Not: Parça parça notları birbirine uydurup birleştirince böyle bir şey çıktı ortaya baya eğlenceliymiş böyle yazmak :D Hepsi Sezen'in suçu :D Devam etsem ne kadar uzardı bilmiyorum bir yere de bağlayamayınca düz yazıdan şiire çevirdim ama sevdim bunu blog :)
Şuanda ödevimin başındayım bu arada hıhııım sıkıldım :/ S..
"Canım ağrıyor.." dedi kaplumbağa. Bu anlık bir acıdan çok daha derin çok daha yerleşik daha sürekli bir duygu olmalı diye düşündü deniz kabuğu. Bir süreliğine unutsan da orada olmaya devam ediyordu. Deniz bu gün dalgalıydı. Oysa güzel bir kutlama vaktiydi. Başını yukarıya çevirip teknelerin gölgelerine, gün ışığının dalgalarla dansına baktı. Martılar suya dalıp çıkıyor balıklar yine bir yaygara koparıyordu. Bir kedi balığı haylazca kumları etrafa fırlatıyor buna söylenen sesler boşlukta çınlıyordu. Hayat etraflarında aheste aheste dalgalanıyor kıpırdanıyor çalkalanıyordu. Bir süreliğine derin birer nefes alıp sessizce beklediler. Oksijen ruhları yenilemek için yeterli miydi bunu bilemiyorlardı ama zihni sakinleştiriyordu. En sonunda kaplumbağa "Hadi gidip biraz yosunlu puding yapalım." dedi. Yedi denizin en iyisinden en yeşil yosunlardan güzel bir puding! Bunu düşününce kimse gülümsemeden duramazdı. Deniz bu gün dalgalıydı. Gün ışığı süzülüp saçlarında taçlandı. Martılar hep çok yaramaz, balıklar yine telaşlıydı.
Garip bir labirentin içindeyim. Ne bir adım öncesini anımsıyorum ne de bir sonraki köşede ne olduğuna dair bir fikrim var. Başımı kaldırıp göğe baksam köpüren siyah bulutlara dalıp çıkan serseri tipli karanlık kuzgunlar çevremden daha iç açıcı bir manzara sunmuyor. Oysa kızıla mora çalan biraz da lacivert bir akşam sefası görmeyi beklerdim. Sonra bir de martı sesleri olmalıydı. Güzel kokular duymalıydım. Güzel kokuları severim. Güzel kokuları kim sevmez? Limon, lavanta ve adını bilmediğim bir çiçek kokusu daha... Bir de gece göğüne veya sabah güneşine benzer bir ses hafiften şarkı söylese ruhumun çocuk yanları yine neşeyle kıpırdanırdı...
Oysa kuzgunların tepemde dans ettiği fırtına sesleriyle dolu bir yaprak ormanında yolumu daha ne kadar kaybedeceğimi bilmeden dolaşıp duruyorum. Tenim buz kesmiş soğuktan üşürken nefesim kesiliyor, ardımda bıraktığım her köşe peşimden gelen yaratıkların her an üzerime atılacağı korkunç tuzaklar gibiyken geri dönmeye korkuyorum.
Kafamın içinde kelebekler benim kadar telaşlı dans ediyor aklımdan geriye kalanları da etrafa saçıp dağıtıyorlar. Korkuyla titreyen ellerim hızla ilerlerken düşmemek için bir yerlere tutunmama izin vermiyor. Tökezliyorum. Düşüyorum. Dizlerim kanıyor. Sonra yine devam ediyorum. Yaratıklar duymasın diye korku çığlıklarımı ustalıkla yutarken çırpınan yüreğimin patırtısını bulutlarla kavga eden kuşlar bile işitiyor.
Labirentten çıkamıyorum. Ne kadar devam etsem de bu yolun bir sonu hiç yokmuş gibi geliyor. Yorgunluk tüm canavarlardan daha tehlikeli. Daha fazla adım atamıyorum. Zehirli olduğunu hissetsem de güzel kırmızı çiçeklerin açtığı bir duvarın önünde yere çöküyorum. Biraz dinlensem, biraz gözlerimi kapatsam her sey düzelirdi belki. Gözlerimi açık tutamıyorum. Serseri kuzgunlar bulutlarla yarışıyor. Sarmaşıklar bedenimi sararken kıpırdayamıyorum. Gözlerim kapanırken lacivert bir akşam sefası hayal ediyorum. Birisi cayına iki şeker atıp karıştırıyor. Taze simit ve peynir kokuyor her yer. Yüzümde güneş sıcaklığı... Ruhumun çocuk yanları neşeyle dans ederken uykuya mı dalıyorum uyanıyor muyum anlamıyorum...
Kızlarla bunu anlamaya çalışıyorduk. Burada ne olmuş olabilirdi böyle? Sonra bu odanın kime ait olduğunu hatırladık. Ev sahibi! Burada ne yapmıştı? Ben panikle halıyı düzeltip ayağa kalkarken kızlar sessizleşti ve kapıdan adamın bize baktığını gördüm. Yine aynı donuk gözler ve asık suratla hiç değişmemişti. "Eviniz çok nostaljik, duvarlardaki geyik boynuzları ayrı bir hava katmış herhalde siz avlıyorsunuz. Gerçekten muhteşem." diyerek dikkat dağıtmaya çalışan birkaç cümle daha saçmaladım. Adam yine tepki vermeden gitti. Açık kalan kapının ardındaki boşluğa bakakalmıştım. Tehlike içgüdüsünün yarattığı titreme ensemden sırtıma doğru karıncalanıyordu. Kızlar da oldukları yerde donup kalmıştı. Lülü hızlı adımlarla ilerleyip kapıyı kapattı. Bir an için şiddetle geri açılacağını ve saldırıya uğrayacağımızı sanmıştık. Fakat iki üç dakika geçtiği halde öyle bir şey olmadı. Burada kalmamız hiç güvenli görünmüyordu artık. Telefonlarımızdan grubun geri kalanına ulaşmaya çalıştık ama şebeke çekmiyordu. Dışarıya çıkıp şüphe çekmek de istemiyorduk. Peki ne yapacaktık?
Odanın sahip olduğu tek pencere platforma bakıyordu. Işığı çoktan kapatmıştık. Kapının önüne yatağı çekip bir set oluşturmuş ve ne yapacağımıza karar vermeye çalışıyorduk. Ben pencerenin kenarında perdeyi açmadan sessizce dışarıyı gözetliyordum. Dışarıdan görülmediğimden emindim. Kaldığımız yer girişteki merdivenlere en yakın yerdi. Bu nedenle geç saatlere kadar bir sağa bir sola pek çok kez adamın camın önünden geçişini izledim. Bir defasında onu izlediğimden habersiz bir dakika boyunca pencereye baktı. Diğer seferlerde ise sanki bizim odanın önünden geçerken kasten yavaşlıyor gibiydi. Ne konuştuğumuzu duymaya çalışıyor veya uyuyup uyumadığımızı anlamak istiyordu sanki. Davranışları kadar elinde taşıdığı orak da endişelenmemiz için başlı başına yeterdi. Tamam, adam besinlerini kendi ekip biçiyor olabilirdi ama gecenin ikisinde orakla dolaşmak pek akla yatkın değildi.
Onu en son görmemizin üzerinden yaklaşık bir saat geçtikten sonra harekete geçmeye karar verdik. Planımız grubun geri kalanı için hızlıca diğer iki odaya ulaşmak ve araç gereç depolandığını gördüğümüz küçük kulübeyi karıştırıp benzin olup olmadığına baktıktan sonra buradan ayrılmaktı. Oda ücretlerini çoktan vermiştik bu nedenle benzini aldığımız için suçlu hissetmemiz gerekmiyordu. Mely, ya benzin yoksa o zaman ne kadar devam edebiliriz diye sordu. Son yedekleri kullanmıştık ve o da bizi fazla uzağa götürecek kadar kalmamıştı. Yine de burada kalmaktansa yolun geri kalanında bir arada kalıp yürüyerek devam edebileceğimizi söyledim. Otobüsle ilerlemekten daha kolay bile olabilirdi. Bir dere bulur ve onu takip ederdik. Sonunda bizi ya denize ya da bir yerleşim yerine ulaştırırdı.
Perdeyi usulca aralayıp sonra da ses çıkartmamasını umarak pencereyi açtım. Kızlar ardımda şüpheyle dışarıya bakıyordu. Öyle korkuyordum ki her an vazgeçebilirdim fakat evvelden beri yanımda korkan başka birisi olduğu zaman onu koruma içgüdüsüyle saçma bir cesarete sahip olurdum. Ruh halimi dışa yansıtmadan kızlara beni takip etmelerini işaret ettim. Böyle durumlarda kimse geride kalmamalıydı. Dışarıda gece böceklerinin sesleri düzenli bir ritm tutturmuştu. Çevreyi aydınlatan tek şey bazen bir bulutun ardına saklanan yeni aydı. Nefesimi kontrol altında tutmaya çalışıp pencereye tırmandım. Ayaklarımı sınırdan dışarıya uzatırsam geri dönemeyeceğim düşüncesi bir an için duraklamama neden olsa da sonunda ayakkabılarım elimde olduğu halde platforma adım attım. Üşüdüğümü hissettim fakat bu salt hava durumundan kaynaklı değildi. Kanım damarlarımın içinde yavaşça buz tutuyor gibiydi. Karanlığın içinde göz gezdirdim. Bütün pencereler mümkün olduğundan daha az bir ışık yansıtarak bu soğuk atmosfere katkıda bulunuyordu. Bütün perdeler kapalıydı fakat içeriden dışarının görünmesinin daha kolay olduğunun farkındaydım. Hızlı hareket etmek zorundaydık. Bir çırpıda ve sessizce platformun öbür ucuna ilerledik. Grubun geri kalanı yan yana olan iki odadaydı. Işıkları kapalıydı. Uykularının çok derin olmamasını umdum.
İlk odaya ulaşınca kapıya ses çıkartmamaya çalışarak birkaç kez vurdum. İçeriden bir tepki alamıyordum. Kızlar da diğer odanın kapısına varmış aynı şeyi tekrar ediyordu. Ama oradan da bir ses yoktu. Kilitli olmamasını umarak kapı koluna asıldım. Ve kapı şaşırtıcı şekilde kolayca ardına dek kayıp açıldı. İçerisi o kadar karanlıktı ki ilk başta bir şey görmek imkansızdı. Kızlara yanıma gelmelerini işaret edip korkarak kapıdan içeri bir adım attım. Birilerine seslendim. Köşelerde birer tane olmak üzere dört yatak olduğunu hatırlıyordum. En yakındakine doğru ilerledim. Gözlerim hızla kendini karanlığa ayarlıyordu. Zifiri karanlıkta önce belirsiz şekiller görünür oldu ardından nesnelerin biçimlerini anlayacak kadar konturları belirginleşti. Siyah beyaz ve biraz da mavi bir resmin içine düşmüş gibiydim. Yatağa ulaştığımda bulmayı beklediğim şeylerle gördüğüm manzara kıyaslanamazdı. Korkunç ve vahşi bir şeylerin izlerini bulmayı bekliyordum. Fakat bulduğum şey bir hiçti. Bunun yine de korkunç olduğunu inkar edemem. Yatak boştu. Ve gece görüşüne uygun hale gelen gözlerim diğer yatakların da boş olduğunu söylüyordu. Arkadaşlarım olmaları gereken yerde değillerse neredeydi?
