onlarla tanıştırdı. Birinin adı Eylül diğeri
ise Toprak’tı. Prenses Dolunay’ı kurtarmak üzere yola çıktık ve onlara Baku’nun
kim olduğunu sordum.
Uzun
bir yoldan sonra hedefimize ulaşmış, Baku’nun inine gelmiştik. Ay, sanki
görülmemizi o da istemezmiş gibi, bulutların arkasından çıkmamıştı ve
çıkmayacak gibiydi. İnin girişinden yavaşça içeri girdiğimizde, dışarının
dondurucu soğuğuna karşın içerisinin daha sıcak olması gerginliğimizin bir nebze
azalmasını sağlamıştı. Ortamın karanlığına gözlerimiz alıştığında Baku’nun
burada olmadığını anladık. Baku, bir yaban kedisiydi ve inin yüksekliği de
genişliği de onun cüssesine göreydi. Fakat arkamızı döndüğümüzde girişi göremeyeceğimiz
kadar da derindi. Bir süre sessizce ilerledikten sonra onu bulabildik; dört
yaban kedisi yavrusunun ortasında, yaralı bir halde yatıyordu Dolunay.
Anlaşılan Baku, yavrularını hem eğlendirmek hem de canlı yeme alıştırmak
niyetindeydi. Neyse ki yavrular şuan uyuyordu. Ses çıkarmamaya dikkat ederek,
Dolunay’ın yanına konduk ve onu korkutmadan uyandırabildik. Birkaç defa kaçmaya
çalışmış; ancak kanadından yaralı olduğu için başarısız olmuş ve bu durum onu
daha çok yormuş. Kim olduğumu ve burada olmasına sebep olduğumu bilmesine
rağmen, bir prensese yakışır derecede anlayışlı davranıp, bana tek bir kötü söz
dahi söylemedi. Yine de, beni görmek canını acıttığından mıdır bilinmez,
gerekmedikçe benimle konuşmuyordu. Kendi aramızda onu nasıl taşıyacağımızı
kararlaştırıp yola çıktık. Eylül ve Toprak, Dolunay’ı taşıyor bense herhangi
bir tehlikeye karşı tetikte yol gösteriyordum.
Tam
çıkışa yaklaşmıştık ki, girişte Baku’nun dev cüssesi yolumuzu kesti.
Yavrularının akşam yemeğinin uçması hiç hoşuna gitmemişti anlaşılan. Düşünmeden
kararımı vermiştim. Dolunay ve diğerleri için elimden geleni yapacaktım,
sonuçta bütün bunlara sebep olan bendim. “Dolunay’ı koruyun ve buradan hemen
çıkın!” Benden gelen ani emirle harekete geçtiler; onların önceliği de
Dolunay’dı. Buradan çıkabilmeleri için, Baku’nun tüm dikkatini üzerime
çekmiştim; başının üzerinde uçuyor, bana savurduğu pençelerin arasından
sıyrılıyor ve elimden geldiğince zaman kazandırıyordum. Gözden kaybolmalarından
hemen önce, Dolunay bana baktı ve “Seni affediyorum. Artık özgürsün Serçe.”
dedi. Sözleri gittikçe ağırlaşmıştı ve sesini sanki dört bir yanımdan
yankılanarak işitiyordum. Dikkatim dağılmıştı ve bunu fırsat bilen Baku beni
yakalamıştı. Pençelerinin altında ezilirken başımı da yere vurmuştum;
görebildiğim ve duyabildiğim her şey, karanlık bir boşlukta yok olmuştu.
Kendime
geldiğimde merakla gözlerimi açtım ve yeniden odamda, sıcacık yatağımda
olduğumu gördüm. “Hepsi bir rüyaymış.” Peki, gerçekten rüyamıydı? Aceleyle
giyinip aşağı indim, kahvaltımı da yaptıktan sonra evden çıkmak üzereyken annem
tarafından durduruldum “Bekle kızım, yeni komşumuzun kızı seninle aynı
okuldaymış. Birlikte gideceğinize dair annesine söz verdim.” dedi ve
istemediğim halde beni karşı komşumuzun kızını almak üzere, onların evine doğru
sürükledi. Annem, komşu teyze ile dinlemediğim birkaç şey konuştuktan sonra
beni kızı ile tanıştırdılar. Kız “Merhaba, benim adım Dolunay.” derken öyle
neşeliydi ki... Oysa ben şaşkınlığımın üzerine “Be… Ben de Serçe.”
diyebilmiştim. Şimdi, bu bir tesadüf mü yoksa rüyamın gerçekliği miydi?
Merleng
kardeşin çok güzel yazmış ve kimin kardeşii.
YanıtlaSil:)
Teşekkür ederiz deep beğendiğine sevindik ikimiz de ;)
Silonun adı merleng tabii.
YanıtlaSil:)
Aslında Merleng onunla benim aramdaki bir şifre ;) Yinede blogda onun adını Merleng olarak kullandım ^^
Sil