Öneri: Bu hikâyeyi okuduktan sonra, karanlıkta arkanızı kollayın…
Esin kaynağı: Bir rüya :)
Mahzen
Bölüm 6:
Sacred Classic_Plus -Main Menu Theme Song
“Nasıl? Ne gibi bir büyü,
bir şeyin ardında hiçbir iz bırakmadan yok olmasını sağlayabilir? Burada böyle
tuhaf şeylerin olduğunu duymuştum fakat hepsinin kulaktan dolma söylentiler
olduğunu düşünüyordum. Bu yaptığın büyüden de öte bir şey! Sen nesin böyle?
Normal bir insan ya da sıradan bir büyücü olmadığın kesin. Sende farklı bir
şeyler olduğunu sezinliyordum lakin bu kadarını beklemiyordum. Bu, daha önce
karşılaştığım büyücülerin hiç birinin hayalinde bile var olamazdı.
Sen nasıl bir yaratıksın
ha? Hiçbir iz bırakmadan kaybolan şeyler… Buna benzer şeyler yalnızca ‘Zaman
Lordları’ ile alakalı küf kokulu hikâyelerde anlatılırdı. Yoksa sen… Yo hayır,
o olman imkânsız! Bunun için fazla gençsin. Çok fazla güce sahipsin ama bunun
yanında bilgelikten eser yok! Tabi bazı şeyler görünenin tam aksi olabilir ve
bazı şeyler de göründüğü gibi olmak zorunda olabilir. Lakin yine de o olman
mümkün değil zira Yıldızların arasında sıradan bir insana yer yok...” Şaşkınca
kafasını sallarken ağzı bir karış açık halde, bir kulağımdan girip diğerinden
çıkan anlam veremediğim bir ton şey zırvalayan ve hayal kırıklığının en ağırını
yansıtan simsiyah gözlerinin ardındaki merakı gizlemeye çalışan Bıçakçı,
başının bir metre kadar yukarısında füzyon reaktörü kadar hızlı dönen altın
nesnenin farkında bile değildi.
Benimse tüm dikkatim altın
çembere yönelmişti. Neler olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Çemberin
içinde bir tür elektriklenme baş göstermişti. O kadar hızlı dönüyordu ki
ejderha gözünün kızıl ışığı ikinci bir halka gibi görünüyordu. Bıçakçı’nın
başının üzerinde son sürat dönen altın bir çember, çemberin çevresinde kırmızı
bir hale ve içindeki elektriklenmenin tam ortasında koyu bir gölge…
Aslında artık ona bileklik
veya çember denemezdi çünkü çok daha farklı bir şeye dönüşmüştü. Çevredeki
enerjiyi büyük bir hızla yuttuğunu sezinliyor, aynı zamanda o şeyle aramda
açıklayamadığım bir tür bağ olduğunu hissediyordum. Sanki canlı bir varlık
gibiydi; çevresindeki her şeyi yutmak ve yok etmek istediğini anlamıştım bir
şekilde. İyon topu, nebula… Ne olduklarını hatırlayamasam da bunlara benzer bir
şey diye düşünüyordum.
Bıçakçı şaşkınlığından
kurtulmuş, anlamsız zırvalamalarına son vermiş ve nihayetinde kendisinden bir
metre yukarıda olup bitenleri fark edebilmişti. Bense darmadağın olan
düşüncelerimin arasında, yeni bir saldırıya uğrama ihtimali yüzünden
paniklemiştim bir an için. Neyse ki düşmanım tekrar bıçak fırlatmaya
kalkışmadı. Belki de fırsatı olmadı zira üzerimden geçen panik dalgası ile
birlikte bir zamanlar bileklik olan o şey harekete geçmiş ve aslında neye
dönüştüğünü açıkça belli etmişti: aydınlığı yutan ve evrenin sahip olduğu bütün
karanlığın kaynağı olan karadeliklerin mutasyona uğramış bir şekliydi…
“Biliyordum!” Kısa bir
kahkahanın ardından devam etti Bıçakçı “Her şey yazıldığı gibi. Seni burada
bulacağımdan emindim, oysaki kimse inanmamıştı…” Artık onun aklını kaçırmış
olduğunu düşündüğümü söylememe gerek bile yok sanırım. “Kehanet şöyle der:
Sonsuzluğun geçidini avuçlarında taşıyan, büyük bir kargaşayla gösterecek
varlığını. Ay karanlığa yenilmeden hemen önce. Ve bir seçim yapması gerekecek:
insanlar ile Yıldızlar arasındaki savaşın kaderi bu seçimle belli olacak.
Seçimi kaybedenlerin sonu ise yalnızca, acı içinde, ölüm olacak!”
Karşımda çok önemli bir
şeyi açıklamanın ciddiyeti ile bana bakan düşmanım, herhangi bir tepki vermemi
bekliyor gibiydi. Fakat söylediklerinin benimle veya içinde bulunduğumuz
durumla ne alakası olduğunu anlayamamıştım. Muhtemelen kafamı karıştırabilmek
için böyle saçma şeylerden bahsediyordu.
“Tebrik ederim, gerçekten
etkileyiciydi,” dedim sesimdeki alaycılığa engel olamayarak ve devam ettim
“Fakat aklımı karıştırabilmek için bundan daha fazlasına ihtiyacın var Bıçakçı.
Buraya ne amaçla geldiğin zaten ortada. Farklı farklı açıklamalar yapmanın hiç
lüzumu yok. Bu, tepende son sürat dönen şey, sonsuzluğun geçidi falan değil alt
tarafı sıradan bir karadelik. Üstelik ben kargaşa çıkarmadım, siz kargaşayla
geldiniz. Hem de burada senin gibi bir büyücü veya cadının olduğunu bilerek ve
onu öldürmek amacıyla! Hakkında pek az şey duydum Bıçakçı ve duyduklarım yetti
de arttı. Sen, kendi çıkarların için kendi halkına ihanet edebilen aşağılık bir
hainsin. Sözlerin benim için hiçbir değer ifade etmiyor…” Bıçakçı’nın sözlerim
karşısında etkilenmeden kalabildiğini ve hatta gülümsediğini görmek konuşmayı
bırakmama neden olmuştu.