Hızla dışarıya çıkıp diğer odaya ulaştım ve tereddüt etmeden kapıya asıldım. O da diğeri gibi kolay ve sessizce bana yol açmıştı. Bu odada da karşılaştığım şey diğeriyle aynıydı. iki odada toplam yedi kişi şuan kayıptı. Aklımı kaçıracağımı sandım. Etrafta saldırı veya boğuşma izi yoktu. Sanki kendi rızalarıyla öylece kalkıp gitmişler gibiydi. Benden habersiz bir yerlerde ateş yakıp bir şeyler pişirip eğlenelim kafasıyla çıkıp gitmiş olmalarını diliyordum. Odalarda başka bir kapı veya geçit yoktu. Yani dışarı çıkmış olsalar kaç saattir kendi penceremden onları görmüş olmam gerekirdi. Ev sahibinin de onların olduğu tarafa hiç ilerlemediğini biliyordum. O zaman neler olmuştu? Anlamıyordum. Dışarı çıktım. Platformun kenarına ilerleyip karanlıkta gri bir teneke kutu gibi parlayan otobüse baktım. Odalarda bir şeyden korkup belki de otobüse sığınmış olabilirler diye düşünmüştüm. Ama orası da oldukça sessiz ve karanlıktı. Başka çare yoktu etrafı aramak zorundaydık. Kızlardan birine benzin için şu kulübeye bakmasını diğerine de otobüsü çalıştırmak için hazırda bulunmasını söylemek için ardımı döndüğümde resmen nutkum tutuldu ve nefes alamadım. Kızlar kaybolmuştu.
Nereye gideceğimi de ne yapacağımı da bilmiyordum. Hiç ses çıkartmadan ve hiç iz bırakmadan böyle nasıl kayboluyorlardı? Bu bir şaka mıydı? Birisi benimle eğleniyor olmalıydı ama bu hiç hoş değildi. O sırada gecenin içinde ağaçların tepelerinden aşıp gelen bir çığlık işittim. Ay yine bulutların ardına gizlendi. Kızlar korkup odaya geri dönmüş olabilir mi diye düşündüm. Peki ama şu çığlık neydi? Odaya dönüp bakmaya karar verdim. Gidebileceğim hiçbir yer yoktu ve aklıma sadece başa dönmek gelmişti. Tam oraya ilerlediğim sırada kaldığımız odanın kapısı usulca açıldı. Kıpırdaman öylece dışarıya kimin çıktığına baktım. Bu ev sahibiydi. İfadesiz yüzü ve kömür gibi küçük gözleriyle bana bakıyordu. Ardıma dönüp koşsam o da koşacaktı öyle değil mi? Geriye bir adım atarken konuşup neler olduğunu sormalı mıyım diye düşündüm. O neden bir şey söylemiyordu? Elindeki oraktan akan şey neydi? Düşüncelerimi yakalayamazken titreyen elimde şıngırdayan anahtarı fark ettim. Koşup kendimi platformdan aşağı atsa
m en fazla ayağımı kırardım. Otobüse ulaşır ve kullanmayı başarırsam bu adamdan kurtulurdum ve diğerlerini kurtarma fırsatım olurdu. Adam ben aşağıya atlarken bana yetişecek kadar hızlı koşar mıydı? Düşünmedim. Sola doğru bedenimi fırlatır gibi atılıp dört adımda kenara ulaştım ve korkuluğun üzerinden aşıp aşağıya atladım. Tahminlerim düşüncelerim olaylar kadar gerçekçi değildi. Gerçekten de bazı kemiklerimi kırmıştım. Yerden toparlanmaya çalışırken adamın tahmin ettiğimden daha hızlı olduğunu gördüm. Yanıma ulaşmıştı bile. Daha onun kolunu savurduğunu algılayamadan göğüs kafesimde keskin bir acı hissettim. Nefesim benim sözümü dinlemiyordu. Bedenim uyuşurken tekrar yere yığılıyordum. gövdemdeki kesik nasıl oluyordu da aynı zamanda hem buz gibi soğuk hem de güneş kadar sıcak oluyordu anlamamıştım. Sonra da uyandım...
Eveet tahmin ediin :) hıhııım bu da bir rüya yazısı işte :)
Bu 6. sınıftayken yaptığım ucubik resimlerimden, Neden böyle bir şey çizdiğimi ben de bilmiyorum :)
Sabahın erken vakitlerinde günün bize armağanı neşeli kuş sesleri ve ruhumuzu ısıtan gün ışığıydı. Gezi için kiraladığımız otobüsün üst camlarından içeri taze dağ havası süzülürken grubumuz hararetle dedikodu yapanların, sıkıntıdan şarkı söyleyenlerin ve açlıktan koltukları kemirmek isteyenlerin karışmış sesleriyle yola devam ediyordu. Gözlerimin önünden kayıp giden manzaraya bakarken yeni bir şiir düşünüyordum. Fakat açlık beni de çoktan ele geçirmişti. Şekerim veya tansiyonum bir iki saat önce bir yerlerde düşmüş olmalıydı. Bir vampir için bu çok tehlikeli bir durumdu. Sonunda arkadaşlarımı yememek için büyük çaba göstermeliydim. Bu nedenle düşüncelerimin ardını yakalayamıyor bir şeye odaklanamıyordum. Dün öğle vakitlerinde yanlış bir yola girip kaybolmuş ve tuhaf bir şekilde düşen ağaçlar yüzünden kapanan yoldan geriye de dönememiştik. İleride bir yerlere varır ve doğru yolu buluruz düşüncesiyle devam etmiştik. Ve dün ikindi vakti yanımızdaki yiyecekler bitmiş, suyumuz da azalmıştı. Lülü bana son paket çubuk krakerinden ikram etti. Ondan da pek fazla kalmamıştı fakat yarım saat daha vampir dişlerimi gizlememe yardımı olacaktı.
Yolda ilerledikçe orman örtüsü sıklaştı, ağaçlar uzadı ve yol daha da sarsıntılı olmaya başladı. Bir noktadan sonra devam edebileceğimiz bir rota bulmakta zorlanacağımızı düşündüm. Üstelik şimdi hava epey de kararmıştı. Saatler çok hızlı ilerliyor bizse enerjimizin son kıvılcımlarını tüketiyorduk. Otobüs gittikçe sessizleşmiş herkes oturduğu yere yığılmış ve bu durumdan bıkmış görünüyordu. Birileri artık yardım istemeliyiz diye söylendi. Başka birileri de bunu onayladı. Bazıları da bir yerde durup ormandan yiyecek bir şeyler toplayabiliriz diyor diğerleri ise bir ayı tarafından yenmek veya zehirli bir bitki yüzünden ölmek istemiyordu. Sonucunda kısa bir bağırışma ve tartışma yaşandığı sırada ormanın ortasında bir korkuluk üzerinde duran tabelaya rastladık. Tabela sağa doğru ilerlersek Teraryum adında bir otele varacağımızı gösteriyordu. Eh bu iyi bir şeydi. Fakat mesafe konusunda bilgilendirici bir şey olmaması da korkutucuydu. Ne kadar sağdaydı bu Teraryum? Başka çare de yoktu sağa doğru bir dönüş yapıp yola koyulduk.
Yaklaşık bir saat boyunca başka hiçbir tabelaya benzer bir şeyle karşılaşmadık. Tek bulduğumuz yine bir sürü ağaç ve bolca yosundu. Sonra bu kez de sola dönmemizi söyleyen korkuluklu bir tabela daha bulduk. Korkuluk beni hep korkuturdu. Palyaçolar gibi. Tuhaf bir gülümsemesi vardı. Kollarındaysa bir sürü karga tünemişti. Normalde onların kaçması gerekmiyor muydu? Bu kez de yine bir saat daha ilerledik ve en sonunda küçük bir yapıyla karşılaştık. Ahşap desteklerle yerden bir kat yükseltilmiş bir platformun üzerinde yine tümüyle ağaçlardan inşa edilmiş küçük ev karanlık, kasvetli, yosun kaplı ve ıssız görünüyordu. Tek bir penceresinden sarı bir ışık karanlığa doğru taşıyordu. Aracımızın gürültüsü içeridekileri harekete geçirmiş olmalıydı. Biz otobüsten inerken platformun tepesinden açılıp kapanan bir kapının sesini işittik. Sonra merdivenlerin başında yaşını anlayamadığım asık yüzlü bir adam belirdi. Yüzündeki derin çizgiler epey yaşlı olduğunu söylese de hareketleri ve duruşu daha genç olabileceğini gösteriyordu.
Gökyüzü henüz kararmıştı. Koyu mavi bir ışık göğü süslemeye çalışırken ağaçların altı gölgeyle kaplıydı. Yabani kuşlar gecenin içinde kanat çırpıp dolaşırken ürkütücü ötüşleri kulaklarımızda çınlıyordu. Grubu gezi için toparlayan bendim o yüzden sorumlu da bendim. Öne doğru ilerledim ve tepedeki adama burasının Teraryum olup olmadığını veya oraya nasıl gidileceğini sordum. Bir otele benzer hiçbir yanı yoktu aslında fakat en azından bize yardım edebileceğini umuyordum. Adam cevap vermek yerine arkasını dönüp platformda ilerledi. Şaşırmıştım. Dilimizi bilmiyor muydu? Oldukça tuhaf ve nezaketsizdi. Yukarıda üç ayrı yapı olduğunu görebiliyordum. Hepsinin ortasında platform ortak bir balkon gibi duruyordu. Bu tür yerlerde yapılar vahşi yaşamdan korunmak için bu şekilde yükseltilirdi. Fakat böyle birkaç yapının aynı platform üzerinde olmasına pek rastlamamıştım. Adamın peşinden tedirgince ilerlerken tekrar seslendim. "Affedersiniz iki gündür yoldayız bize en azından ne tarafa gidebileceğimizi söyleyin ve yiyeceklerinizden satın almamıza izin verin." dedim. Ayrıca otobüs için benzin de bulmamız gerekiyordu ama bunu sonraki adım olarak düşündüm. Yine dinlemedi. En yakındaki kapıdan içeriye girip ardından kapattı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kapıya tıklamak için ilerleyeceğim sırada tekrar açıldı ve bir kadın dışarıya çıktı.
Kadın güler yüzlü görünüyordu. "Teraryum'a hoş geldiniz. Eşimin kabalığını bağışlayın. İnsanlarla iletişimi iyi değildir." dedi ve kaç kişi olduğumuzu, ne kadar süre kalacağımızı sordu. Çok fazla oda olmadığı için biraz balık istifi gibi olacağımızı söyledi ama yeterince yiyecek olması bizim için mükemmeldi. Karnımız doyduktan sonra herkesi güvenle odalarına yerleştirdim. Benim kalacağım odada iki yatak vardı ve beş kız yatakları birleştirip yastıkları baş kısma değil de yan tarafa koyunca rahatça sığmıştık. Bu oda ev sahiplerine aitti aslında ama yer kalmayınca bize vermişlerdi. Onlar da tek kişilik ufak bir odaya geçmişti. Sonunda enerjimiz yerine geldiği ve dinleneceğimiz için minnettardım ama bir an önce sabah olsun ve buradan gidelim istiyordum. Burada beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Hava yoğun şekilde küf kokuyordu. Duvarlar dışarıda tamamen ağaç örgüsüyken içeride sıva kaplıydı. Tavanda küf lekeleri vardı. Hayvan postları ve geyik boynuzları her yere asılmıştı. Yatakta tavanı izlerken gözlerim duvardaki bir deliğe takıldı. Onun bir kurşun deliği olduğunu düşündüm. Neden olduğunu anlamaya çalıştım. Hemen karşı duvara baktığımda kocaman bir yay çizen ve tavana yakın bir hatta sıra sıra onlarca kurşun deliği olduğunu gördüm. Yerimden kalkıp etrafa daha dikkatli bakmak istedim. Karşı duvara gidip yerdeki halıyı biraz çekerek açtım. Halının altında kurumuş geniş siyaha yakın tuhaf kahverengi lekeler vardı. Bunun kahve lekesi olmadığından emindim. İki duvarda çapraz ateş izleri vardı. Bir kişi önce tek el ateş etmiş sonra bundan kurtulan diğeri seri ateşler yağdırmış olmalıydı. Duvardaki yay hattının orta kısmında hiç iz yoktu. Demek ki kurşunlar o kısmın önünde duran bir şeye denk gelmişti. Yerdeki lekeler de ondan kalan izlerdi...
