Öneri: Bu hikâyeyi okuduktan sonra, karanlıkta arkanızı kollayın…
Esin kaynağı: Bir rüya :)
Mahzen
Bölüm 7:
BigFishGames Oyunlarından Seçmeler.mp3
Bıçakçı’nın çevresinde
gördüğüm karanlık titreşimlerin bir benzerini şimdi onun çevresinde de
görebiliyordum. Daha önce gördüğümün aksine gümüş renginde olan bu titreşimler
aynı zamanda ondan bin kat daha güçlüydü. Onu engelleyemememin sebebinin bu
titreşimler olduğundan emindim. Çevresindeki dalgalanma canlı bir yaratık gibi
beni yutmak istiyordu, bu nedenle sıkıca tutmuş olduğum bileğini sanki beni
sokan bir yılanmış gibi aniden bırakmış ve birkaç adım gerilemiştim. Çığlığı
gittikçe tizleşen Storm’un gözlerinden birer damla yaş toprağa düştüğü anda,
çıkan kristalimsi sesle birlikte, sanki bir filmi yavaş çekimde izliyormuşum
gibi birkaç saniye için her şeyi algılamaya başladım.
Sonrasında olanlar tam bir
felaketti. Havada asılı duran sayısız toz tanesi Storm’dan yayılan büyülü ışık
altında parıldıyordu. Bir anlık sessizliğin ardından Beyaz Cadının çığlığı
boğuk bir şekilde yeniden duyulmaya başladı. Fakat çığlıktan çok ağır çekimde
ilerleyen bozuk bir plak gibiydi. Birkaç saniye içinde çığlık eski tiz tınısına
dönerken çevremdeki sahne de normal akışında ilerlemeye başlıyordu ki o anda
hiç beklemediğim bir şey oldu; Storm’un bedeni kumdan yapılmış bir heykel gibi
kendi rüzgârına kapılarak dağılmaya başladı. Gittikçe rahatsız edici bir hal
alan çığlık, tamamen fırtınaya karışan bedeniyle birlikte patlayarak yok oldu.
Geriye sadece rüzgârın uğultusu ve onunla savrulan yaprakların hışırtısı
kalmıştı.
Beyaz Cadının kendi
kendini yok ettiğini düşünüyordum ki çevremde bulunan kurumuş yapraklar, toprak
ve tozdan oluşan ne varsa bir anda havalandı ve kendimi korkunç bir fırtınanın
ortasında buluverdim. Hiçbir şey göremiyordum. Beyaz Cadı ürkütücü kahkahalar
atıyor ve aynı zamanda garip bir şekilde çevremde dolaştığını hissediyordum.
Etrafımdaki karmaşanın içinden çıkmaya çalışırken Storm’u bir an için karşımda
gördüm. Fakat yıldırım hızıyla yanımdan geçip tekrar fırtınaya karıştı.
Storm’un yanımdan geçmesiyle birlikte kemerimdeki Sainin kaybolduğunu fark
etmiştim. Kahkahalar atan, alay eden sesi büyülü bir yankıyla doluydu. Çevremi
saran fırtınanın içinden çıkmaya çalışıyordum fakat görüş alanım tamamen
kısıtlanmıştı. Yön duygumu kaybetmiştim. El yordamıyla yolumu bulmaya
çalışırken bir şeyin ayağımı kavradığını hissettim ve ne olduğunu anlayamadan
yüzüstü yere kapaklandım.
Korkunç bir kâbusun içinde
gibiydim. Omzumdaki yanığın acısı beni kendime gelmeye zorluyordu. Bir anda
kendimden beklemediğim kadar kuvvetli bir şekilde “Yeter!” diye haykırdım ve
içine hapsolduğum fırtına aniden diniverdi. Çok şaşırmıştım. Ne yani, her şeyin
bitmesi için küçük bir kelime yeterli miydi? Birileri benimle çok ciddi dalga
geçiyor olmalıydı. Beni içine hapseden kum fırtınası balonuyla birlikte
Storm’un daha önce başlattığı, ormanı kaplayan, büyük, yıldırım fırtınası da
dinmişti.