“Bitti mi?” Cevabımı
beklemeyi gerek görmeyen düşmanım hemen ardından devam etti. Zaten cevap
vermeye de niyetim yoktu. “Öyleyse bırak anlatayım,” şimdi bir öğretmen
edasıyla konuşuyordu “O işe yaramaz insan sürüsü bu bölgede kötü olayların
olmasına sebep olan kötü bir ruhu yok etmek için geldi. Bizim de onlarla
gelmemizin sebebi ise para ve rahat bırakılmaktı. Yani en azından hikayenin
bilinen kısmıyla o zavallılar öyle sanıyor. Kız kardeşimi ve diğerlerini buraya
gelmeleri için ikna eden bendim! İnsanlar ve Yıldızlar arasında yıllardır
süregelen büyük bir savaş var… İçimizden en yaşlı ve en bilge olanımız ölmeden
önce ardında çözülmesi gereken bu kehaneti bıraktı. O günden beri bütün
Yıldızlar savaşa son verecek olan, bizi kurtaracak ve insan egemenliğini yerle
bir edecek olan kişiyi arıyor. Burada olman çok az bir ihtimaldi fakat denemeye
değerdi. Onun sen olman beni de çok şaşırttı, yaşlı ve bilge birini bulacağımı
düşünmüştüm hep. Her neyse. Sonunda kehanetin işaretleri gerçekleşti ve
seçilmiş kişi ortaya çıktı. Hadi, benimle gel... Birlikte kardeşime katılalım
ve Yıldızların egemenliğini kuralım!” Sonlara doğru sesi bilgelikten çok
karanlık bir güç taşıyordu.
Tam anlamıyla ağzım açık
kalmıştı. Söylediklerine gerçekten inanıyor gibi görünüyordu ve bu hiç normal
değildi. Tamam, saçma sapan olayların ortasında kaldığım doğru fakat bu kehanet
olayı ve düşmanımın sözleri düpedüz palavraydı. Diyelim ki bunca tuhaf olayın
içinde Bıçakçı’nın kehanetinin doğru olma ihtimali var, yine de kehanetteki
kişinin ben olduğuma inanıyor olamazdı. Belki de yeteneklerini engellediğim
için aklını kaçırmış olmalıydı. Çünkü bir insanın karşısındaki kişiyi öldürmek
istemesinin hemen ardından ona bir tahtın ortaklığını teklif etmesi için ya
gerçekten çok iyi bir sebebinin olması ya da aklını kaçırmış olması gerekirdi.
En azından bunun aksini ispatlayacak bir şey yoktu ortada.
“İnsanlar acımasız
yaratıklar. Önlerine çıkan her şeyi yok ediyorlar ve emin ol buna devam
edecekler. Onlar Barbar! Yaptığımız onca güzelliği şeytanca ve affedilmez
olarak görüyorlar. Bizden iğreniyorlar… Hastalıklıymışız gibi davranıyorlar. Yıldızlar
ve dünyanın geri kalanının iyiliği için bu katiller durdurulmalı ve gerekirse
yok edilmelidir. Kararını ver artık; Zamanın Bekçisi olarak Yıldızları korumayı
mı yoksa o zavallıların tarafında yer alarak bundan sonra ‘Bıçakçı’ yerine
‘Seçilmiş Kişiyi Öldüren’ olarak anılmamı mı tercih edersin?” Hala beni ikna
etmeye çalışıyordu. Zihnime girip düşüncelerimi yönlendirmeye çalışan bir tür
gücü olduğunu hissetmiş ve neyse ki fiziksel saldırılarını engellediğim gibi
bunu da zamanında durdurmayı başarabilmiştim.
“Yeter! Daha fazla
dinlemek istemiyorum. Sandığın kişiyle hiçbir alakam yok ve ayrıca, unutma, ben
de ucube dediğin o insanlardanım. Her şey değişir Bıçakçı. Zaman değişir,
insanlar değişir. Bahsettiğin savaş koca bir aptallık! Gelecekte hiçbir şey
bugünkü gibi kötü değil, inan bana. Sana bütün bunları bırakıp gitmen ve
yaşamını değiştirmen için bir şans veriyorum. Git ve insanlardan uzak dur
Bıçakçı, belki o zaman iyi şeylerin olması için savaşa gerek olmadığını
anlayabilirsin.”
Verdiğim yanıtı hiç hoş
karşılamamıştı. Söylediklerini anlayamayacak veya sunduğu ittifak teklifini
reddedecek kadar aptal olup olmadığımı düşünüyor gibiydi.
“Evet, o zavallılar
gibiydin lakin şimdi bizden birisin. Düşünsene, yıllarca yok yere savaşıp
durdular ve bundan sonra da böyle devam edeceği ortada. Bunları
durdurabilirsin! Ölmeleri gerekmez, yalnızca bu şekilde hüküm sürmelerine engel
olmalıyız, hepsi bu. Gelecekte her şeyin iyi olması senin elinde,”
Neden hala ikna etmeye
çalışıyordu ki? Ben zaten dünyanın iyiliği için uğraşıyordum. Bütün bu olan
bitene anlam veremez olmuştum, üstelik şimdi de mantıklı konuşmaya başlamıştı.
Söyledikleri doğru olabilir miydi? Burada olmamın belki de tek bir amacı yoktu.
Kader miydi? Her şey bu kadar karışık bir hal almak zorunda mıydı?
Bıçakçı ve çetesiyle hiç
karşılaşmasak, anomaliyi güvenceye alıp ait olduğumuz yere çabucak dönsek olmaz
mıydı? Lanet olsun! İnsanlar savunduğum kadar da masum değil. Gerçekten daha
iyi bir insanlık için gözlerini korkutabilirim belki de. Gelecek için küçük bir
dokunuş… Güçlüyüm, yıldızların lideri olurum. Öldürmelerine izin vermem ama
korkutmaları işime gelir, böylece daha iyi bir gelecek şekillenebilir!
Bıçakçı konuşurken ben de
oradan oraya sıçrayan düşüncelerim arasında gerçekleri görmeye çabalıyordum.
Neydi doğru olan? Kafam karışmıştı bir kere, toparlamak imkânsız gibiydi.
Üstelik yorgundum. Neyse ki Bıçakçı’nın söylediği son şey, anlamsızca, bütün
cevapları bulmamı ve kararımı vermemi sağladı. “Biz savaş değil, huzur
istiyoruz. Bunu sende biliyorsun!” Yo hayır, bu doğru değil! Niyetlerinin
gerçekte ne olduğu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ama bir şeyin farkına
varmıştım, savaş istemediğini söylerken gözleri garip bir kurnazlıkla parlamıştı.