Yeni bir yere alışmak her zaman için zordur. Bu yeni yer bir yurtsa her zamankinden biraz daha zordur. Okulda dördüncü yıl başlıyor. Üç yıldır kaldığımız yurt değişti. Orada her zaman bazı sorunlarım oluyordu ama idare etmesini biliyordum. Bizim kaldığımız kyk yurdu erkek yurdu oldu ve daha geçen yıl kullanıma açılmış olan erkek yurdunu da biz aldık. Fakülteme daha yakın ve fiziki açıdan da yeni olması çok daha iyi. Yine de eski yurdun cennetvari bahçesini arıyoruz. Buradaysa daha geniş ve daha çok dolap olması, eşyaların daha düzenli durması gerçekten muazzam. Fakat yerleşmek tam bir kabustu. İlk gün bazı karışıklıklarla uğraştık ve kabus gibi bir gece geçirdik. Sistemde odamla ilgili bir sorun vardı. Sonra o düzeltilebildi. Sonraki iki gün de temizlik işleriyle ilgilendik. Erkek yurduyken burası sanırım asla temizlenmemiş. Biz gelmeden önce biraz temizlenmeye çalışılmış hali bile böyleyse burada nasıl yaşamışlar diye düşündük. Ablalar ellerinden geldiğince bütün odalara yetişmeye çalışıyordu ama kabus bitecek gibi değildi. Etrafta yeni yaşamsal varlıklar ortaya çıkmıştı, her yerde bir şeyler geziyordu. Biz de kendi odalarımızı istediğimiz gibi hijyenik hale getirmek amacıyla marketten ne kadar temizlik ürünü varsa topladık. İki gün boyunca duvarları bile çamaşır suyuyla sildim. Duvarlarda çamurlu ayak izleri, çekmecelerde çürümüş meyve kalıntıları ve onların da üzerinde gezen bir şeyler vardı. Daha fazlasını anlatamayacağım kadar iğrençti. Neyse Ellerimizin üç kat derisini kaybetme uğruna da olsa temizliği bitirdik. Lavanta kokusu yayan bir şey bile koydum bir köşeye. Ebeveynler oğullarına temiz olmayı öğretmeli.
Fakat sorunlar bunlarla bitmiyor.
Şimdi de değişik kurallar çıkartmışlar ortaya. Genel müdürlük öyle söyledi, devlet öyle söyledi diyip duruyorlar ama bana kalırsa bir çoğu keyfi uygulama. Öncelikle pazara çıkmamız yasaklanmış. Meyve sebze alamıyoruz. Belki ben şuan havuç kemirmek istiyorum. Ama yasak. Market ürünü almak da yasaklanmış. Kendi kantinleri kar etsin diye biz onların pahalı, az sayıda ve gerçekten kötü olan zeytini veya peyniri yerine istediğimiz şeyleri alıp odamıza koyamıyoruz. Mesela kantinde yoğurt yok ama dışarıdan da alamıyoruz. Az sonra yetkili bir yerlere dilekçe gibi bir şeyler yazacağım. Gerçekten çok ama çok sinirliyim. Ben kavun seviyorum kavun alacağım ya ne karışıyorlar ki buna? Bağışıklık sistemini güçlü tutmak için yoğurt meyve ve bazı sebzeler çok önemlidir. Bunlar onların kantininde mevcut değil, olanlar da kötü, az sayıda ve pahalı oluyor mecbur değiliz ki onlardan almaya. Bu gerçekten anlamsız. Ders çalışırken bitki çayı içmeyi severiz mesela yani ne diyeceğimi bilemiyorum işte. Bu da böyle bir yazı oldu. Son zamanlarda ülkede hiçbir şey normal değil. Pazartesi günü de pazara gideceğiz istediklerini yapsınlar sonra bakalım neler olacak.
İş gereği çok fazla seyahat ediyordu. Bazen yola çıktığında nereye gittiğini ortağının aldığı biletlere baktığında öğrenmiş olurdu. Nereye gittikleriyle de nasıl gittikleriyle de pek ilgilenmezdi. Dışarıda olmak yerine evde vakit geçirmeyi tercih ederdi. Rahatça film izlemek için köşede duran o rahat koltuk ve tüm kitaplarını sığdırabildiği devasa kitaplıkta duran sayısız kitap ile onları okurken atıştırmak için gizli bir dolapta zulaladığı çikolatalar huzurlu bir gün için fazlasıyla yeterdi. Yeterince güneş alan pencereden içeri giren kuş cıvıltıları ve aşağıdaki kafeden gelen iyi seçilmiş müzik sesleri de cabası. Bu kez bilete bile bakmamıştı. Mardin, Urfa gibi bir yerlerdeydi. Kameranın bulunduğu çantanın ağırlığı gittikçe artıyormuş gibiydi. Havada fön makinesi esiyor gibi bir sıcaklık vardı. Fakat nem oranı az olduğu için terleyerek erimek yerine bir fırının içinde kavruluyor gibi hissettiriyordu. Kafasının içinde navigasyon varmış da yolu kendiliğinden buluyormuş gibi önden hızlıca ilerleyen arkadaşına biraz yavaşlaması için seslendi. Kız ona dönüp bakmadan "Bir an önce oraya varmazsak akşamki festivale yetişemeyiz." diye cevapladı. Aldığı cevap üzerine içinden alkışlı bir protesto kopardı. Festival eğlenmek için güzel olacaktı fakat şuan istediği tek şey biraz nefes alıp dinlenmekti. Ortağı aynı zamanda çocukluk arkadaşıydı. Bu nedenle kafasına koyduğu şeyi yapmadan durmayacağını biliyordu. İtiraz etmek veya ağlayıp sızlanmak onu durdurmaz daha da hızlı yürümesine ve daha çok jedi damarlarının tutmasına neden olurdu. Çaresiz yürümeye devam etti.
Yine saçma bir haberin peşinde olduklarından emindi. Ama kameranın önünde olan kendisi olmayacağı için mutluydu. Böylece bu çöl sıcağında birilerinin garipsemesini umursamadan şemsiyeli şapkalardan takabiliyor ve alerjisi yüzünden rimel sürme işkencesine katlanması gerekmiyordu. Seori kamera önünde olmaya daha uygundu. Bitmeyen bir enerjisi ve cildinde hiç sönmeyen bir ışık vardı. Seori'nin taşıdığı küçük el kamerasını alıp biraz çevreyi çekmeye karar verdi. İlginç birkaç görüntü daha sonra işlerine yarayabilirdi. Dar sokaklarda ilerlerken bir yandan da kamerayla çekim yapıyordu şimdi. Evler Urfa'ya özgü iklim etkisinde inşa edilmişti. Kalkerden kalın duvarlar, tonoz örtülü toprak damlar, güneşi gölgeleyen yüksek duvarlı uzun sokaklar... Bütün evler sokaktan yalıtılmış durumdaydı ve duvarları birbirini takip ettiğinden şehir bir labirenti andırıyordu. İçeriyi görmek imkansızdı. Fakat bazı geniş sokaklara bakan daha yeni bir dönemde karışık bir mimariyle inşa edilmiş ve bahçesi görülebilen büyük konaklar da vardı. Uzun bir süre labirentte ilerlediler. Seori gerçekten yolu biliyor muydu yoksa rastgele mi ilerliyordu bu tam bir muammaydı. Lenu çekim yapmaktan sıkılmış ve artık yolun bitmeyeceğinden endişe etmeye başlamıştı. Saatler ilerlerken etraf önce kalabalıklaşmış, güneşin açısı daraldıkça da tenhalaşmıştı. Havanın kararması an meselesiydi. Arada bir sur duvarı izlenimi vermeye başlayan duvarların içinde sıra sıra küçük yuvarlak pencereleri ve yine küçük kapıları olan ufak dükkanlara rastlıyorlardı. Fakat içerisi epey karanlık olduğundan bunların ne dükkanı olduğunu ancak dışarıya kadar taşan eşyalardan anlayabiliyorlardı. Çoğunun tabelası yoktu. Bazısı halı, bazısı hediyelik nesneler satıyordu. Kimisi de yemek yenecek veya bir şeyler içecek ufak mekanlardı. Bir ara her renkten baharatın olduğu bir aktarın önünde oyalandılar. Baharatların tadı ve kokusu hep ilgilerini çekiyordu. Ayrıca çeşit çeşit çayları da severlerdi. Eve götürmek için yine değişik çaylar bulmuşlardı.
Lenu en sonunda isyan etmeye başlayacakken bir kapının önünde durdular. Kapıda kır saçlı yetmiş yaşlarında bir adam vardi ve içeriye giriş için 25 lira alıyordu. Seori sonunda belirtilen adresi bulmuştu. Lenu ise haberin ne olduğunu hala bilmiyordu. Etraftaki tabelalardan anladığı kadarıyla içeride bir çeşit lunapark vardı. Genellikle çocuklar ve gençlerin geldiği bir yerdi. Çarpışan arabalar, çeşit çeşit atış poligonları, hız trenleri gibi şeylerin yanı sıra gölge oyunları gösteren yerler ve korku tüneli de vardı. Ödemeyi yapıp kapıdan geçtiler ve merdivenle bir kat yukarı çıktılar. Tabelada görünen onca şey umarım bir binanın içinde küçücük maketlerden ibaret değildir diye düşündü. Onca yolu geldikten sonra hız trenine binmek veya atış poligonunda birkaç balon patlatmak iyi olacaktı. Fakat o da neydi? Az daha kalp krizi geçirecekti. Bir kat çıktıktan sonra yine bir üst kata çıkmalarını işaret eden biri vardı ve bu aşağıdakiyle aynı adamdı. Yukarı çıkmaya devam etmeleri için de tekrar 25 lira vermeleri gerekiyordu. Adamın herhalde ikizi var diye düşünüp sakinleşmeyi başardılar ve ödemeyi yaptıktan sonra merdivenden çıkarken Lenu "Çok zekisiniz," dedi "Girişte 50 tl deseydiniz insanlar gelmezdi böyle iki defaya bölünce geri de dönemiyorlar. Cidden çok zekice!" diye alayla tamamladı. Adam onu dinlemiyor, boş boş ileriye bakıp kıpırdamıyordu. Bu arda merdivenler, duvarlar, her yer bembeyazdı. O kadar beyaz ki basamakları görmek zordu. Neyse böylece bir kat daha çıktılar. Her kata gelince merdivenin basında ahşap parmaklıklardan yarım bir kapı oluyordu.
Üçüncü kata gelince karşılarında yine aynı adamı buldular. Bu iyice garipleşmişti. Herhalde üçüz olamazlardı. Bir şey sormaya korkarak onun yönlendirmesine uydular ve bu defa bambulardan yapılma ve iki kişinin ancak sığdığı bir asansöre bindirildiler. Lenu bu kez "Oh be!" dedi "Merdivenler ne yorucu. Şunu en başa yapsalarmış keşke!" diye ekledi. Sonra yukarı çıkmaya başladılar. Asansör yükseldikçe yükseliyordu. Yükseldikçe bir de hızlanıyordu. En sonunda akrofobisi ortaya çıktığında Seori'ye "Yeter, dursunlar artık!" demeye başladı. Çok korkmuştu "Yeter, ne olur dursun artık, beni indirin bir katta!" diye bağırıyor, ağlıyordu. Kafayı yemek üzereydi. Çünkü etrafı açık olan asansöre ve bambu zemine güvenememişti. Her yer beyaz olduğundan da hiçbir yere odaklanamıyordu. Bir ara aşağıya baktı. Aman tanrımdı yani öyle bir yükseklik yok. Zemin bir nokta gibi kalmıştı aşağıda. Sonunda bayılmak üzereyken tepeye ulaştılar. Etrafında koruma bile olmayan dairesel bir alandı kulenin tepesi. Lenu yere yapışmıştı korkudan. Kolları ve bacaklarıyla zemine tutunuyordu sanki rüzgar alıp onu götürebilir gibiydi. Bir yandan kamerayı tutuyor bir yandan "İndirin beni buradan!" diye bağırıyordu. Asansöre tekrar binmeye de korkuyordu. Hatta "Helikopter çağırın alın beni buradan..." diye ağladı. Seori tam bir muhabir ciddiliğiyle duruyordu. Delirmiş miydi ne hiç korkmamış hala haber peşindeydi. "Bölgenin en yüksek binasının tepesindeyiz. Görüyorsunuz yükseklik o kadar yüksek ki kameraman arkadaşım kendinde değil şuanda..." diyordu kız. İkisi de bulundukları alanın dışına boşluğa bakıyordu. Yani Seori kameraya değil boşluğa doğru konuşuyordu. Herhalde sonunda ikisi de delirmiş olmalıydı bu yükseklikte saçma sapan haber yapacaklar diye. O kadar yüksekti ki... O kadar ki ağaçlar minicik görünüyordu etrafta, uzaklıklar bulanıklaşıyordu. Sonra da uyandım.