Gücümün son kırıntılarıyla
dizlerim titreyerek ayağa kalktım. Çektiğim acının etkisiyle biriken yaşları
dağıtmak amacıyla gözlerimi kırptım. Hemen ardından varlığını hala hissettiğim
Storm’u görebilmek adına çevreme bakındım. Bulunduğumuz açıklığa rahatsız edici
bir sessizlik çökmüştü. Etrafta hiç rüzgâr olmamasına rağmen ayaklarımın
altındaki kumlar hareket ediyordu. Kayan kumları takip edip kendi etrafımda
döndüğümde kumların tam arkamda bir araya gelerek önce küçük bir tepeciğe
dönüştüğünü sonra daha da yükselerek Beyaz Cadıyı oluşturduğunu gördüm.
Son kum taneciği de
yanağındaki yerine oturduğu halde, Storm, renkli bir heykel kadar hareketsiz
duruyordu. Nefes aldığından bile emin değildim. Gözleri kapalıydı ve bir ölü
kadar cansız görünüyordu. Birkaç dakikadır yaptığı şeylerden sonra ona bu kadar
yakın olmak istemiyordum. Hissetmesinden korktuğum için nefesimi tutmaya
çalışıyordum. Geriye bir adım atmak isterken Beyaz Cadı aniden harekete geçti
ve bileğimi kavradı. Öyle güçlüydü ki beni olduğum yerde çevirerek kolumu
sırtıma dayadı ve tek bir hareketle omzumu yerinden çıkardı, hemen ardından
benden çaldığı Saiyi çıkan omzuma tüm gücüyle sapladı ve çekip çalıların
arasına fırlattı. Ciğerlerim sökülürcesine boğuk bir şekilde haykırdığımı
sonradan fark ettim. Lanet olsun, acımı ikiye katlamak için bilerek sol omzumu
seçmişti! Acının ve kaybettiğim kanın etkisiyle başım dönmeye başlamıştı. Tüm
bedenimden soğuk terler boşanıyordu. Yere yığıldım. Kulaklarımdaki uğultu
attığım çığlıkları duymama engel oluyordu.
Omzumdan sızan sıcak kan
beni korkutuyordu. Yavaşça uyuşan sol kolumu hareket ettirmeden son bir
gayretle dizlerimin üzerinde doğruldum. Kan basıncım bozulmuştu ve nefes alırken ciğerlerimde
cam öğüttüğümü hissediyordum. Daha dikkatimi toplayamadan harekete geçen
Storm’un göğsüme attığı tekmeyle geriye savruldum. Birkaç saniye için nefessiz
kaldım. Savrulduğum sırada kaybettiğim son Saiyi de ararken boşta kalan elim
titriyordu. Sırtımı yasladığım toprak bana yardım etmek için çırpınıyordu ama
gücüm onu harekete geçirmeye yetmiyordu. Dolunayın parlaklığına bakarken,
çevresindeki gümüş titreşimlerle birlikte görüş alanıma giren Storm, yüzünde
tuhaf bir gülümsemeyle üzerime saldırdı.
Bedenim bir kez daha başka
birinin kontrolünde gibi hareket etmeye başladı. Normal şartlarda onca acının
etkisiyle kıpırdayamamam ve hemen ölmem gerekirdi. Fakat bedenimin kontrolünü
kaybettiğim zaman işler değişiyordu. Beyaz Cadı boğazımı sıkmaya başlamıştı.
Nefes alabilmek için parmaklarını gevşetmeye çalışıyordum. Uyuşmaya başlayan
sol elim pek bir işe yaramıyordu. Diğer elimse ne yapması gerektiğini zaten
biliyormuşçasına hareket ederek Storm’un bacağındaki hançeri kavradı ve tek bir
hareketle Beyaz Cadının boğazını kesti!