Beni, söylediği yalana inandırmaya çalışıyordu. Kurduğu cümleler
inandıklarından çok kararlarımı etkileyebilmek adınaydı. Düşüncelerimin
dengesizleşmesine şaşmamak gerek aslında. Çünkü aklım karıştıkça düşüncelerimi
kontrol etmesine engel olamamıştım. Söylediği son şey, küçük bir ayrıntı…
Düşüncelerimin dağıldığını ve yönlendirildiğini anlamama yetecek derecede güçlü
görünmeyebilir belki; fakat her zaman söylerim, ayrıntılara takılan bir insanım
çünkü küçük bir ayrıntıda büyük şeyler bulabilir insan.
İnsanlar savunduğum kadar
masum değildiler, fakat onlar benim geçmişim, bu günüm ve geleceğimdi. Büyük
bir yanlışa doğru sürüklenmekten son anda kurtulmuştum. “Tüm canlıların iyiliği
için. Geleceğin güzel ve parlak olması için! Şafak sökmeden ve gecesinde
dolunayın üzerini karanlık örtmeden önce! Hadi, benimle gel!” Kendime
geldiğimin ve hipnoz yeteneğini tekrar engellediğimin farkında değildi. Gerçi
yüzüme bakınca kafamın hala karışık olduğunu düşünmesi normaldi.
“Hayır!” diyebildim
sonunda, dağılmaya yüz tutan irademi yeniden toparlayabildiğimde. “Yalanlarını
kendine sakla. Zihnimden de uzak dur! Bunu sakın bir daha deneme, yoksa
sonuçlarına katlanırsın Bıçakçı… Hâlâ bütün bunları bırakıp gitmek için bir
şansın var, ne diyorsun? Bu teklifi yinelemeyeceğimi de bilmelisin!” Gitmesini
istiyordum, çünkü… çünkü gitmezse onu öldürmek zorunda kalmaktan korkuyordum.
Benim görevim Jean için zaman kazanmaktı, her şey gün doğmadan bitmiş ve dünya
güven içinde olacaktı. Bıçakçı’nın yaptığı veya yapabileceği tüm kötülüklerin
cezası başkası tarafından verilmeliydi. Onunla hiçbir ilgim yoktu ve ben
kimseyi öldüremezdim.
“Demek öyle,” kötü bir şey
düşündüğünde yüzünden koyu bir gölge geçiyordu, bunu nasıl yapıyordu
anlamıyordum. “Demek onların tarafındasın, o ucubelerin! Pekâlâ, cevabımı mı
merak ediyorsun? Buna ne dersin?” bunu hiç ama hiç beklemiyordum. Gözlerini ve
zafer edasıyla sırıtan suratını benden hiç ayırmadan sağ elini yana doğru
uzattı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım, elinde bıçak yoktu ve büyü de
yapamaz diye düşünüyordum. Sonra birden “Artık onu getirebilirsin Black!” diye
bağırdı. Yaklaşık otuz metre ileride, ağaçların arasından cevap veren bir
kıpırtı ve ardından sürüklenen bir şeyin sesi ensemde buz gibi bir soğukluk
hissetmeme neden oldu. O şey yanımıza gelirken “Zamanın Bekçisini bulup halkımı
kurtarmak için her şeyimi feda ettim! Bırakıp gideceğimi mi düşünüyordun? İşte
sana cevabım…” diye fısıldamıştı düşmanım.
Bıçakçı’nın çağırdığı şey
ağaçların arasından dolunayın aydınlığına çıkarken çevremde gezinen korkuyu
yoğun bir şekilde hissedebiliyordum. Koskoca Bıçakçı’yı durdurabiliyorken küçük
bir çıtırtıdan neden bu kadar etkilendiğime anlam veremiyordum. Sonra bu kadar
korkmama sebep olan şeyin ne olduğunu gördüm…
Sıradan, aslında iri yarı,
orta yaşlarda bir adam; ayın aydınlattığı, maviye çalan siyah, uzun, kirli
saçları ve asık suratıyla olduğu yerde kalmış, ardındaki çalılığa takılan ağır
bir şeyi sağ yanına doğru çekiştiriyordu. Sonunda Black’in gücüne dayanamayan
çalı demeti çatırdayarak pes etmiş aynı zamanda kısa bir inleme sesi
duyulmuştu. Küçük bir sürüklenme sesinden neden bu kadar korktuğumu işte o
zaman anladım. Black’in sağ eliyle sürüklediği bir ‘şey’ değil ‘birisi’ydi.
Dayımdı!
Üstü başı param parça
olmuş, eli yüzü kanlar içinde kalmıştı. Nefes almakta zorlanıyor gibiydi.
Uyanık kalmakta bile zorlanıyordu sanki. Black, onu saçlarından tutarak
dizlerinin üzerinde doğrulmasını sağlıyordu. Zihnimde ‘onu yakalamışlar’
düşüncesi dönüp dururken Bıçakçı kahkahalar atıyor, Black asık suratıyla emir
bekliyormuşçasına düşmanıma bakıyordu. Dayımsa zar zor açabildiği gözleri ve
fısıltıdan öteye geçemeyen kelimeleriyle bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Duymayı çok istemiş olmalıyım ki rüzgâr kelimeleri tek tek taşıdı kulağıma
“İnsanın gücü yoktur, sorumlulukları vardır…” Bununla ne demek istiyordu ki?
Gerekeni yapmam ve korkmamam gerektiğini mi? Neden her şeyi olduğu gibi
söylemiyor da bilmece gibi konuşuyordu sanki? Anlayamıyordum, ne yapacağımı
bilemiyor ve düşünemiyordum.
Omzumdaki yangın yerini
nabız gibi atan soğuk bir sızıya bırakmıştı. Çevremde olup bitenler acının
gerçekliğini yok ediyor ve fiziksel yaraları değersiz kılıyordu. Yanan tenimden
artık kan sızmadığı için şanslı olmam gerekirdi fakat şansın beni terk edip
kilometrelerce uzağa kaçtığı aşikârdı. En sonunda sesimi bulabildiğimde fısıltıdan
öteye geçemese de “Bırakın onu!” dedim. Bıçakçı ise uzakta olmasına rağmen beni
çok iyi duymuştu. Sesimi yutmama neden olan korku onu eğlendiriyor, boncuk gibi
gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Şaşırmış gibi yaparak “Bırakmak mı? Fakat sana
verdiğim cevap bu değildi ki…” derken Black’e göz kırptıktan sonra devam etti
“Hadi ona cevabımızı göster Black!”