Bir arkeolog olarak bilmeniz gereken en önemli şey taşların ve toprağın konuşabildiği ve hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceğiniz gerçeğiydi.. O gün Troia'da kazı alanında dolaşırken başıma geleceklerden habersizdim. Yürürken bir yandan da bana sunulan raporları dinliyor, yapılması gerekenleri birilerine söylüyordum. Sabahtan beri gökyüzünde garip kuşlar dairesel bir devinimle dönüp duruyordu. Genelde bu şekilde davranmazlardı. Batıl inançlarım yoktu fakat kötü bir şeyler olacakmış hissi ekibimdeki herkes gibi bana da bulaşmıştı. Köpeğimiz Sushi de sabahtan beri etrafta tedirgince dolaşıyor ve bazen boşluğa doğru sanki bir hayalet görmüş gibi tehditkar şekilde havlıyordu. Normalde oldukça sakin ve neşeli olan Sushi bu gün beni epey endişelendirmişti. Kuşlar ve onun bu davranışı acaba bir deprem olacağına mı işaretti? Bunu bilemiyordum. Neyse ki boş bir arazinin ortasında toprak ve gökyüzü arasında bir yerlerde bir deprem için yeterince güvende sayılırdık.
Açmalardan birine yaklaşırken bir takım hayret nidaları ve bağırışlar eşliğinde ne oluyor diye merakla oraya koştum. Her tarafımızda bulunan toz toprağın karışımı kıyafetlerimizi de sarmıştı. Soluduğumuz hava bile toz kokuyordu. Tepedeki güneşin konumu herhalde saat bir olmalı diye düşündürdü. Açmanın hemen yanında gölge bir alan oluşturmak için tahta çubuklar ve beyaz bir kumaşla tente yapılmış altına da uzun bir masa yerleştirilmişti. Masanın üzerinde bilgisayarlar, bir takım kağıtlar ve buluntu torbaları ile kasalar vardı. Onların yanından geçip bir araya toplanan insanların arasından kendime yer bularak açmanın başına vardım ve aşağıya baktım. Aşağıda çalışan iki kişi vardı. Birisi fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışıyor diğeri de buldukları şeyin üzerini biraz daha süpürüp belirginleştiriyordu. Bir iskelet bulmuşlardı. Üstelik neredeyse tüm halde görünüyordu. Göz çukurları ve diğer kemiklerin yapıları ile kemiklerin kalınlığı erkek bir bireye ait olduğunu düşündürdü. Ama duruşu biraz ilginçti. Normal gömülmemiş olduğunu düşündüm. Dizlerini karnına doğru çekmiş elleriyle de başını korumuş. Yani bir şeyden korkarak ölmüş ve orada kalmış olmalıydı. Daha yakından bakabilmek için aşağıya yanlarına inmiştim. Elimde mavi plastik eldivenler vardı. Daha yakından bakınca kemiklerde tuhaf lekeler gördüm. Delikler de vardi ve bir kısmı da asitli bir şeyle erimiş gibiydi. Bu oldukça tuhaftı.
Sonra zamanda bir sıçrama yaşadım. O gün hafızamda bir tuhaflık vardı bazı dakikalarımı unutuyordum. Fakat bunu kimseye belli etmemeye çalışmıştım. Bir süre sonra iskeleti çıkartmış ve incelemeye vermiştik. Laboratuvarda kimyasal inceleme yapıyorlardı kemiklere. Delikler ve lekeler bir hastalığın izleri olmalı diyorlardı. Toprakta yapılan incelemelerde kemiği o hale getirecek bir şey yoktu. Ama ne çeşit bir hastalık olduğunu da anlamamışlardı. İşlemler sürerken depoda yangın çıktığı haberini aldık. O sırada yine zamanda ileri gittim galiba veya yine dakikalarımı unuttum. Bana neler oluyordu bilmiyordum ve bu beni korkutuyordu. Kimseye bir şey olmasın diye depoya koştum. Geceydi. Gökyüzü yıldızlarını yangının ışığından saklamıştı. Alevler metrelerce yükseliyordu. Kıvılcımlar etrafa saçılırken yüzümün bulunduğum mesafede bile tutuşacağını sandım. Çığlıklar ve bağırışlar yanan ahşapların çıtırtısıyla birlikte kulaklarıma doluyordu. İnsanlar bir yerlerden buldukları kovalarla sular taşıyor fakat bu bir çare olmuyordu. İçeride bir kişi kaldığını duydum. Yüreğimden bir kuş uçup gecenin içinde kayboldu. İleri atıldım. Ne yapabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu ama bir şeyler yapmak zorundaydım. Kovalardan birini kapıp başımdan aşağı döktüm ve girişe yaklaşmaya çalıştım. Kapıya ulaştığımda içeride alevli bir şeyler yıkılıp girişi kapatırken bir patlamanın şiddeti de beni tekrar geriye savurdu. Yere sırtüstü düşerken dünyanın kızıl bir denizin içine battığını sandım. İçeriye girmenin bir yolu yoktu. Yüreğimden çıkıp giden kuşu aklımın zerrelerinden fırlayıp kaçan kelebekler takip etti. Sonra yine zaman karıştı.
Sabah vaktiydi yanımda siyahi bir kız vardı herhalde ekibimden olmalıydı fakat dakikaları şaşıran aklım suretleri de silmeye başlamıştı. Onunla birlikte kız kardeşim de bizimleydi. Tek katlı, beyaz sıvaları ve düz bir damı olan bir binanın avlusunda saklanıyorduk. Neden saklanıyorduk? O anda yine her şey karmaşıktı. Sessiz olmaya çalışıyorduk. Avlunun üstü sarmaşıklarla örtülüydü bu sayede gölgeler kıpırdanıyordu çevremizde. Sırtım evin avluya bakan pencerelerinden birine yaslanmıştı. İçerisi karanlıktı ama temiz diye düşünmüştüm tehlike o tarafta değildi. Avlu ve sonrasında bahçe karşımda ileri doğru uzanıyordu. Sol tarafta bir kanepe eskimiş hatta biraz çürümüştü. Hala yaşayan bir yer olduğunda burada oturup çay keyfi yapmak herhalde çok rahatlatıcı olmalıydı. Kanepenin kumaşında eskiden mavi olduğunu düşündüğüm kocaman çiçek desenleri geniş kahverengi lekeler ve kirle kaplanmıştı. Kanepeyle duvarın arasında kıpırdanan bir şey bir anda korkmama neden oldu. Daha dikkatli bakınca gölgeler arasında bir çift gözle karşılaştım. Bu orada ne zamandır saklandığını anlayamadığım küçücük bir çocuktu. Korkuyordu ve sesi çıkmıyordu. Dört veya beş yaşında siyahi bir çocuktu. Çok zayıf kalmıştı. Gidip onu kucağıma aldım. Çok hafifti. Buraya nasıl gelmişti ailesi neredeydi bilemiyordum. Kollarıyla boynuma sıkıca sarılışı korkusunun derinliğini ifade ediyordu. Onu da yanımıza alıp dikkatlice bahçenin ilerisine gitmeye başladık. Orada bir kapıdan dışarıya çıkabileceğimizi düşünüyorduk.
Avluda bir sürü eşya daha vardı. Hepsinin merkezinde de kenarları hala sağlam olan bir kuyu duruyordu. Fakat kovayı taşıyan ahşap mekanizması parçalanmış birazı içeriye birazı dışarıya düşmüştü. Kuyuda hala taze su olabilir mi bilmiyorduk fakat oradan uzak durmamız gerektiğini biliyorduk. Böyle hikayelerde kuyulardan iyi şeyler çıkmazdı. Bisikletler, sehpalar, çeşit çeşit variller ve daha bir çok cisim etrafta saçılmış duruyordu. Üzerleri yosun ve sarmaşık kaplıydı. Ne zamandır öyle durduklarını tahmin edemedim. İleriye gittiğimizde herhangi bir kapı olmadığını gördük. Tel örgü vardı ve üzeri yine arka tarafını göremeyecek kadar sarmaşıklar ve yapraklarla kaplıydı. Hemen köşede bir masa vardı. Üzerinde bilgisayar gibi bir şey çalışır durumdaydı. Bir anda korkmuştuk çünkü başında bir adam bize arkası dönük şekilde oturmuş ekrana bakıp önündeki bir çok tuşa basıyor ve arada bir kenarda duran cihazla mors alfabesiyle bir şeyler yazıp duruyordu. Yardım çağırmaya çalışıyor diye düşündüm. Yanında bir kanepe vardı. Biz yaklaşırken adam bir kadınla kavga edip onun cansız bir şekilde yığılmasına sebep olmuştu ve kadın şimdi o deri kaplı kanepede duruyordu. Kucağımdaki çocuk onu görünce ağlamaya başladı. Ablasıymış. Ne yapacağımı şaşırdım. Çocuğa onun ablası olmadığını söyledim. Yanımdaki siyahi kızı gösterip unutmuşsun bak ablan burada dedim. Kızın kucağına verdim çocuğu. Kız da şaşırdı ama bir şey demedi. Şuan yapabileceğimiz bir şey yoktu.
Sonra bütün bu olanlardan daha tuhaf bir şey vuku buldu. Garip hafızam yüzünden bu duruma hazırlıksız yakalanıp paniğe kapılsam da yanımdakiler bir an bile şaşırmamış hatta bunu bekliyor gibiydi. Kanepedeki kadın aniden gözlerini açıp canlandı. Biz hala sessiz durmaya çalışıyorduk. Fakat az daha korkudan yüreğime iniyordu. Sonra anladım. Bulduğumuz iskeletin taşıdığı hastalık buydu. Önce depo ve laboratuvarda bulaşıp karmaşa yaratmış ardından da çevreye yayılmıştı. Ekibimden geriye başka kim kaldığını bilmiyordum. Civardaki bir köydeydik ve burası bile enfekte olmuştu. Bulaşan kişiler önce saldırganlaşıyor vahşileşiyor ve öldüklerinde bir zombi olarak geri geliyordu. Zombi önce hemen yanı başındaki adama saldırdı. Onunla boğuşması bittiğinde gözleri bizi buldu. Bize doğru gelmeye başladı. Her şey o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki ne adama yardım etmeye yetişebilmiş ne de ondan saklanacak fırsatı bulabilmiştik. Kızlar dövüş yeteneğine sahipti ellerinde nereden bulduklarını bilmediğim levyeler vardı. Zombi kadınla dövüşüp onu durdurmaya çalışırlarken ben de çocuğu korumaya çalıştım. Sonra zamanı yine şaşırdım.
Bu sefer tellerden dışarı çıkmıştık kayalıklar vardı ve aşağısı denizdi. Denizde bir gemi vardı. Kurtulanları almak için gelmiş olmalıydı ama gitmek üzereydi. Ona ulaşmaya çalışırken de uyandım.