Hançerin açtığı kesikten
fışkıran kızıl kanı engellemek isteyen Storm ellerini boğazımdan çekti ve
kendininkine bastırdı. Ellerim, üstüm başım ve yüzüm onun iğrenç kanına
bulanmıştı. “Size gitmeniz için bir fırsat verdim, ama siz beni bir canavara
dönüştürdünüz.” diye fısıldamıştım ölmek üzere olan kadının kulağına. Beyaz
Cadıyı üzerimden iterek yavaşça doğrulurken acımasızca bakmıştım gözlerinin
içine. Serbest kalan bedeni titrek bir yaprak gibi yığılmıştı olduğu yere.
Kendisine ait olan ve karışık şekillerle süslenmiş gümüş bıçağın açtığı derin
kesiği elleriyle kapatmaya çalışsa da yoğun bir şekilde kaybettiği kanı
durduramıyordu. Beyaz saçları dudağının kıyısından akan kanın kırmızısına
boyanmıştı ve artık eskisi gibi ışıldamıyordu. “Bunu yaptığına-Er ya da-Geç
pişman-Olacaksın!” bir yandan nefes almaya çalışıp diğer yandan kendi kanında boğulmamak
için çaba gösteren Storm’un son sözleriydi bunlar. Kendi kanında boğulup artık
nefes alamadığında bütün çırpınışları son bulmuş ve titreyen elleri serbestçe
düşmüştü yanlarına. Hala açık olan gözleriyse tuhaf bir şekilde parlamaya devam
ediyordu dolunayın aydınlığı altında…
****
Hançerdeki kanları kuru
bir yaprakla temizlemeye çalıştıktan sonra göl tarafına yönelmiştim. İki kişiyi
öldürmüş biri gibi hissediyordum. İğrenç ve kana bulanmış… Neredeyse kim
olduğumu unutmuş durumdaydım. İntikamımı almıştım belki fakat artık iki kişiyi
öldüren birisiydim. Bir katil! ‘Bir insanı öldürmek, kendinden bir parçayı
kesip atmak demektir.’ Bunun anlamını çok geç kavrayabilmiştim ne yazık ki.
Fakat komik olan ne biliyor musunuz? Daha önce anlayabilmiş olsaydım bile sonuç
yine aynı olurdu. İster intikam için, ister kendimi korumak için olsun.
Tekrar dayımın yanına
dönmemiştim çünkü ona bakmaya cesaretim yoktu. Yüreğinin cansız olduğunu bilmek
yeterince acı veriyordu zaten. Göl tarafına gidiyordum çünkü yapabilecek başka
hiçbir şeyim yoktu. Bu gecenin bitmesi için elimden geleni yapmak ve Jean’a
hesap sormak istiyordum.
Gökyüzünü daha açık ve net bir şekilde görebildiğim gölün kıyısına geldiğim
zaman yolu yanlışlıkla Birinci Dünya Savaşı’nın ortasına düşen biri gibi hissetmiştim.
Toplar, mayınlar, patlayıcılar yoktu gerçi fakat bunun yerine geçebilecek bir
sürü şey vardı. Çevrede fırlatılan büyülerden dolayı oluşan düzinelerce çukur,
yanan çalılar, tutuşan ağaçlar, dondurulmuş iri bir kaya ve ne olduğunu
anlayamadığım bir metre uzunluğunda eritilmiş tuhaf bir şey göze ilk
çarpanlardı. Siyah giyenlerden birkaçı dışında özel güçlere sahip olmayan
herkes ya öldürülmüş ya da kaçıp gitmişti. Her yerde ve hatta gölün kıyıya
yakın bölümünde yüzen cesetler vardı. Yanarak, buzla kaplanarak ve Amelie’nin
görevlendirdiği böcekler ve timsahlar tarafından yenerek öldürülen insanlar…
Havada, insanın midesini bulandıran yanmış et ve yoğun bir kan kokusu
vardı. Buna katlanmaksa oldukça güçtü. Soğuk rüzgâr hafifçe eserek yaralarıma
çarpıyor ve nabız gibi atan acıyı hızlandırıyordu. Sağ tarafımdaki geçide doğru
baktığımda oradan oraya hızla hareket eden bir çift kızıl kanat çekmişti
dikkatimi. Amelie, savaştan geriye kalan son dört büyücüyle çarpışıyordu. Çevresine
yaydığı kızıl ışık çarpıştığı düşmanların yüzlerindeki dehşeti ortaya
çıkarıyordu. Olanlar hakkında birilerine hesap sorabilmem için önce
başladığımız işin tamamlanması gerekiyordu; bu nedenle küçük kıza yardım etmek
amacıyla bulunduğu yöne doğru ilerlemeye başlamıştım. Fakat oraya asla
ulaşamadım.