Tedirginlik içinde Black’e
baktım, her ne yapacaksa ona engel olmak istiyordum. Fakat o, çoktan havaya
kaldırdığı sol elindeki hançeri anında sapladı kanlar içindeki adamın göğsüne.
Dudaklarımda yarım bir “Hayır!” nidası asılı kaldı. Keskin metal parçası
dayımın değil de benim kalbime saplanmıştı sanki. Kulaklarım ne çevreyi ne de
çığlıklarımı duymuyor, ciğerlerim oksijen almıyordu. Ağzından akan kan
koyulaştıkça gözleri kapanan dayım, Black’in geri çekilmesiyle yere yığılırken
tüm hücrelerimin titrediğini hissediyor ve dizlerimin üzerine ne zaman
çöktüğümü hatırlayamıyordum. Başım yere eğilmiş, toprağı avuçlamış, ne yapmam
gerektiğini bilemez haldeydim.
****
Bütün bu olanları Jean’ın
veya Amelie’nin önceden bilip bilmediklerini merak ediyordum. Ormanın içinde
ilerlerken dayım hakkında endişe edip durmuştum ama Amelie ne endişeli görünmüş
ne de bir şey söylemişti. Jean zamanda yolculuk edebiliyordu ve bu olayı
görmemiş olması imkânsızdı. Resmen onu feda etmişti. Her şeye göz yummuştu! Ve
Bıçakçı, ona gitmesi için bir şans vermiştim ama o… benim için değerli olan birini
öldürmüştü! Göz göre göre, benimle dalga geçerek, onun öldürülmesi emrini
vermişti. Yaşamayı hak etmiyordu ve hiçbir zaman hak edeceğini de sanmıyordum.
Acı… Öfke… İntikam…
Nefret dolu duygular
benliğimi ele geçirmişti. Bıçakçı’nın derinden gelen kahkahası sinirlerimi
bozuyordu. Black’e bir şeyler söylüyor o da cevap veriyordu ama tek anladığım
Storm’un buraya gelmesi gerektiği hakkında bir şeylerdi. Kardeşini yanına
çağırıyordu, böylece güçlenecek ve benden kurtulabilecekti. Bu beni daha da
sinirlendirmişti. Buna izin veremezdim. Kurtulmalarına izin veremezdim. Bütün
bu olanlardan sonra gitmelerine izin veremezdim!
Başımı kaldırdım ve ayağa
kalktım. Her şey bulanık görünüyor, gözlerimden ılık yaşlar akıyordu. Ne zaman
ağladığımı bile hatırlamıyordum. Bedenim bir kez daha farklı birinin
kontrolünde gibiydi. Tek hissettiğim, öfke ve intikam karışımı bir duyguydu.
Etrafıma baktığımda Bıçakçı’dan başka kimsenin olmadığını gördüm. Black,
Storm’u çağırıyor olmalıydı. Düşmanım “Boşuna uğraşma. Kardeşim geldiğinde iki
kat daha güçlü olacağım ve seni kendi ellerimle öldüreceğim…” diye söylenirken
yine anlayamadığım birtakım şeyler fısıldadığımı fark etmiştim.
“Expirre Vinen-Firrel
Polex… Expirre Vinen-Firrel Polex…” Sürekli aynı şeyi tekrar edip duruyor,
öfkeyle Bıçakçı’ya bakıyordum. Bedenimin kendi kendine hareket etmesi hem tuhaf
hem de ürkütücüydü. Fakat şu durumda iyi bir şey olacaksa nasıl olduğu umurumda
bile değildi. Aynı sözcükleri aynı ritimle ama hep daha yüksek bir ses tonuyla
tekrar ederken altın ejderhanın çevrelediği karadeliğin de harekete geçtiğini
fark etmiştim. Sancıyıp duran yaşlı bir kasırga gibiydi. Birer haykırışa
dönüşen kelimelerime nihayet son verdiğimde “EXPİRRE VİNEN-FİRREL POLEX!” artık
neler olacağını anlamış ve “Bunu sen istedin Bıçakçı.” diye fısıldamıştım.
‘Bir insanı öldürmek,
kendinden bir parçayı kesip atmak demektir.’ Karadelik göz kamaştıran
beyazlıkta son birkaç pırıltının ardından hiç kimsenin görmediği kadar koyu bir
siyaha teslim olurken bu cümle yankılandı zihnimde. Fakat o sırada ne cümleyi
ne de anlamını algılayamayacak derecede öfke yüklüydüm.
Zaman yine hızlı çekim
moduna girmişti, her şey çok kısa sürdü. Karadelik çevredeki sesleri yutuyordu
ve sıra Bıçakçı’ya gelmişti. Her nasıl olduysa karadeliği yalnızca düşmanıma
odaklamıştım. Bunun dışında ışığı, sesi ve enerjiyi yutuyordu. Ruh emicilerin Harry’yi
öpmesine benzetmiştim olayı. Bu Harry ve ruh emiciler kim ve neydi tam olarak
hatırlayamıyordum ama o sahneyi biliyordum. Gerçi karadelik ruh emiciler gibi
insanın ruhunu değil, geriye kalan ne varsa her şeyini yutuyordu ya neyse…
Bir yanım düşüncelerimi
saran intikam duygusuyla ne kadar çok istese de Bıçakçı’nın ölümüne ve
hissettiği dehşete tanıklık edememiştim. Zira karadelik doğası gereği bir şeyi
yok ederken onun ısınmasına ve dolayısıyla çok parlak bir ışık yaymasına neden
oluyordu. Bıçakçı’nın yaydığı ışık nedeniyle gözlerimi kapatmak ve oluşan ısıdan
dolayı onun bulunduğu bölgeyi görünmez bir ısı kalkanının içine hapsetmek
zorunda kalmıştım. Işık öyle kuvvetliydi ki kapalı olmalarına rağmen
gözbebeklerimin tutuşmalarından korkuyordum.