Not: Bu bir rüya yazısı :) Artık gelenek oldu :D Olaylar olduğu gibi rüyadan. Cümlelerimi anlatırken biraz süsledim sadece :) S..
Arabanın camından dışarı bakarken birkaç günlük düzensiz uykunun getirisiyle uyuyakalmıştım. En son hatırladığım şey birbirini kovalayan ağaç görüntülerinin arasında mavi denizin ince bir çizgi halindeki siluetiydi. Gözlerim kapanırken uykunun şakaklarımdan yanaklarıma doğru karıncalanarak dolaştığını hissetmiş fakat kıpırdayıp kendime gelecek gücü bulamamıştım. Virajla dolu uçurumlu yolun tehditkarlığı bile zihnime tesir edemez durumdaydı. Havada incir sıcağı vardı. Ne diyorlardı? Eyembuhur Eyyamı bahur... Şiir gibi bu kelimeler. Pastoral şiir. Pastoral bir yaz sıcağı renkler de pastel tonlarındayken... Araba durduğunda yerimden sıçrayarak uyanmıştım. Sarsıntı çok olduğundan değil bu. Gündüz uyurken korkardım eskiden beri. Ufak bir ses bile sıçratarak uyandırırdı. Görüşümü odaklamak ve başımın dönmesini durdurmak için birkaç saniye sessizce bekledim. Sonra yine arabanın camından dışarıya baktım.
Bir kasabanın geniş bir caddesinde esrarengiz antikalar satan bir dükkanın önündeydik. Yol ilginç bir şekilde asfalt değil topraktandı. Kurumuş otlardan oluşan bir bitki yumağı rüzgarla geniş yol boyunca yuvarlanıyordu. Etrafta şimdilik başka bir araç veya insan yoktu. İleride bir binanın önünde birkaç bağlı atın durduğunu gördüm. Durdukları yerde toprağı eşeliyor ve onlar için bırakılan suyu içiyorlardı. Nereye gelmiştik ki böyle? Bunu sormak için arkamı döndüğümde araçta benden başka kimse olmadığını gördüm. Garip bir korku bir anlığına içimi sardı. Havadan yayılan tuhaf gerilim hissi panikle araçtan dışarı çıkmamı sağladı. Sonra onları dükkanın içinde antikaları incelerken gördüm. Ve tehlike çanları çalan zihnim o an sakinleşti. Bana bakıp el salladıklarında gergin yüz ifademi garip bir gülümsemeyle değiştirmeye çalıştım. Ama gülümsemekten çok elektrik çarpmış gibi göründüğümden eminim. Onlara doğru ilerlerken yine çevreye göz attım. Sarı güneş bunaltıcıydı. Binaların yüzeyinden, camlardan ve tozlu yoldan yansıyan her ışık zerresi can yakıyordu. Gözlerim sarı ve beyaz bir hare ile baş etmek zorundaydı.
Bütün cadde boyunca ilginç ve görülmeye değer tek yer bu dükkan gibi duruyordu. Esrarengiz ve daha önce görülmemiş birçok nesne dükkanın içinde tavandan bile sarkar durumdaydı. Dükkanın dışı da bundan geri kalmıyordu. Onca tuhaf şeyin içinde benim dikkatimi çekense bir gramofon oldu. Kapının hemen dışında alçak bir etajerin üzerindeydi. Bu tuhaf nesnelerin arasında garip kalacak derecede normaldi. Yanında bir yığın taş plak duruyordu. Bir tanesi ise üzerine takılı ve çalmaya hazırdı. Gidip açma tuşuna dokunurken ne yaptığımın farkında değildim. Bunu yapmak çok doğal ve olması gereken bir şey gibiydi. Müzik çalmaya başlayana kadar etrafın korkunç sessizliğini fark etmemiştim. Ne bir kuş sesi vardı ne de esen rüzgardan başka bir uğultu. Şimdi ise müzik bu sessizliğin ardından oldukça ürkütücüydü. Sanki gramofonu duyan bir canavar bir köşeden fırlayıp gelebilirmiş gibi tedirginlikle ardımdan duyabileceğim bir ses aradım ama hiçbir şey yoktu. Kendime saçmaladığım için tebrikler sunup dükkanın içindeki iki arkadaşıma seslendim. Burada yeterince oyalanmıştık ve artık gitsek iyi olacaktı.
Mari yanıma geldiğinde "Biraz dinlenmek için sen uyurken ana yoldan ayrılıp bu kasabaya geldik. Bu şekilde devam edemeyiz. Hepimizin uyumaya ihtiyacı var. Satıcı yakınlarda bir otelin adresini verdi oraya bakalım." dedi. Buna itiraz edemezdim. İşimiz tehlikeliydi ve zihnimizin açık olması çok önemliydi. Kei de yanımıza gelince kızların ikisine de bu geceyi kasabada geçirmenin iyi fikir olduğunu söyledim. Sonra arabaya binip oteli bulmak üzere yola koyulduk. Oradan ayrılırken satıcı gramofonu kapatmıştı ve etraf yine ölümcül bir sessizlikle kaplanmıştı. Uzaklaşırken satıcının gözlerini kırpmadan bana bakıyor olduğu dikkatimi çekmiş ve rahatsızlık duymama sebep olmuştu. Asık yüzlü ve küçücük yuvarlak simsiyah gözlere sahip adam kıpırdamadan öylece dükkanın dışında duruyordu. Arabanın camından bakarken gittikçe uzaklaşan görüntüsü eski bir evin bodrumunda saklı, eski ve korkunç bir fotoğraf gibiydi. Onun söylediği adrese gerçekten gitmeli miyiz diye düşündüm. Öyle bir atmosferi vardı ki söylediği veya yaptığı hiçbir şey hayra alamet değil gibiydi. Kızlar saçmaladığımı düşündü. "Uykusuzluk paranoyak olmana neden oluyor Lenu!" diye anlaşmışlar gibi aynı anda söylediler. Ben de sustum. Fakat içimde bir şüphe zihnimde de yine o tanıdık tehlike titreşimleri yankılanıyor, tüm dikkatimi yeniden toparlamaya çalışıyordum. Ve nihayet, öyle veya böyle sonunda uyuyabileceğimizi düşündüğümüz otele çok kısa sürede ulaşmayı başarmıştık.
S..
Not: Bu bir rüyalar dizisi ve kurgudan oluşan hikaye serisinin ilk bölümüdür :)
Duyuruyu deep çingudan olduğu gibi alıntılayacağım çünkü o çok güzel anlatmış :)
:
Duyanlar vardır, bir süre önce, müzik tarihinin The Beatles ile birlikte en önemli iki müzik grubundan biri olan The Pink Floyd'un gitaristi, şarkı sözü yazarı, hüzünlü bestecisi, yaralı ruhu Roger Waters güzel bir davranışta bulunmuştu.
En güzel Floyd ve Waters şarkılarından biri olan Another Brick in the Wall ( sadece duvarda bir tuğlasın) adlı efsane şarkısını bir Türk vakfına hediye etmişti, iki yıllığına. İzev'e. İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı). Bu şarkı bizim müzisyenler tarafından seslendirildi. Bu şarkı 10 milyon kez dinlenirse zihinsel engelliler için bir yaşam köyü kurulacak.
Şimdilik 2.5 milyon civarı dinleme oldu. Kötü tabii. Daha çok izlenmeli. Bunun için de duyurulmalı. Bunu bir mim gibi görelim. Bu videoyu duyuralım. herkes dinlesin ve çoğalsın sayı.
Bu güzelim önemli yazıyı biricik Mermaid düşündü. Eh, küçük deniz kızı, en sevdiğim çizgi filmdir, gelmiş geçmiş. Ondan sonra da Nemo geliyor tabii. Arielle de bayılırım.
Mermaid'in yazısının linkini veriyorum. Yazısını okuyun, şarkıyı dinleyin, isterseniz blogunuzda paylaşın. Zihinsel engelli arkadaşlarımız için küçük de olsa bir katkımız olsun.
"Işın kılıcım vardı." dedi Wren. Ellerini telaşlı ve beceriksizce bir kavuşturuyor bir tişörtünün etekleriyle oynuyordu. "Ama fırtınada kaybettim." Küçücük omuzları duyduğu kederle çökmüş görünüyordu. Gözleriyse yerdeki kaplumbağadaydı. Kaplumbağa kocaman sarı bir papatyayı ağır hareketlerle yere devirmiş şimdi üzerinden geçiyordu. Bir yandan içinde bulunduğu ana odaklanmaya çalışırken bir yandan da kaplumbağanın yaşını hesaplamaya çalıştı. Beş buçuk yaşında olabileceğini düşündü çünkü üzerindeki çizgiler öyle gösteriyordu. "Üzülme..." dedi arkadaşı Lenu. Fırtına uzun, sıkıcı ve yorucuydu. Bu dünyada fırtınasız bir gün yoktu. "Biz jedilar ışın kılıçlarımız olmadan da harikayız." diye ekledi. Wren ışıldayan gözlerini bu kez yerden ayırıp Lenu'nun yüzüne çevirdi. Sahiden de öyle mi diye düşündü. İkisi de onaylar şekilde kafalarını salladı. Bir yandan da gülmeye başlamışlardı.
Lenu kaplumbağayı yerden tek eliyle alıp diğer eliyle minik çimlerle birlikte toprağa yapışmış olan papatyayı düzeltti. Sonra da beraber konuşarak yürümeye devam ettiler. Kaplumbağa havada yürüdüğünü sanarak ayaklarını sallayıp duruyordu. Fırtınalı bir dünyaya göre bu gün güneş parlak ve sıcak, denizden gelen meltem serin ve tatlıydı. Karanlık ve kasvetli fırtına, içlerinde dolaşan Moa hayaletleriyle her an geri gelebilirdi ama şimdi tüm o korkunç yaratıkları unutmak için biraz zamanları vardı. Gölge bir yer bulduklarında kaplumbağayı orada bıraktılar böylece güzelce dinlenebilecekti. Yürüdükleri yol gittikçe alçalarak en sonunda ışıl ışıl bir nehre varıyordu. Oraya ulaştıklarında diğerlerini serin sularla oynarken buldular. Neşeli kahkahaları göklerde yankılanıyor, birbirlerine su fırlatarak eğleniyorlardı. Kimisi yüzmeyi ve sularla oynamayı tercih etmişken kimisi de ağaç altında dinlenip kitap okuyordu. Arkadaşlarına tek tek seslenip el salladılar. Hepsi de Moa hayaletleri yüzünden zaman zaman zor anlar yaşasa da içlerindeki ışıkla neşelerini korumayı başarmışlardı.
Wren, Lenu'nun da kendisi gibi neşeli olmayı başarsa da aklının bir köşesinde hayaletleri düşünmeden edemediğini biliyordu. Kendilerini ve dostlarını onlardan korumayı daima başarabilecekler miydi? Edişeliydiler. "Belki de fırsatını bulup vampir olmalıyız." dedi. Bu eskiden beri düşündükleri bir şeydi. Bir vampir hızlı, dayanıklı ve zeki olurdu. Moa hayaletleri bir vampir karşısında asla duramazdı. Üstelik vampirler katiyen yaşlanmazdı. Elbette bu da sorunlar getiriyordu beraberinde. Sürekli mekan değiştirerek yaşamak zahmetli olacaktı. Seksen yılda bir kimlik değiştirmek, yeniden üniversite okuyup güncel bir diploma sahibi olmak, yeni iş, yeni komşular... Oldukça zahmetli ve masraflı olacaktı. Gerçi yıllar boyu epey birikim de yapabilirlerdi. Bunu detaylıca konuşsalar iyi olacaktı. "Pekala," dedi Lenu sonra ellerini teslim oluyormuş gibi sallayıp devam etti "Aslında bir staj teklifi almıştım. Resmi olarak vampir olmadan önce bir eğitimden geçmek gerekiyormuş bu devirde. Vampir ehliyetini almadan önce iki yıl staj. Oldukça kapsamlı bir program. Eğer sen de onaylarsan buna kayıt yaptırırım sonra seni de almaları için görüşürüm. Şu kan içme meselesi konusunda tereddütlüydüm fakat staj bitinceye dek domates suyu içiliyormuş. Sonrasında ise domates suyu ile yaşabiliyorsan ona devam edebilirmişsin. Oldukça iyi ha?"