Daha birkaç adım atmıştım ki karşıma çıkan kızıl saçlı cadı durmama sebep
oldu. Delice bakışları çatlak düşünceleriyle orantılı hareket ediyordu. Eline
verilen oyuncağın ne olduğunu anlamaya çalışan küçük bir çocuk gibi beni
süzüyordu. Nedendir bilmem ama ondan korkmuştum. Bana bakıyor fakat beni
görmüyor, sanki ruhumu okuyordu. Onda tuhaf bir şeyler vardı, insana saklanma
ihtiyacı hissettiriyordu. Elleri tuhaf ve simsiyah dövmelerle kaplıydı.
Kabarık, kıvırcık, darmadağınık kızıl saçlarını kocaman başlığının altında
gizleyememişti. Hem çok yaşlı hem de çok genç görünüyor; bu durum gerçeklik
duygusunu zorluyordu. Bunu hiç istemesem de gözlerimi ondan kaçıramıyordum.
Birkaç saniye sonra ise bedenimin de hareket edemediğini fark etmiştim.
Bakışları büyük bir ağırlıkla üzerime çöküyor, zaten yorgun olan zihnimin
direnci zayıflıyordu. Bir şeyler yapmam gerektiğini bile düşünemiyordum. Sağ
elinin avcunu yüzüme çevirmiş, parmaklarını çarpık bir şekilde germişti. Sol
elini yüzüme doğru kaldırdığında cübbesinin uzun kolu geriye doğru sıyrılmış ve
elindeki rüya yakalayıcı ortaya çıkmıştı. İnce dal parçalarından yapılmış,
çeşitli desen ve simgelerle donatılmış, çember şeklinde küçük bir nesneydi.
Çemberin üst tarafında bulunan incecik ip gibi bir şey cadının tutabilmesi için
sonradan eklenmişçesine yeni görünüyordu. Rüya yakalayıcının alt tarafında
sallanan güvercin tüyleri, safir taşlar ve içi boş boru benzeri küçük ahşap
nesneler birbirine çarptıkça tuhaf sesler çıkarıyordu. Çemberin ortasında
bulunan çivit rengi iplerden yapılmış ağın tam ortasındaysa küre şeklinde pembe
bir kuvars kristali vardı.
“Ah! Hayır, o sen değilsin. Sende de bir şeyler var tabii, Bıçakçının
aklını karıştırmaya yetecek derecede çok hem de. Biliyor musun, bir gün kendi
ölümüne neden olacağını ona söylemiştim. Çok yazık oldu doğrusu, ikisi için de
üzüldüm. Zaten sözümü asla dinlememişlerdi…” Ne kadar korksam da kızıl cadının
konuşmasını yarıda kesmiştim “ Beni öldürecek misin?” Buna şaşkınlığıyla
birlikte kocaman büyüyen kahverengi gözleriyle cevap verdi “Öldürmek mi? Yo,
hayır! Ben buraya onları durdurmak için gelmiştim zaten; zira kötü şeyler
olacağını söyledilerdi bana. Ben asla öldürmem çünkü korkarım kaderden. Benim
işim can almak değil, geleceği görmektir aslında.” Neden sürekli bir sırrı
açıklıyormuş gibi kısık bir sesle konuşuyordu anlamıyordum, belki de böyle daha
etkileyici göründüğünü düşünüyordu. “Öyleyse bunu bana neden yapıyorsun?
Gitmeme izin ver, bırak beni!” derken sesimdeki paniği gizleyememiştim.