Bıçakçı ışımaya
başladığında gözlerimi yalnızca birkaç saniyeliğine kapatmak zorunda kalmıştım
fakat bu süre onun yok olmasına yetecek kadar uzundu. Şimdi düşmanımdan geriye
kalan mor plazmanın karadelik etrafında disk şeklini alarak onun tarafından
çekilmesini ve havayı yırtar gibi duran karanlık cismin onu hiçliğe göndermesini
izliyordum. Biraz olsun pişmanlık duyup duymadığını merak ediyor ve ölürken
aklından neler geçirdiğini, ne hissettiğini düşünüyordum. Acı? Öfke? Böyle bir
durumda işe yarayabilecek bir büyü? İntikam almak? Onun ne hissetmiş veya ne
düşünmüş olabileceğini bilemiyordum fakat bildiğim bir şey vardı Bıçakçı’nın
ölümü içimdeki intikam duygusunu bastırmaya yetmemişti. ‘Kalbin yarısı kişiye
aittir, diğer yarısı ise sevdiklerine’ diye bir söz vardır, benim kalbimin
yarısı yok edilmişti. Ve şimdi onun yerinde sinsi öfkeden başka bir şey yoktu.
Ne yapmam gerektiğini
düşünüyordum. Gece hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ya hiç bitmezse diyordum. Sonra
birden dayımın ölmemiş olma ihtimali geldi aklıma; tabii böyle bir şey mümkün
görünmüyordu. Hançer tam kalbine saplanmıştı, ama işte o ‘belki’ denen umut
verici kelime yok mu…
Koşar adımlarla sol
taraftaki ağaçlara doğru ilerledim. Fakat nedense dayıma ulaşmak sandığımdan
daha uzun sürmüştü. Ona yaklaştığımdaysa dizlerimin bağı çözülmüş ayakta
kalamamıştım. Kalan son birkaç adımı ise dizlerimin üzerinde ancak
tamamlayabilmiştim. Yüzükoyun yığılmıştı yere, omzundan tutup sırtüstü
çevirirken, ‘hala küçük bir umut olabilir’ diyordum. Saimi yere bırakıp başını
sol koluma yaslarken bulunduğumuz açıklığın tam ortasında yer alan ve neredeyse
tükenmek üzere olan mor plazmaya aldırış etmemeye çalışıyordum. Önce hançeri
çıkartmak istedim fakat bunun yanlış bir davranış olacağı kanısına vardım. Yine
de çok kan kaybetmişti ve nefes almıyordu. Göz bebekleri küçülmüştü ayrıca
kalbinde küçük bir kıpırtı dahi yoktu. Çok geç kalmıştım…
Öldüğüne inanmak
istemiyordum, gitmesini istemiyordum! Uyanması için onu sarstım, hançere
değmemeye çalışarak yumrukladım. Bağırdım, bizi bırakıp gidemeyeceğini
söyledim. Uyumanın sırası değildi şimdi, kalkıp savaşmalıydı. Direnmeliydi.
Gözlerini açmalıydı. Hıçkırıklarım bedenimi sarsıp nefes almamı engellediğinde
ancak fark edebilmiştim yeniden ağlamaya başladığımı. Nasıl söyleyecektim?
Yengeme olan biteni nasıl anlatacaktım, öldüğünü nasıl söyleyecektim? Düşünceler
başımı ağrıtıyor ve her şey anlamsız gelirken bu kâbustan uyanmayı diliyordum.
Derken, gür bir kadın sesi
kendime gelmem için beni zorladı. Storm çığlık atmıştı ve ne soracağına karar
veremeyen zihninden birkaç kelimeyi seçip çıkarabilmişti. “Yoo, hayır!
Kardeşim?” Mor plazmanın kardeşinden kalanlar olduğunu nasıl anlamıştı
bilemiyordum, belki de enerjisini tanımıştı. Soldan, göl tarafından geliyordu ve o da benim kadar
intikam duygusuna batmış durumdaydı. Elleri ve deri cübbesi yanıklar içindeydi.
On metre ileride gözlerimdeki yaşlardan dolayı zar zor seçebildiğim mor
plazmanın son kısmını büyük bir hızla yutan karadeliğe doğru koşmaya
başlamıştı. Fakat artık çok geçti. Çevreyi sarsan büyük bir gürültü Storm’un
dengesini bozmuş ve henüz birkaç adım atan Beyaz Cadı kendi ayaklarına
takılarak yere düşmüştü.
Şiddetli gürültünün
kaynağı karadelikti. Plazmanın hepsini yutmuştu ve Storm’un ona yaklaşması
karasız hale gelmesine neden olmuştu. Çünkü Beyaz Cadı ve Bıçakçı ikizdiler,
enerjileri birebir aynıydı. Enerjileri aynı olduğu için Storm’u da yok etmesi
gerekirdi fakat ben onu yalnızca Bıçakçı’ya odaklamıştım. İşte bu nedenle
kararsız hale gelen karadelik kör edici bir ışık saçarak şiddetli bir
patlamayla kendini imha etmişti. Kendini yok ederken çevresinde oluşturduğum
ısı kalkanını da parçalamış ve enerjimin bir kısmını kaybetmeme neden olmuştu.
Patlamanın ardından
çevrede birkaç ağaç ve çalı tutuşmuş, çıtırdayan yangının kokusu her yanı
sarmıştı. Nihayet ayağa kalkabilen Beyaz Cadı patlamayla birlikte etrafa
yayılan aurorayı dehşetle izlemekteydi. Kriz geçiriyor gibiydi. İki yanında
yumruk haline getirdiği avuçlarında şimşekler tutuyor, elleri bileklerine kadar
simsiyah dumanlarla kaplanıyordu. Ona sağ yanından bakıyordum. Titanic’in
batışını izler gibi bir hali vardı. Gözleri dehşet içeren bir ifade taşıyordu
fakat yüzü taş kesilmişti. “Tıpkı Bıçakçı gibi” diye düşünmüştüm. Onun kadar
soğuk ve gizemli ayrıca ne yapacağı tahmin edilemeyen biri…
Çevrede çatırdayarak yanan
ağaçlardan başka bir ses kalmamıştı ve onlar da sanki kilometrelerce ötedeymiş
gibi duyuluyordu. Aldığım her nefesin sesini çevrede yankılanıyormuş gibi
hissediyordum. Tepemizde asılı duran ve yavaşça silinmeye başlayan auroradan
başka kıpırtı da yoktu. Ne kadar süre bu şekilde bekledik bilemiyorum. Belki
çok uzun, belki de çok kısa bir süreydi ama bütün o tuhaf bekleyiş boyunca tek
düşünebildiğim çektiğim acının hesabını sormaktı. Bıçakçı’nın ölümü intikam
duygumu bastırmaya yetmemişti. Storm’un da benim kadar acı çekmesini istiyordum
çünkü o da ikizi kadar suçlu ve sorumluydu.