Wren bunları duyunca heyecanlanmıştı. Bir staj programı harika olurdu doğrusu. Hemen kabul etmesini söyledi. Masraflar ne olacak diye sordu. Yarasaya dönüşmeyi ne zaman öğretiyorlardı? "Artık o konuda geliştirmeler yapılmış yani herkes yarasa olmak zorunda değil. Mesela bir kedi sana daha uygun bir seçim olur gibi. Bu tercihine kalmış yani. Aylık dişçi masraflarını da karşılayacaklarını söylediler. Üç yılda bir sivri dişlerimizin değişimi oluyormuş." Bunlar oldukça iyiydi. Wren "Şimdiden birikim yapıp kendime bir tabut almalıyım o zaman. O önemli bir detay. Acaba meşe ağacı mı iyi olurdu yoksa çam mı?" diye sesli düşünürken Lenu "Aaa o rahatsız şeyleri artık kullanmıyorlar. Onlar cadılar bayramı için. Dekor olsun diye sonra alabiliriz. Ama Pufidik bir yatak şimdi daha iyi. Zaten vampir olunca asla uyuyamıyorsun bari sırt ağrısı çekmeyelim." dedi. Doğruydu aslında yani gereksiz masraf yapmamak lazımdı. Lenu "Bir ağaç alsan iyi olur." diye önerdi. Vampirlerin depresyona girince tırmanacakları bir ağaçları olması lazımdı bir de kediye kuşa dönüşürse sallanmak için işe yarardı. Wren "Hep bir yarasa olmak istiyordum. Ben yarasa olacağım bu yüzden ağaç iyi fikir." diye onayladı. Gerçi kedi olmak da fena fikir değildi. "Lenu sen kuş olursan ben kediyken seni yersem ne olacak?" diye sordu. İkisi de bunu düşünüp dehşet içinde kalmıştı. Lenu "Arkadaşını yiyemezsin jedi, delirdin mi?" diye çıkıştı çünkü epey korkutucu bir düşünceydi bu. Bu konuda dikkatli davransalar iyi olurdu.
Güç bizımle olsun diye düşündüler. Sonra da diğerlerinin üzerine doğru koşup su fırlatma oyununa katıldılar.
S.. Not:Ay bu da böyle günlük konuşmalar, bir rüya ve kurgu karışımı :)
Güneşi hatırlıyorum. Pencerenin önünde öylece durup sessizliği dinlerken güneşin tozlu camdan süzülüşünü ve gün batımının kollarımda bıraktığı sıcaklığı anımsıyorum. Dışarıda çinko kaplı çatıların her birisi de çirkin beton öbeklerinin arasında mücevher gibi parlıyordu. Kuşlar havanın kararacağının bilinciyle oradan oraya telaşlı kanat çırpıyor ve aşağıda evlerine dönmeden önce biraz daha oyun oynamaya çalışan çocukların üzerinden hızla uçup gidiyordu. O anı aklıma kaydetmek istemiştim. Ve işte şimdi birdenbire anımsadım. Sebebi yoktu. Okul koridoru bomboştu. Haftanın son dersi de bitmişti. Güneş batıyordu. Ve zamanın bir an için durup nefes aldığını hissetmiştim. Zaman nefes alıyordu. Varlığını kimsenin bilmediği tuhaf bir yaratık gibi etrafımızda dönüyor, kıpırdıyor ve bizimle beraber nefes alıyordu. Ve ben de güneşin zerreleri şeffaf kırılgan camı aşıp tenime çarpıyor ve etrafa saçılıyorken öylece durup dışarıyı izliyordum. O anı kaydediyordum. Hiçbir şey düşünmeden durduğum ve sadece bir an için dinlenmiş hissettiğim saçma ve küçücük bir andı. Başka bir zamanda başka bir yerde fakat aynı gün batımına denk gelirsem eğer o zamanki ben ve şimdiki ben ile kafamda bir karşılaştırma yaparım diye düşünmüştüm. Hislerim düşüncelerim algılarım aynı olacak mıydı gün batımı aynı olsa bile? Güneşin zerrelerini görebilecek miydim yine tenimden saçılırken? Bunu merak etmiştim. İnsanın aklı bazen farklı çalışmaya başlayabiliyor ve bir çocuğun aklı her zaman mümkün olandan biraz daha tuhaf çalışabilir. Herhalde öyle bir andı. Ve şuanda hiç gün batımı olmaksızın gece yarısını on iki geçe alakasız bir biçimde bunu anımsadım. Üzerinden on iki yıl geçmişken..
Selam blog. Uzun bir yazı ve uzun bir başlık olması beni de şaşırttı. Bir süredir yine kayıp olduğumun farkındayım. Başıma gelenler trajıkomik bir senaryo gibi. Bilirsin tuhaf olan şeyleri mıknatıs gibi çekiyorum. Müthiş bir miyazaki karakteri olabilirdim aslında.
Düşüncesiz ve egosu uzaya çıkmış birkaç insanla aramdaki ilişkilerde bir takım değişiklikler yaptım. Benim zaten yeterince sorunum, ulaşmaya çalıştığım hedeflerim var. Ve en önemlisi sevdiğim ve beni aynı şekilde seven insanlara daha çok zaman ve ilgi ayırmam gerek. Konuşmanın bir anlamı kalmadıysa konuşmak gereksiz. Zihnimi daha çok hak edenler için yorarım daha iyi. Dostluğun manasını çözememiş insanlarla dostluğunu sürdürmeye çalışmak bir noktadan sonra tek taraflı çabalarla insanı yoruyor blog buna devam etmenin bir manası yok. Onlar benim hayatımı cehenneme çevirmeyip kendi yoluna gitsin ben de onların hayatını cehenneme çevirmeyeyim böylesi daha iyi çünkü kötü biri değilim. Eğer isteseydim bunu dehşetli bir şekilde yapardım. Damarıma basmayı başaran bir iki kişi bunu bilir. Susuyorsam kendime olan saygımdan ve artık nefesimi tüketmeye bile değer görmediğimdendir. O yüzden ne diyordum? Geri dönüşüm kutusu şu tarafta zihnimi sizden arındırıyorum. Dünya sizin çevrenizde dönmüyor. İçinde bulunduğunuz hastalıklı ruhsal durumdan kurtulmanızı dilerim.
Insanları en iyi çok yakın olduğun anda tanıyorsun blog. Bu öyle fiziki bir yakınlık değil zira bu kötü örneklere ziyadesiyle inat bir şekilde kilometrelerce ötede ve yine hemen yanıbaşımda saf berrak ruhlarıylarıyla yıllardır kalbimde köklenen, yeşeren ve ruhumu aydınlatan nice dostlar da var. Çok şükür iyi ki varlar. Uzaktakiler veya yakındakiler fark etmeksizin ruhuma dokunmayı hep başarıyor ve dünyada iyiye, iyiliğe, dostluğa, güzelliğe ve mutluluk ile sevgiye ait olan tüm kavramları unutmama engel oluyorlar.
Başıma gelen ve kararlarımı almamda bana yol gösteren şeyse okul hayatımda yaşadığım diğer hastane olaylarından en kötüsüydü. Dönemin ortasında 2. sınavlarıma girmek üzereyken oturduğum yerde bacağımı kırdım. Tanımlama: sol femur şaft kırığı. Bravo bana evet. 2. sınavlara giremedim. Ales sınavına giremedim. Üzerine 2 hafta daha okula gelemedim. Bunlar olurken egosu kendi etrafında şişme bir yastık oluşturmuş ve dostum sandığım birileri ile son bir iletişim kurma çabamla birlikte konuşmanın mantıksız olduğu aydınlanmasını yaşayarak iletişimimi kestim. Aynı zamanda uzun zamandır nedensiz yere görüşmediğimiz eski dostlarla tekrar iletişim kurduk. Hayat tuhaf blog. Şöyle düşündüm ayağımı kırmaktan daha farklı ve daha korkunç bir şey de yaşamış olabilirdim. Okula bir süre ara vermekten daha korkunç bir şey.. Şuanda bunları yazamıyor olabilirdim. Işte bu düşünce beni kendime getirdi. Davranışlarım artık daha realist olmalı. Yaşadığımız her karanlık bizi daha da aydınlatmalı. Neyin önemli olduğunu anlamak bunu fark etmek... Işte mesele bu.
Neyse ki finallere yetiştim. Doktor kemiklerin birbirini tuttuğunu söyledi ve dikkat etmek şartıyla okula dönmeme izin verdi. Sınavlar iyi de geçti uzak kalmama rağmen ve o travmadan sonra. Olayı yaşadığımda bir yandan okulu, dönemi mahvettiğim düşüncesi öte yandan da acaba iyileşir miyim eskisi gibi olur muyum düşüncesi kafamda dönüp durdu ve iki gün aralıksız gözyaşı döktüm. Çabaladığım her şey ellerimden kayıyor gibiydi. Doktorların alçıya bile almadan "kıpırdamazsan iyilesirsin yürüyen biri olsan daha farklı müdahale ederdik" diyerek kafamda insanları nasıl ayırıyorlar bu nasıl korkunç bir şey düşüncesiyle eve göndermesi de ayrı bir travmaydı benim için. Neyse ki arkadaşlarım ailem yanımdaydı. Her gün 2. sınavlarda neler sorulduğu derslerde neler işlendiği hakkında beni hep haberdar ettiler. Telefondan bana ders anlattılar. Finallere ve bütünlemelere hazırlanmamı sağladılar. Ödevim için müzede benim yerime rampaların eğimini ölçtüler. Haklarını ödeyemem.
Dün finaller bitti. Ödevleri teslim ettik. Gökhan hoca beni arayıp en begendiği ödevin benimki olduğunu söyledi inanılmaz mutlu oldum yapabilseydim zıplayıp dans ederdim moralim yerine geldi. Aslında inanılmaz bir şey yapmadım bir şey icat etmedim çok küçük bir şey başardım bir şeyi doğru yapmak için elimden geleni yaptım hepsi bu ama işte bir seyi kendimce iyi bir sekilde yaptığımı bilmek ve saygı duyduğum sevdiğim bir hoca tarafından takdir edilmek inanılmaz mutlu edici bir şey.
İşte bu da ödevim poster sunum denemesi :)
Bu gün uyanırken derse geç kaldığımı sanarak panikle uyandım. Tatile alışmak zor olacak. Okuldan uzak kalmayı pek sevmiyorum, biliyorum bu tuhaf :) Tatil planımda ingilizce çalışmak, daha çok blog yazmak, daha çok kitap okumak, yazdığım kitabı bir kez daha düzenlemek ve yayıma hazır hale getirmek, daha çok resim çizmek, tamamen iyileşince Manavgata yakın antik yerleri gezmek, ve daha birkaç sey daha var.
Hayatı sorun yumağı haline getirmek ve bununla boğuşmak için pek uzun ömürlü varlıklar değiliz. Hayatı olabildiğince güzel yaşamalı hem kendimizi hem sevdiklerimizi bu doğrultuda yönlendirmeli ruhlarımızı arındırmalıyız blog. Gökyüzüne daha çok bakmalıyız.
Öyle işte. Konuştum konuştum şimdi gidip bir kahve içeceğim. Bol köpüklü. Belki fal da uydururum. Biraz da gumball izlerim belki. Ağrım olmazsa da vahşi doğada biraz gezmeye çıkarız kızlarla. Odamdan dışarısı biraz vahşi doğa gibi yabani geliyor dalga geçiyoruz. Denizi görmek de güzel olur belki yarın.