“Olmaz!” derken imkânsızı istediğimi kasteder gibiydi. “Sana söylemem
gereken şeyler var. Dinlemek zorundasın!” Neden diğerleri gibi beni öldürmeye
kalkışmıyordu anlamıyordum. Oysaki istese bunu durdurmak için hiçbir şey
yapamazdım. Bedenimi kıpırdatamadığım yetmezmiş gibi sol kolumun da tamamını
hissedemiyordum artık. Belki de kimseyi öldüremeyeceği konusunda gerçekten
dürüsttü. Davranışlarına bir anlam vermek oldukça güçtü.
Elindeki nesneyi sağa sola sallamaya başladığında konuşmayı hızlandırmak
amacıyla “Seni dinliyorum.” dedim. Bunun üzerine “Sus! Sessiz ol biraz.
Dikkatsiz olduğun kadar epey de sabırsızmışsın.” diyerek beni azarlamıştı. Buna
nasıl tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Şaşırsam mı, öfkelensem mi… En
sonunda merakıma yenilip rüya yakalayıcıyla ne yapmaya çalıştığını sordum
“Çevrendeki kötülüğü uzaklaştırmaya çalışıyorum ama bu imkânsız gibi,” diye
cevap verdikten sonra başını iki yana sallayarak beni teselli etmeye çalışmıştı
“Şanssız bir kaderin varmış lakin üzülme, üstesinden gelebileceğine
inanıyorum.” Deli mi, manyak mı bilmiyordum ama biran önce söyleyeceğini
söylese de kurtulsam diye düşünüyordum.
“Değişiyor,” demişti rüya yakalayıcıyı yüzüme tutmaktan vazgeçtiği sırada.
Gözleri kehribar rengine bürünmüştü ve garip bir şekilde ışıl ışıldılar. Birdenbire beni omuzlarımdan yakalayarak yüzünü yüzüme yaklaştırdıktan sonra devam
etti anlatacaklarına. Zihnindekiler ağzından dökülürken ağır ve tane tane
fısıldıyor, o konuştukça bilincimin zorlandığını ve kaybolduğumu hissediyordum.
“Değişmemesi gereken şeylerin değişmemesi için zaman kendini değiştiriyor.
Ah, kötü, çok çok kötü bir şey… Bir karışıklık! Olmaması gereken bir şey olmuş
ve bu durum gelecekte birden bire ortaya çıkarak her şeyi mahvedecek. Senin
peşinden geliyor! Seni bulmak için, seni öldürmek için geliyor! Karanlık ve
aydınlık senin peşine düştü bu gece… Korumalısın! Sen ve diğeri, geçmişte ve
gelecekte zamanın mührünü korumalısınız!” Hızlıca sarf ettiği sözlerine son
verdiğinde sanki suyun dışına çıkmakta zorlanmış gibi derin bir nefes almış ve
geri çekilmişti. Gözleri yine eskisi gibi kahverengi, bakışları yine o delice
haline dönmüştü.
Bense batıyordum! Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım fakat canlı
ağırlıkları beni dibe sürüklüyordu. Arka üstü yere yığılırken sonsuz
yükseklikten düştüğüme inanıyordum. Başımı sert bir şeye çarpıp, sırtımdaki
toprağın beni korumak için çırpındığını hissettiğimde bakışlarım gökyüzüne
odaklanmıştı. Görünürde bir şey yapmadığı halde nasıl bu hale gelmiştim
anlamıyordum. Kimseyi öldüremem demişti oysaki.
Düştüğüm sırada bilincimle aramdaki bağlantı kopmuştu adeta. Zaten uğultu
halinde duyduğum sesler gittikçe yok oluyordu. Fiilen bir şey yapılmamış olsa
dahi öldüğümü biliyordum. Acı yoktu, omzumun ne durumda olduğunu bilmiyordum ve
artık hissettiğim şeylerin ne olduğunu algılayamıyordum. Her nasıl olduysa
ölüyordum işte. Gözlerim kapanmadan biraz önce Amelie’nin yanıma geldiğini ve
Kızıl Cadıya sadece bakmakla yetinerek yanımda diz çöktüğünü görmüştüm. Neden
beni öldürdüğü için ona saldırmıyordu? Bilemiyordum, anlamsız olan şeylere
anlam yüklemek oldukça zordu.