O güne kadar birini
öldürebileceğimi söyleseler inanmazdım. Küçücük bir örümcekten bile korkan
birisiydim ben. Fakat şu olanlara da bir bakın, birini öldürdüğüm yetmiyormuş
gibi diğeri için planlar kurmaya başlamıştım. Psikopat bir katil gibi
davranıyordum. Gerçi o sırada kendi isteğimle hareket ediyor değildim aslında.
Tüm benliğim kötü duygular ve düşüncelerle kaplanmış durumdaydı. En başta da
öfke ve intikamla... Biraz çaba göstersem kendimi bu durumdan kurtarabilirdim
belki de fakat ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendime gelmeyi gerçekten istememiş
olabilir miydim? Canım yanmıştı ve ne olduğu umurumda bile değildi. Ölsem de
umurumda olmazdı herhalde.
“Ruhların dansı! Fakat
burada olmaları imkânsız,” titreyen fısıltısı zar zor duyuluyordu, tepemizde
salınan ve artık neredeyse görünmez olan auroradan bahsediyordu “Kardeşimi
almaları için onları buraya sen çağırdın, Seni Pis Ucube!” Artık hiçbir şeyden
korkum yoktu. Sözlerimi sakınmaya çalışmadım, onu kızdırmaktan da çekinmedim.
Belki de sinirlenmesini gerçekten istiyordum, emin değilim. “Ya, evet!” dedim,
sesimin onunki kadar gür çıkabilmesine hayret ederek “Onları ben çağırdım. Her
şeyi ben yaptım! Kardeşini ben öldürdüm çünkü bütün bunları o başlattı. Ve sana
bir şey söyleyeyim, Storm: Burada ucube olan biri varsa o da sensin, Beyaz
Cadı!” Auroradan ayırabildiği gözlerini aniden bana dikmiş ve böylesine bir
güce gerçekten sahip olduğuma inanmakta zorlanıyormuş gibi beni süzmeye
başlamıştı. Öfkeden çatılan kaşlarına şakağında belirginleşen kalın bir damar
eşlik ederken, sımsıkı kapadığı çenesi kasılıyordu.
Tam bir dakika sonsuz
sessizlik yaşadık. Sözlü düelloyu kazanmanın zaferini yaşıyor gibiydim fakat
hemen ardından Storm yine keskin bir çığlık attı. Çığlığıyla beraber sanki
ortamdaki tüm ışık bir sünger tarafından emilmişçesine soluklaştı, Storm’un
yüzünde koyulaşan gölgeler onun tüm güzelliğini hiçe sayıp çürümekte olan bir
iskelete benzemesine neden oldu. Sesi büyülü bir işkenceydi sanki, kulaklarım
parçalanacak sanmıştım. Neyse ki bu durum fazla uzun sürmemişti. İşkenceyi
kesen Beyaz Cadı çevremizde bir fırtına başlatmış ve üzerime yıldırımlar
yağdırmaya koyulmuştu. Umurumda değildi, korkmuyordum. Dayımın başını usulca
toprağa yasladım, ölmüş olsa bile toprağın onu koruyacağını hissediyordum.
Gözlerim yerde parıldayan metal nesneye
ilişti, onu almam için ısrar eder gibiydi. Saiyi sol elimle dikkatlice kavradım
ve yavaşça ayağa kalktım. Çevremde esip gürleyen fırtına ve bedenimi sıyırıp
geçen yıldırımlar eşliğinde ağır adımlarla Storm’a doğru yürümeye başlamıştım.
O, aklını kaçırmış gibi bir yandan öfkeyle bağırıyor diğer yandan durmadan
saldırıyor; bense, belki de ölüme doğru yürüyordum. Neler olduğunun
farkındaydım fakat sanki olayların dışında kalmıştım ve hiçbir şey umurumda
değildi artık. Bedenim doğaçlama hareket ediyor, aklımsa ona uyum sağlıyordu.
****
Storm’un fırlattığı
yıldırımlar tarafından parçalanan ağaçlar dört bir yana dağılıyor, kıymık
parçaları metrelerce savruluyordu. Kuru otlar ve yapraklar alev alırken Beyaz
Cadının haykırışları bu senfoniye eşlik ediyordu. Yıldırımlar bana da
çarpıyordu elbet fakat hiçbir zarar veremiyorlardı. Toprakla olan bağlarım
elektriğin bedenime zarar veremeden ayaklarımın altından akıp gitmesini
sağlıyordu. Bunu daha önce fark etmiş ve kullanabilmiş olsaydım bir şeyler
değişir miydi bilemiyordum.
Yürüdüm yavaş ve sakin
adımlarla, en sonunda aramızda iki adımlık mesafe kalıncaya dek. Ve durup
birbirimizin gözlerine baktık bir an için. Neden kavrulup kömür olmadığımı
merak eder gibi bir hali vardı. Bıçakçı’nın ölümüyle birlikte mantığını da
yitirmişti, zihni şimdi ne yapması gerektiğini düşünemeyecek kadar dalgındı.
Yolda savrulup duran boş bir teneke kutuydu o an için. Ve benim de gerçekten
ben olduğum söylenemezdi.
“Kardeşim…” hala
gözlerimin içine bakarken bomboş zihninden yalnızca bu kelimeyi çıkarabilmişti
Storm. “Bıçakçı’dan geriye yalnızca adı kaldı ve seninki de rüzgâra karışmak
üzere!” derken tüm kötü duyguları bakışlarımla Beyaz Cadıya fırlatıyordum.
Ardından ikimizde bağırarak ileriye doğru atıldık. Haykırışlarımız bize destek
veriyordu sanki.
Storm elektrik yüklü
ellerini yumruk haline getirmiş bana vurmaya çalışıyor, ben de onu
engelliyordum. Elektrik bir yana ama yumrukların acıtmadığı söylenemezdi. Bir
kız kavgası olsa kesinlikle kaybeden olurdum; ama hayır, bu bir intikam
savaşıydı ve kaybetmek seçeneklerimin arasında yoktu. Aldığım darbeler he
defasında daha da güçleniyor ve daha çok sersemletiyordu. Böyle devam ederse
güçlerimle olan bağlarım zayıflayacak ve Storm beni istediği gibi kızartabilecekti.
Dayanmalıyım diyordum, asla yere düşmemeliyim.