Biliyorsun ben hiçbir zaman sana tam olarak veda edemedim. Aslında veda etmek kimin umurunda ki? Ben hiçbir zaman senin gitmeni kabul etmedim Lavi. Gördüğüm ufacık bir şey öğrendiğim ufacık bir şey ve gittiğim ufak bir yer bana bir şekilde seni hatırlatıyor. Öğrendiğim birçok şeyi sana da anlatmak isterdim, bir çok şeyi de senin bana öğretmeni. Gittiğim yerlere seninle gitmeyi dilerdim. Saçma sapan şeyler için ağladığımda sırtımı tıpışlayıp yarın geçecek demeni isterdim. Geçmese de. Eminim sen söyleseydin geçerdi. En çok da mavi deniz bana seni hatırlatıyor. Bir gün bir korsan gemimiz olacağına söz vermiştin. Gemilere bu yüzden bu kadar ilgim. Teoman'ı seninle bu kadar sevdim belki de. Biliyor musun sesi neredeyse hala aynı ve bence o bir vampir çünkü çok yavaş yaşlanıyor. Eminim bunu sen de onaylardın. Sen yaşlandığında nasıl görünürdün merak ediyorum.
Senin için bir çiçek almıştım. Yine biliyorsun ki ben kaktüsten başka bir bitki yetiştiremiyorum. Bütün yaprakları daha şimdiden döküldü. Araştırma yaptık yanlış yapmışım. Toprakla boğmuşum bitkiyi. Halbuki iyi beslensin istemiştim. Bilirsin insan iyi bir şey yapmaya çalışırken böyle kötü sonuçlar elde edebiliyor. Belki hala yaşatabilirim. Nasıl mavi açmasını sağlayacağımızı da öğrendik arkadaşımla. Belki mavi açar. Seversin.
Bu gün tam yirmi yıl oluyor. Senin bana benim de sana küstüğüm sonra da ikimizin birbirimizi affettiğimiz koskoca bir yirmi yıl. Onca şeyden sonra ruhum çimenle kaplı kocaman bir tepenin ortasında öylece duruyor. Havada süzülen bulutları, uzaklarda uçan M şeklindeki kuşları ve rüzgarda salınan çiçekleri seyrediyorum. Kirpiklerim onlar kadar çiğ kaplı. Merak ediyorum ruhumun kırılmaktan ne zaman tükeneceğini. Sanki oyunda hile yapmışım ve sonsuz can kazanmışım gibi kırılsam da tükenmiyorum. İşte tüm bunları ve daha fazlasını seninle saatlerce tartışmamız gerekirdi. Varlığımın sonuçlarını aklım kestiremiyor. Zaman içinde bir kırılmaya sebep oluyorum gibi hissediyorum bazen. Mevcudiyetimin yarattığı kaos, kader çizgime değen tüm kader çizgilerini etkiliyor ve bunun sonuçlarını algılayamıyorum. Dilerim iyi sonuçlara sebep oluyorumdur. Bir gün her şeyin sonu nereye varacak bilmiyorum. Umarım sen güzel bir yere varmışsındır. Yirmi yıl önce o gün peşinden gelmeye çalışan ruhum üç kez geri gönderilmeseydi neler farklı olurdu merak ediyorum. Fazladan bir ömrü yaşayan kayıp bir ruh gibiyim kendi kayıp ruhunu arayan. Bu nedenle çektiğim her acıyı ve her üzüntüyü aldığım nefeslerin bedeli olarak görüp katlanıyorum. Belki de bu yüzden insanlar hep benim güçlü yanlarımı görüp daima mutlu olmayı başardığımı söylüyor. Çoğu zaman gerçekten de öyle oluyorum. Sen bana ışık olduğumu söylemiştin. Işık gibi durmadan yoluma devam etmem gerektiğini, cesur olmamı söylemiştin. Var olmanın bile başlı başına harika olduğunu da söylerdin eminim.
İnsanlar onlara iyi gelen bir yanım olduğunu söylüyor hep. Böyle söylediklerinde hala senin izinden gittiğime ikna oluyorum. Çünkü bazen o kadar karanlık oluyor ki her şey, hiçbir şey göremiyorum, kayboluyorum. Bana iyi gelen ruhlara sahip insanlar çevremi aydınlatıyor. Bazen onların beni bulmasını senin sağladığını düşünüyorum. Kulaklarına fısıldayıp o gün yollarını değiştirip sanki benimle karşılaşmalarını, tanışmalarını sağlıyorsun gibi. Hepsi birer mucize benim için. Hepsi birer sihir.
Bu gün senin için daha çok gülümseyeceğim. Senin için gökyüzüne bakacağım. Senin için şarkı söyleyeceğim Lavi. Benimle birlikte şarkı söylemeye devam edeceksin. Adımlarım adımların olmaya devam edecek. Havada, suda ve gökyüzünde sesini işitmeye devam edeceğim ne söylediğini hiç anlamasam da. Şiir gibi yaşamaya ve kabuslarımdan masallar yaratmaya devam edeceğim. Bu ağaçlar, denizler ve çakıl taşlarıyla dolu tuhaf dünyada, bazen yorulsam da, senin izinden yoluma devam edip kabuslarımdan fırlayan tüm canavarlarla savaşacağım. Söz veriyorum.
Seninle konuşmayalı hayli uzun zaman oldu. Winnie the pooh ve pudinglerden başlayıp hayaller ve kitaplarla devam eden sohbetlerimizi özledim. İkimizin de zamandan yana bunca talihsiz olmamız şaşılacak şey. Son zamanlarda senin de epey karmaşa içinde olduğunu hissediyorum. Ruh ikizi olmak insana garip psişik güçler kazandırıyor. Biliyorum ki bu günlerde gökyüzüne daha çok bakıyorsun ve her sabah derin bir nefes alıyorsun maviden. Baharın gelişini benim kadar ağlak gözlerle izlediğinden eminim. Bunların bir kısmı iç burkulmasından olsa da bir kısmı muhakkak mutluluk gözyaşı olmalı çünkü yaz geliyor ve kışın esareti bitiyor minik Çalıkuşu. İkimizin de evlerimize dönüşümüz yaklaşıyor. Nisana bir gün kala duygusallığımın zirvesinde olduğumu tahmin ediyorsundur. Epey yaşlandım. Burada içten bir kahkaha attığını duyar gibiyim. Öyle garip garip bakmasan daha iyi tabii. Şaka yapmıyorum. Tamam ben de gülüyor olabilirim.
Sana bahsedecek çok fazla şey birikti. Varlığını her an hissetsem de, şuanda gerçekten de yanı başımda olmanı dilerdim. Her zamanki gibi insanları anlayamama sorunum devam ediyor. Benim düşünme ve davranış tarzım çevremdeki herkes için bir uzaylıymışım izlenimi veriyor olmalı. Hiçbir zaman diğerlerinin normal dediği insan sınıflamasına dahil olmayacağım ve böyle bir niyetim de yok. Ben şiir gibi yaşamaktan memnunum bilirsin beni tanırsın sen. Dostum arkadaşım kardeşim dediğim insanları fark etmeden bunaltıyor olmalıyım. Bu nedenle son zamanlarda herkesten bir adım uzak durmaya karar verdim. Herkesin sen ve Çakıltaşı kadar içten bir samimiyetle tüm manyaklığıma rağmen uzaylı olmamı yadırgamadan yanımda olmayı başaracağını zannetmekle şayanı takdir bir deliliğin zirvesinde yaşıyorum. Bu cümleyi de bir seferde yazmayı nasıl başardığımı bilmiyorum. Herkesi aynı sanıp herkese aynı davranmakla hata ediyor olmalıyım. Fakat başta da dedim ya bütün sorun herkes gibi düşünmüyor olmamda. Ama herkesin beni herkes gibi düşünen biri sanması da daha garip tabi. Neyse geçelim bunları. Kafan karıştı değil mi? Bazen bana da oluyor. Neyse ki kader çizgim bunca tuhaflığın arasında birkaç nadir ve güzel insanın kader çizgisiyle kesişmeyi başarabilmiş. Bir uzaylı topluluğu kurup hepimizi kurtarmalıyım bence.
Bu arada sınav döneminin ortasındayım. İlk sınavım berbat geçti. Bizans sanatı. İkonografi konusunda iyi olsam da yapıların isimlerini birbirine karıştırarak müthiş bir iş başardım. Sanırım 10 alacağım. Bir sıfır eksik değil, sen sormadan söyleyeyim. 0 olmamasının nedeni de 0 verilemiyor olması. Ne kadar da harika değil mi? Onun dışında şimdilik sınavlar iyi gidiyor. Eğer herhangi bir hata yapmadıysam nekropol ve hellenistik yontu derslerinden gerçekten de 100 bekliyorum. Bir sıfır fazla değil. Yine göz kırptığını görebiliyor gibiyim dostum. Söz verdiğim gibi çabalıyorum. Bu ışığın parlamaya devam edebilmesi için kosmosa güzel mesajlar gönder benim için olur mu? Birbirimize söz verdiğimiz gibi Ales'e başvurmuş olmamız harika. Umarım sen sınava çalışmak konusunda benden daha iyisindir çünkü ben hala tek bir soru çözmedim. Ve beynimin arka odalarında çalıp duran metal parçalardan biri de bunun yüzünden olmalı. Zaman azalıyor. Kronosla aramın iyi olmadığını bilirsin.
Ders çalışmaktan yazmaya fırsat bulamamak canımı sıkıyor. Neler planladığımı biliyorsun ve bunlar hakkında artık bir şeyler yapmalı mıyım emin olamıyorum. Bir noktadan sonra hevesim kalmıyor. Sonra senin beni azarladığını hayal ediyorum. Saçmalama Sesszigemi diyorsun kafamın içinde. Kafama terlik fırlatmışsın gibi kendime geliyorum. Birlikte kurduğumuz hayalleri kendi elimle yıkacak değilim. Kendi adıma vazgeçsem de senin için vazgeçemem. Birisi kitapların okunmak için zamanı vardır demişti kim olduğunu hatırlamıyorum. Diyordu ki bir kitap sadece o istediğinde okunur vakti geldiğinde. Herhalde yazmak da buna benziyor. Kafam karıştığında hep Çalıkuşu ve Çakıltaşı olsa o ikisi ne yapardı diye düşünüyorum ve ona göre davranıyorum. Kararsız kaldığım veya korktuğum konuları ikinizle tartışıyorum zihnimde. İyi oluyor kendime geliyorum. Çakıltaşının yaptığı gibi insanları gözlemliyorum. Yazmak konusunda ilham verici detaylar yakalıyorum. Çevremdeki insanları hikayelerimde karakterlere dönüştürüyorum. Ne kadar başarılı ne kadar başarısız bunu bilemeyeceğim. Eskisi gibi kabuslar yine ilham kaynağım. Tanrım hepsinden de ne güzel filmler olurdu. Ama benim gibi henüz yazar aday adayı olma konusunda bile çok başarılı olmayan bir insanın eline düştükleri için kendi talihsizliklerine gülsünler. Elimden geleni yapıyorum dostum gerçekten.
Ah bir de bu aralar yeniden çiziyorum. Yazılarım için çizdiklerimi görmüştün. Bir süredir de çevremde değer verdiğim insanları çizmeye çalışıyorum. Bazısı korkunç oldu. Sanırım ben fantastik yaratıklar çizmek konusunda daha iyiyim. Çünkü onlar gerçekte yok ve nasıl çizersen çiz saçma durmuyorlar. Seni ve Çakıltaşını da çizeceğim. Ama nasıl bir şey olacağı konusunda bir şey söyleyemem. Hatta size hiç göstermesem daha iyi bile olabilir hayal kırıklığına uğratmak istemem.