Gökyüzü de bir garip olmuştu. Hayal görüp görmediğimden bile emin değildim
aslında. Gecenin koyu lacivert rengi dalgalanarak yok oluyor, yerini zümrüt
yeşili bir renge bırakıyordu. Dolunay ve yıldızlar bu zümrüt rengin arasında
oldukça büyülü ve gizemli bir manzaraya dönüşmüşlerdi. Gözlerim kendiliğinden
kapanırken gökyüzü üzerime çöküyor ve zümrüt yeşili bir denizde boğuluyordum.
Kurtarın beni zümrüt yeşili bir denizde boğuluyorum! |
****
Zaman durmuştu artık.
Hiçbir şey ve hiç kimse yoktu. Ben yoktum. Zihnimin karanlık ve korunaklı
duvarlarına sığınmıştım. Fiziksel olmayan varlığım sonsuz bir bilinçsellik
içerisindeydi. Dokunabildiğim veya görebildiğim hiçbir şey yoktu ama aynı
zamanda her şey oradaydı. Sonsuz karanlığın içinde bana sonsuz gelen saatler
boyunca yüzüp durdum. Bir çıkış yolu arıyordum. Düştüğüm bu karanlık rüyadan
çıkmamı sağlayacak bir kapı olmalıydı mutlaka. Fakat öyle bir şeyi hiç
bulamadım.
Trilyonlarca yıl zihnimin
karanlık boşluğunda yüzerek, yapayalnız bir şekilde varlığımı sürdürdüm. Artık
zaman kavramını yitirmiştim. Buradan kurtulabilmenin düşüncesi bile
imkânsızlaşmıştı. Nasıl bu hale geldiğimi ve bana neler olduğunu
hatırlayamamaktan yorulmuştum. Sonra birtakım sesler duymaya başladım. Zihnim
bana oyun oynuyor olmalıydı fakat konuşmaları o kadar canlı ve netti ki ya
deliriyor olmalıydım ya da dışarda bir yerlerde gerçekten birileri vardı.
“İkisini de buraya
getirin.” dedi tanıdık bir ses. Bir diğeri sürekli olarak “Onları kurtarın!”
derken histerik bir şekilde ağlıyordu. Başka biriyse “Endişelenme. Bilincini
toparlayabildiğinde uyanacaktır…” demişti ona cevaben. Ardından bir süre
kesilen sesler birdenbire ortaya çıkıp yeniden devam etti. Ses tonlarından
telaşlı ve gergin olduklarını anlıyordum. “Yeon Ah, hançeri çıkar ve gerisini
bana bırak… Şimdi!” Sadece konuşmalar yoktu artık. Farklı birtakım şeyleri
duyabiliyor ve hissedebiliyordum. Taş zemine düşen metal bir nesne ve ardından
git gide yüksek bir tona dönüşen büyülü sözcükler bana bir şeyler anlatır
gibiydi. Etrafımda esen bir rüzgârın ve nerede olduğunu bilmediğim elimi tutan
bir elin varlığını hissettiğimdeyse zihnimin karanlık duvarları yıkılmış ve
fiziksel varlığıma yeniden kavuşabilmiştim. Bununla birlikte hatırlayamadığım
şeyler bir çığ gibi düşmüştü üzerime.
Hala uyanamamıştım fakat
artık neler olduğunun farkındaydım. Nasıl bu hale geldiğimi ve öncesinde neler
olduğunu hatırlayabilmiştim sonunda. Göl kenarında kendimden geçmeden hemen
önce “Endişelenme. Kaderini okuduğum hiç kimse bilincini senin kadar açık
tutamamıştı. Yakında kendine gelirsin…” demişti Kızıl Cadı. Keşke bunu daha
önce hatırlayabilseydim ve öldüğümü sanmaktan kurtulabilseydim diyordum.
Elimi tutarken korkmamam
gerektiğini fısıldayan ses Amelie’ye aitti. Anlayabildiğim kadarıyla dayımı da
bulup beni ve onu Jean’a getirmişlerdi ve Jean dayımı kurtarmaya çalışıyordu.