Bir süre karnıma ve yüzüme
inen yumruklarla boğuşup durdum. Yakın dövüş konusunda hiç iyi değildim,
saldırıların çoğunu engelleyemiyordum. Tabi ben de feci bir-iki taneyi onun o
güzelim suratına indirmeyi başarabilmiştim. Fakat çok geçmeden yanan omzuma
dokunmayı başararak buzla kaplayan Storm beni gafil avlamış ve bir çığlık
eşliğinde dizlerimin üzerine çökmeme neden olmuştu. Canım çok yanıyordu. Kolumu
omzumdan kopup düşüverecekmiş gibi paramparça hissediyordum. Buzdan yayılan
soğuğun ve acıyla kanıma karışan yangının etkisiyle titrememe engel
olamıyordum.
Artık sonun gelmesi için
Beyaz Cadının tek bir hamlesi yeterliydi. Ona karşı koyacak gücü bulamazdım.
Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Zaferle kıvrılan dudağının kenarından
incecik kırmızı bir çizgi çenesine kadar uzanıyordu. Gözlerinde parıldayan alay
kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz ve küçücük hissetmeme sebep oldu. Kahkahaya
benzer bir sesle dışarıya verdiği nefesinin ardından “Yaptığının yanına
kalacağını mı sandın? Seni yavaş yavaş öldüreceğim ve kardeşime yaptıkların
için pişman oluncaya dek canını almayacağım! Çabuk bir ölüm için yalvarmaya
başlasan iyi olur, seni iğrenç böcek!” diye iğrenme dolu bir sesle fısıldadı.
Kaşlarını kaldırıp
yalvarmamı beklerken gözlerimi ondan ayırmadan çıkarabildiğim en güçlü sesle “Asla!”
dedikten sonra kenarına yedek hançerini sıkıştırmış olduğu çizmelerine
tükürdüm. Çizmelerine bir an bakıp yaptığım şeye şaşıran Beyaz Cadı hızlıca
savurduğu bir iki küfrün ardından bir elini gökyüzüne çevirip bedenine toplayabildiği
kadar elektrik çekmeye başlamıştı. Diğer eline aldığı bir hançeri ise yüzüme
doğru çevirmiş ve gökyüzünden topladığı elektriği hançerle birlikte bedenime
saplamak için hazırlanmaya başlamıştı. Saniyeler sonra yeterince elektrik yüklendiğine
karar verdiğinde tüm gücüyle saldırabilmek adına hançeri omzunun gerisine doğru
kaldırdığında artık gözlerimi kapamış ve sonumun gelmesini beklemeye
başlamıştım.
Gözlerimi kapatınca nabzımın aralıksız atışı
kulaklarımda yankılanmaya başlamış ve beklemek daha bir zor olmuştu. Saniyeler geçtikçe
zihnimde hançerin saplanacağı anın hayaleti bir ileri bir geri dolaşıp durdu. Ölüme
bu kadar yakın olmak ama hayatı arzulamak yıkıcı bir histi. Daha önce Bıçakçı
tarafından boğulmak üzereyken bile böylesine güçlü bir boşluk hissetmemiştim. Fakat
beklediğim süre uzadıkça içinde bulunduğum boşluk duygusu yerini meraka
bıraktı. Hançer ve elektriğin darbesi neredeydi? Durum gittikçe garipleşmişti
neler olduğunu anlamak için gözlerimi açtığımda Storm’un bana bakmadığını
gördüm.
En son gördüğümde nasılsa
aynı şekilde duruyordu fakat bana değil göl tarafına bakıyordu. Bir şey Beyaz
Cadının dikkatini dağıtmış gibiydi. Gölün karşı tarafında bir yerde bembeyaz
bir ışık patlaması oluşmuş ve hemen ardından göğe doğru yeşil, parlak bir ışın
yükselmeye başlamıştı. Işık, sanki zümrüt bir aynadan yansıtılıyordu. Bunun
olmasını saatlerdir bekliyordum. Yani tam olarak bunun olmasını değil elbette
fakat Jean’ın tuhaf bir şeyler yapmasını bekliyordum. Bu nedenle durumu fazla
şaşırmadan atlatabildim ve Storm’un dalgınlığından yararlanarak bir de içimde
oluşan umut kıvılcımından aldığım güce hayret ederek yavaşça ayağa kalktım, havada
asılı duran bileğini sağ elimle sıkıca kavradım. Dokunuşumla irkilen Beyaz Cadı
topladığı elektriğin hançerin sivri ucundan fırlamasına engel olamadı. Mavi
kıvılcımlar yüzümden on santim uzaklıkta kayarak geçti ve bir ağacın tamamını
alevler içinde bıraktı.
Tekrar bulunduğumuz anın
farkındalığına varan Beyaz Cadı, hiç vakit kaybetmeden, dolunayın karanlık
yüzünden aldığı güçlerini tekrar yardıma çağırdı ve bakışlarını gökyüzüne doğru
çevirdi. Gözlerindeki gümüşi parıltı daha da arttı, gözbebeklerini tamamen
yuttu. Her zamanki korkunç haline eklenen bu gözler onu daha sadist bir hale
getirmişti. Dolunaya yalvarır gibi bir hali vardı. Anlamsız kelimelerle dolu
olan fısıltısı acı çeken boğuk bir çığlığa dönüştü. Bir şey canını çok fena
yakıyor gibiydi. Onu engellemeye çalışıyordum fakat her ne yapıyorsa bir türlü
işe yaramıyordu.
~Storm~ |
6. Bölümün Sonu
~Sessizgemi~
~Sessizgemi~
etkileyici bir anlatımın var devam et derim..
YanıtlaSilTeşekkür ederim :) Korku hikayesi yazmayı seviyorum bir de doğaüstü olaylar falan olursa hikaye bitene kadar uykularıma bile giriyor ^^ Mahzenin bitmesine iki bölüm kaldı daha sonra başka bir hikayeye başlamak istiyorum :)
Silya basbayağı fantastik bi öykü yazmışsın. atmosfer de oldukça heyecanlıydı. ne güzel bi hayal gücün var. çok severim böle hikayeleri.
YanıtlaSilstorm, bıçakçı, beyaz cadı. güzel isimler.