Senin için her gün bir fotoğraf çekiyorum. Hoşuma giden bir ağaç, gökyüzü, bir çiçek... Aklına ne gelirse. İstiyorum ki o anda dikkatimi çeken şeyleri sen de gör. Uzakta olsan da ortak anılarımız olmaya devam etsin çocukluk arkadaşım Çalıkuşum benim. Bunları biriktirmek ve topluca göndermek yerine o anda çektikçe sana göndereceğim bundan sonra. Toplu gönderince çıldırmandan korkuyorum her defasında :D Belki de benden bıkabilirsin diye korkmalıyım fakat ikimiz de birbirimizi iyi tanıyoruz öyle değil mi? Garipliklerimi hoş karşılayan bir ruh kardeşim olduğu için ne kadar şanslı olduğumun farkındayım. Hadi daha çok gülümse. Burada deli gibi kendi kendime yazdığımın farkındayım elbette ama okuyacağını biliyorum. O zaman şimdi kendine bir kakaolu puding ısmarla ve nisanı kutlamaya başla olur mu? Çünkü ben gerçekten de epey yaşlandım ve nisan zaten kötü birkaç anıyla doluyken bir yaş daha eskitmemin yasını tutmak yerine neşelenmek istiyorum. Dostum çevremdekilerin çoğusunun ablası yaşındayım bazısı bana yakında teyze falan demeye başlayacak diye korkuyorum. Bir tanesi bana abla demeye kalktı da gözüm döndü resmen sonrasını hatırlamıyorum. Şaka tabi. Dövmedim canım o kadar da değil. Kıyamam ki hepsi benim yavru ördeklerim ahhahaha :D Tamam grip ve ders çalışmaktan kafayı yediğim doğru. Gidiyorum şimdi. Sana ses kaydı falan atıp biraz da öyle uğraşayım :D
"Birer birer..." dedi etrafımda yürürken alçak sesle ve gözleri kapalı halde. Karmakarışık örgüler ve renkli boncuklarla dolu dağınık gri saçlarının arasından sarkarken daha önce mavi olduğunu hatırladığım bir kuş tüyünün şimdi kızıla dönmüş olduğunu fark ettim. Bu artık şaşırma seviyemin oldukça altında kalan bir durumdu. Çünkü onun çevresinde benim gibi bir yıl kadar kısa olsa da zaman geçirmiş olan herhangi bir insan aklını kaybetmesine yetebilecek kadar çok tuhaflık hatta korkunçlukla yaşamayı çoktan öğrenmiş olurdu. Gri saçlarına rağmen cildi benimkinden daha canlı ve çok az kırışıklığa sahipti fakat benden 323 yıl daha erken doğmuştu. Başını çevirmesinden usulca attığı adımlara kadar her hareketiyle birlikte ruhundan yayılan güçlü aura çevresinde sarsıcı bir etki yaratıyordu. Yine gözleri kapalı olduğu halde beni gördüğünü belirtir şekilde başını bana çevirince yüreğimde tanıdık tedirgin kıpırtılar hissettim. Sesiyle üzerine çekilen bakışlarımı ondan ayırıp önüme döndüm ve yaptığım işe odaklanmaya çalışırken "Her bir teli birer birer bağlaman gerek. Ve sözcükler Lily, sözcükleri sakın unutma." diye sayısını anımsamadığım tekrarlardan birini daha yaptı. Zaten gergin olan zihnim ve konsantrasyonum o etrafımda dolaşıp bana kapalı göz kapaklarının ardından bakarken tıpkı cam bir kürenin yere düşmesi gibi çatırtılar çıkartarak dağılıyordu. Onu sinirlendirecek bir şey yapmak yaptığım şeyin kontrolden çıkmasından daha korku vericiydi. Ama biraz daha odaklanmayı başaramazsam en iyi ihtimale ellerimin arasında beni yutacak olan bir asit küresi yaratırdım. En kötü ihtimalle de dünyanın sonunu getirirdim. Aslında bu çok da kötü bir ihtimal olmayabilirdi. Dünyanın benim için bir kıymeti yoktu.
Üzerine kendi kanımla tılsımlar yazdığım iki dal parçasını çarpı şeklinde bir araya getirmiştim. Sırada onları birbirine sabitlemek için artık soluk almayan yedi insandan aldığım saç tellerini birer birer bağlamam gerekiyordu. Ölümleriyle birlikte duydukları dehşetle toprağa düşen gözyaşları beyhude geçip gitmeyecekti. Ve tabii sözcükler unutulmamalıydı. Yedi insanın ruhu böylece oluşturduğum nesneye ve benim emrime bağlı olacaktı. Fakat ben etrafımda yanan mumların titreşimini hissederken ve yaşlı kadın sinirlerimi geren bir şekilde yürümeye devam ederken tılsımı doğru yapıp yapmadığımı bile algılayamıyordum.
Açık pencerenin ötesinden gecenin yaratıklarının sesleri duyuluyordu. Bütün gece böcekleri sanki hep beraber çığlık atar gibi bir koroya başlamış, rüzgar verandadaki çanı ısrarla ve aynı ritimle çalmaya başlamıştı. Mumlarla aydınlanan loş oda her yerden akmış mum artıklarıyla doluydu. Onların temizlenmemesinin nedeni kullanıldıkları tılsımın enerjisini taşımalarındandı. Dokunmamak gerekiyordu. İçeriye esen rüzgar her yerden sarkan eskimiş kumaşları dans ettiriyor, gölgeleri ürkünç varlıklar gibi duvarlarda ve döşeme üzerinde geziniyordu.
Son saç telini de sarıp bağladığımda başımı kaldırıp sunağın ardındaki duvarda sabitlenmiş nesneye baktım. Bir kaya parçasından şekillendirilmiş göz kapağı kapalı duran tek bir göz yontusu odadaki sıcak ışığa ve renklere rağmen soluk mavi gri halde karşımda duruyordu. Yaşlı kadın hala gözlerini açmamışken bir anda durup benden yana başını çevirmeden sadece dinlemeye başladı. Herhangi bir terslik olursa müdahale etmek için tetikte bekliyordu. Fakat böyle bir şey olursa onun bile bir şansı olur muydu bundan emin değildim. Şimdi rüzgar da durmuş bütün böcekler ise susmuştu. Artık bunu bitirmem gerekiyordu.
Taştan göze odaklanıp "Arghelas, çağrımı işit ve cevap ver..." dedim. İlkin pek bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Elimdeki nesneye bakıp bir yerde yanlış yapıp yapmadığımı düşündüm. Tam o sırada onun varlığını tüm odada hissettim. Bütün mumlar bir anda söndü. Buna rağmen gölgeler büyüyüp etrafımı kuşattı. Oturduğum zeminin altından gölgeden oluşan eller uzanıp bedenimi çekiştirmeye başladı. Ve Taştan göz ağır bir uykudan uyanır gibi açılıp bakışlarıma kenetlendi. Gözün içinden mavi ışıklar sızıyor ve kendimi uzay boşluğuna bakar gibi hissediyordum. İçinde bir evren dolusu kozmik nesne eğilip bükülüyor, dönüyor ve görünüp kayboluyordu. Elimdeki nesne acı verici halde avucuma yapışıp yanmaya başladığında kımıldayamaz ve çığlık atamaz haldeydim. Çok geçmeden kemiğime dek bütün etimi yok edecek gibiyken aslında çektiğim acı dışında görünürde hiçbir şey olmuyordu. Yalnızca saf bir acı iliklerimde dolaşıp beynimdeki tüm hücreleri kavuruyor, tılsımım mor alevler saçarak gittikçe küçülüp küle dönüşüyordu. Yaptığım şeyin bedelini ödüyordum ve artık geri dönmek için çok geçti. Nesne avuçlarımın içinde eriyip yok olana dek ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Fakat beni zapt etmiş olan gölge eller üzerimden çekildiğinde nihayet yeniden nefes almaya ve hareket edebilmeye başlamıştım. Bununla birlikte müthiş bir titremeyle bütün kemiklerim sarsılıyordu.
Göz kapanıp ortalık sakinleşince karanlıkta bir süre daha kımıldamadan bekledim. Titreme nöbetim giderek azalıp bedenimi terk ettiğinde geriye hafif bir baş dönmesi kalmıştı. Herhangi bir yere bakmaya cesaretim yoktu. Sonra varlığını unuttuğum yaşlı kadın avuçlarında oluşturduğu bir ışık küresini ellerinin hareketiyle büyütüp odada hale şeklinde saçılan bir parlama yarattı. Bu sayede bütün mumlar tekrar yanmaya başladı. Dinlenmeme bile izin vermeden her zamanki aceleciliğiyle bana "Dene hadi!" diye emretti. Bunun üzerine derin bir soluk verip toparlandım ve ayağa kalkıp ona doğru döndüm. Sol avucumu ileriye uzatıp yukarıya çevirdim ve diğer avucumu da üzerine kapattım. Ardından ellerimin arasında tılsımdan bir kalkanın büyüdüğünü hayal ederek avuçlarımı birbirinden uzaklaştırdım. Ellerim birbirine manyetik bir güçle kenetlenmiş gibiydi. Ve hayal ettiğim kalkan karşımda oluşuyordu. Sonunda kendi mührümü tasarlamıştım. Ve dünya hala yerinde duruyordu. Mühre bağlı yedi insanın ruhu da gerektiğinde yardımıma koşmak ve mührü canlı tutmak için etrafımda gezinen kölelerim haline dönüşmüştü. İstediğim zaman onları görünür hale getirebilir istediğim zaman da gizleyebilirdim. Onların kim olduğuna gelince. Hepsini özenle seçmiştim. Hepsi de ellerinde hayatımda değer verdiğim insanların kanını taşıyor ve günahlarının bedeli olarak kalplerindeki bir zincirle mührüme bağlı duruyorlardı. Asla azat edilmeyecek ve ırmağı geçemeyeceklerdi. Bense onları peşinden sürükleyen bir gölge avcısı olacaktım.
Biliyor musun Lavi zaman zaman dibe vurup zor anlar yaşasam da ilerlemeye hep devam ettim ve ediyorum. Tıpkı sana söz verdiğim gibi. Hiçbir zaman geri adım atmadım ve bir kaplumbağa hızında bile olsam sana olan sözümü tutup yoluma devam ediyorum. Kayıp bir ruh olarak bile daima yanımda olmayı başardığın için kosmosun takdirini hak ediyorsun. Bir an için varlığını hissedemez olduğumda, kaybolduğumda seni yeniden buluyorum ve bana kalırsa bu hiçbir Hogwarts büyücüsünün gercekleştiremeyeceği bir sihir. İçinde bulunduğun frekans boyutunda bazen beni sinirlenerek bazen de gülümseyerek izlediğini biliyorum. Ve endişelenmediğini. Çünkü beni tanırsın. İyi bir burçta doğduğum su götürmez. Nisan benim için hep biraz buruk olsa da kiraz çiçeklerinin açışını senin için kutlamaya devam edeceğim. Bu küçük cılız ışık senin gölgenle parlamaya devam edecek. Sana söz verdiğim gibi.
Kuzgunlar ve hayaletler dans etmeye devam ederken,
Ve ufukta güneş hala doğabilecekken,
Bu soğuk ve yağmurla dolu dünyada hala adım atarken,
Tüm hücrelerim ölüyor gibi hissetsem de
Bana gülümsemeyi hatırlatmalısın.
Hadi gülümse Lavi...
Benimle birlikte...
Avuçlarımızdan kıvılcımlar yaratıp tüm bu çürümüş dünyayı yakarken,
Ve dans ederken yağmur altında,
Saçlarım ve yüzüm bulutlar aşkına sırılsıklamken!
Benimle kahkaha at çıldırmışçasına...
Bırakalım etrafımızdaki bütün gölgeler küle dönüşsün...
Not: Yukarıda paylaştığım şarkıyı dinlerken bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. Sözlerin alakası olmasa da duygu durumu beklediğim şekilde etkili bir ruhsal sarsıntı yaratıyor. Şuan ne dediğimi bilmiyor olabilirim evet :) Ama yazdığım şiir bir Damien Rice şarkısıymış gibi okumanızı isterim.