Çevremde olup bitenleri böylesine algılayabiliyorken neden hala uyanamadığımı
anlamıyordum. Uyanmak için çabaladığım her seferinde zihnim yine o karanlık
boşluğa düşecekmiş gibi sarsılıyor ve çevremle olan bağlantım gidip geliyordu.
Benim için çok çok uzun
bir sürenin ardında Jean “Vakit geldi.” demişti. Neyin vakti gelmişti? Dayıma
ne olmuştu, Jean onu kurtarabilmiş miydi? İsteseler beni uyandıramazlar mıydı?
Anomaliye ne olmuştu peki? Zihnimi kurcalayan bir ton soru vardı fakat o an
hiçbirine cevap alamadım. “Geri döndüğünüz zaman hiçbir şey
hatırlamayacaksınız, Yeon Ah. Mutlu ve huzurlu bir yaşantın olacak. Ta ki o
güne kadar.” demişti Jean. ‘O gün’ derken doğacak olan kuzenimin yani
kendisinin kaybolacağı günden bahsediyordu. Bunun üzerine “O gün hiç
gelmeyecek, öyle bir şeyin olmasına asla izin vermem!” diye karşılık vermişti
yengem.
Sessiz birkaç saniyenin
ardından Jean’ın yine büyü yapmakta olduğunu ve Amelie’nin de ona eşlik
ettiğini duyuyordum. Büyülü sözcükler fısıltılara dönüşmüş, uğultulu bir ses
her yanı sarmıştı. “Üzgünüm,” diyordu Jean “Değişmemesi gereken şeyler var Yeon
Ah, çok üzgünüm…”
Sonra her şeyin yok
olduğunu hissettim. Bütün hücrelerim uyuşuyor ve parçalara ayrılıyordum. Yine o
hemen arkamda beni yutmaya hazır duran karanlığa doğru düşmeye başlamıştım.
Fakat bu sefer farklıydı. Karanlık beni hapsetmiyor, tam anlamıyla kendimden
geçmeme neden oluyordu. Gerçekten bayılmadan önce duyabildiğim son şey
“Çekmecede! Uyanır uyanmaz okumalısın…” diyen Jean’ın son sözleriydi.
7. Bölümün Sonu
~Sessizgemi~
muhteşem bir hikaye...tebrik ederim devamını sabırsızlıkla bekliyorum...lütfen çabuk yaz...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim hem beğendiğin için hem de yorumun için :) Devamı hazır ama ufak düzenlemeleri var bir de uygun müzik bulmalıyım. Elimden geldiğince çabuk yayınlayacağım :)
Silçok bekletme lütfen...
Siltamam :) aslında ben de sabırsızlanıyorum yeni bölüm için^^
Silbu bir rüya şimdi ha, rüyadan esinlendin. ne rüyaymış.
YanıtlaSil:)
aman ha her gece böle rüyalar görme sakın.
:)
bi kerede oturup yazıyosun değil mi. bi solukta.
:)
Kız kardeşimin gördüğü bir rüyaydı. Onun gördüğü rüyada Amelie'yi mahzenden serbest bıraktıktan sonra Batı Salonunda tekrar buluyorlar ya orada bitiyordu rüya, gerisini ben şekillendirdim :)
SilSürekli fantastik gerilim polisiye ve bilim kurgu okuyup izleyince rüyalar da böyle oluyor bizim :D Aman göreyim boşver ilham oluyor onlar bana ;)
Bazen bir kerede sayfalar dolusu yazdığım oluyor fakat bazen de hiç yazamıyorum duruma göre değişiyor işte ^^ Bu hikayeyi bir yılda yazdım çok uzun sürdü nedense :)
Bu bölüm daha bi güzel olmuş sanki. Özellikle ikinci kısım. Benden ancak bu kadar yorum çıkar biliyosun (:
YanıtlaSilBeğenmen bile yeterli benim için biliyorsun :)
SilBayramın mübarek olsun bu arada ;)