:)
Teşekkürler deep bilim kurgu ve fantastik türler vazgeçilmezimdir :) bu türde yazmayı seviyorum. Tolkien, Stephen King ve Rowling sağolsun ;)
Sildaha önce tarzını stephen king'e benzetmiştim ama özellikle bu ve bundan önceki bölümde fantastik animelerden birini izler gibi oldum. gerçekten harika bir anlatımın var, tüm sahneleri detaylarıyla gözümde canlandırabiliyorum. ayrıca arada yaptığın göndermeler de çok hoş; esas kızımız latince kelimeler söyleyerek büyü yapmaya başlar başlamaz aklıma harry potter gelmişti; sen de iki satır aşağıda ruh emicilerden bahsedince çok hoşuma gitti :)
YanıtlaSilayrıca arada bazı aforizmalar yakalıyorum, mesela ‘Bir insanı öldürmek, kendinden bir parçayı kesip atmak demektir.’ bu da anlatıma edebi bir hava katıyor ;) ellerine sağlık canım, devamını merakla okuyacağım ^^
Biraz geç yanıtladım üzgünüm arkadaşım :/ pc de arıza vardı da...
Silİyi bir etki bırakabildiysem ne mutlu bana :) Stephen King en sevdiğim yazarlardandır hatta bir numara ^^ Mahzeni yazarken biraz King'e biraz Rowling'e özendim, onlar gibi düşünmeye çalıştım, sanırım başarmışım :)Ayrıca hikayelerde gönderme yapmayı seviyorum çok eğlenceli oluyor :D
O tür aforizmalar -bu kelimenin anlamını şimdi öğrendim :D - uydurmayı da seviyorum. Bu tür şeyler yazdığım kalın bir defterim var ;) Teşekkür ederim canım, gelecek yorumlarını sabırsızlıkla bekliyorum ;)
Nerdeyse bütün bölümü 'Acaba şimdi ne olacak?' diyerek okudum :) Bol adrenalinli bir bölümdü tebrikler.
YanıtlaSilMeraklandırarak ve heyecanı bol tutarak yazabilmişsem ne mutlu bana :) Teşekkür ederim LastSt..
SilEhee okunur ki bu ;) :D
YanıtlaSilSıla :) Okumayı bitirdikten sonra kapsamlı bir yorum bekliyorum senden ^^
Silsevgili sessiz gemi öncelikle selam eder büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öperim . evveeet nerden başlasam . konudan konuya çok atlıyorum şimdiden özür dilerim :D. öhöm soruyorum . Bu yazdıkların rüyanın kaçta kaçı ? cidden yav :) veee karşımda bir dizi kurdu daha . ne yalan söyleyim bazı yerlerde amerikan filmlerindeki dizilerinde sıkça rastlanan replikleri gördüm hımm. güzeldi güzel okunası repliklerdi onlar. haa bide bazı cümleler o kadar .. ııı cuk oturmuş ki nasıl diyim yaa üstünde düşünülmüş gibi kırk yıl düşünsem aklıma gelmez diyeceklerimden ( ve buda benden size bi 25 point daha kazandırıyor eevet şimdi skor tablomuza bakalım . öhü öhım neyse konuya dönelim .bundan önceki bölümde bi kovboy esintisi diycektim ki yan tarafa bir daha göz atıyorum veee eveeet :D aferin bana doğru tespit keşke daha önce dikkatimi çekeydi neyse .karakterlerin mimikleri o cümleleri söylerken ki ses tonları zihnimde canlandı hani böyle çizgi filmlerde bir şeye odaklanan çocukların gözleri büyür ya benim kide öyle olmuştur sanırım . de bakem o latince kelimeleri araştırdın mı? yoksa atmasyon mu ? .Plazma, kararsız hale gelme ve bundan önceki bölümlerde okuduklarımı düşünürsek buldum sen bir weasley olmalısın :)pardon sayısalcı diyecektim ama hikayelere ve dili kullanışına bakarsak sözelcide olabilir belkide eşit ağırlıktır olamaz mı diye içimdeki benlerle saç saça baş başa girmeden önce son eleştirimsi şeyi yapıp gidiyorum (eleştiri buraya olmadı ama maalesef kelime hafızamın kıtlığından mıdır nedir başka birşey bulamadım :/ )yıldırım ve toprağın arsındaki biz sadece arkadaşız ilişkisini düşünürsek çok mantıklı olmuş kurgu daha önce aklındamıydı bu toprakla yıldırım yoksa yazarken mi aklına geldi merak ettim :) biliyorum çok uzattım ama son ana kadar dayısının ölmemesini beklediğimi itiraf edeyim .lafı daha fazla uzatmayıp yanlış bir şey yazdıysasm veya haddimi aşdıysam özürlerimi iletiyorum ee ne yapayım uzun yorum yazınca bazen ipin ucunu kaçırıyorum :/. esnlikler dilerim :))
YanıtlaSilVuuhuuu ne güzel bir yorum bu böyle (en sevilen yorum uzun yorum) :))
SilSelamlar Sıla ^^ Ne özürü ama ya rahat ol lütfen :) Rüya bunun yüzde biri desem :D Rüya ilk olarak kızı yaratık olarak gördükleri yerde başlıyor ve kesik kesik görüntülerle batı salonunda kızı tekrar gördükleri yerde bitiyordu geri kalan her şey kurgu :)
haha dizileri severim doğru :D 25 point daha haa sevindim :D
Kovboy esintisi evet ^^ westerne bayılıyorum ben, Clint'e de bayılıyorum ^^ Staphen King'in karakulesine hastayım o serideki Roland'a aşığım :)
Hahah çok tatlısın ama yaa gerçekten çok çok teşekkür ederim, okurken etkilenmiş olman beni çok mutlu etti :)
Latince kelimeleri uydurdum, ama çeviriden bazı kelimeleri kontrol etmiştim uydurmama rağmen tam da uygun kelimeleri seçmişim, tabi bazı harfleri falan atmak gerekiyor çeviri düzgün olsun diye öyle işte :) Hayır benden sayısalcı olmaz olabilemez :D Eşit ağırlık evet. Matematik ve geometriyle alakamız yok ama bilimsel konuları araştırmayı takip etmeyi seviyorum. Yıldırım ve toprak :) Ben yazarken kurguluyorum, daha önce şu şöyle olmalı bu böyle olmalı diye plan yapamıyorum ne oluyorsa yazarken oluyor, sanırım bu yanlış bir şey ama elimde değil bu şekilde yazabiliyorum her şey bilinçaltımın oyunları :D
Hayır yanlış bir şey yazmadın rahat ol gerçekten, ayrıca böyle uzun yorumlar almak beni mutlu ediyor :)
Gerçekten çok teşekkür ederim Sıla, sevgiler ^^