14 Şubat 2019 Perşembe
İstiridye Mimi
Blog dünyasının en bi pingusu en çingusu en en jedi ruhlu tatliş insanı çakıltaşı deepsuii'den bir mim kaptım geldim blogcum :) Bu mimi de İstiridye Avcısı hazırlamış derin denizin maviliklerinden çekip çıkartmış. Ben onun cevaplarını da merak ettim ama yaa :) Zor sorular geliyor bu aralar mimlerde öyle değil mi? Bakalım neler sorulmuş blogcum cevaplayalım lım lım lım :)
- Negatif olayları pozitif açılımlarla yorumlayıp olumlama yapmayı sever misiniz ? Evetse neden, hayırsa neden ?
Olumlu düşünmek her zaman için en iyisidir. Bu soruya deep'in verdiği cevaba katılıyorum. Beni bilenler bilir acayip panik olabilen bir insanım ama her zaman da olumlu düşünürüm. Bazen tabi ki enerjimi tüketen şeyler yaşıyorum ama bu şeyleri düşünerek yaşamı kendimize zehir etmenin anlamı yok. Hayat sürekli iyi veya sürekli kötü değil öncelikle bunu kabul etmek zorundayız. Bu neden benim başıma geldi ben bunu hak edecek ne yaptım diye düşünürsek işin içinden hiç çıkamayız. Hayat sana domates veriyorsa menemen yap yani tamam bu da çok saçma oldu ama bir şey anlatmaya çalışıyordum acıktım o sırada :D
-İnsanları sınıflandırma eğilimi hakkında neler düşünürsünüz ?
Ay buna hangi açıdan bakacağımı şaşırdım şuanda. İnsanlar bir şeyleri anlamak ve daha kolay yorumlamak için sınıflandırmalar yapar biz arkeolojide bunu çok sık kullanırız mesela. Ama insanlarla ilgili sınıflandırmalar çoğunlukla acımasızca ve ötekileştirmeye yönelik oluyor. Bunu da insanlar birbirinden öğreniyor sırf aileden de değil çevre çok etkiliyor insanları. İyi yapıcı eleştiri becerisi edinmek yerine karşısındakini ezen küçültmeye çalışan öfkeli laflar etmeyi öğreniyorlar mesela. Öyle komik şeyler de oluyor ki mesela geçenlerde twitterda gördüm yok terazi kızları şöyle kendini beğenmiş akrep burcu oğlanları şöyle sinir bozucudur falan gibi şeyler bile var. Ben çoğunu anlamıyorum ve komik buluyorum. Herkes farkında olmadan bir şeyleri sınıflar kategorize eder çünkü insan beyninin çalışma şekli bu yönde. Ama insanlar arasında bu acımasızca ve dediğim gibi ötekileştirmeye yönelik oluyor ne yazık ki. Bu karmaşık bir soru canım blog benden bu kadar :D
-Sizce herkes birbirine benzeseydi nasıl bir dünyada yaşardık ?
Çok sıkıcı olurdu bu ayy korkunç. Hepimizin farklı olması farklı şeylere ilgi duyması bence çok güzel bir şey. Ne bileyim hepimiz ortak bir beyne sahip olsak karınca olsak mesela hayat çok çekilmez ve sıradan olurdu. Hem ben sevdiklerim için tek olayım isterim benden aynı bi tane daha olmasın biraz kıskanç olabilirim istersem hahaa :D
-Doğum ve ölüm hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?
Yani insan isterse bunları düşünür düşünür sonra yine düşünür de ben düşünmemeyi tercih ediyorum. Neden geliyoruz neden gidiyoruz bilmiyorum. Yaşamak güzel. Sevdiklerinle vakit geçirmek güzel anılar paylaşmak güzel. Doğum günlerini de severim ben hep bir ritüel gibi kutlarım sevdiklerimi :)
-Karakterinizi bir hayvana benzetecek olsanız ne olurdunuz ? Neden ?
Ay bu soru çok eğlenceliymiş :) Kedi olurdum ben herhalde :) Kaplumbağa olurdum bazen de jedi vampiri ama o saylanmaz sanırım. Ateş böceği de olabilir miyim bunlarla aynı andaa :D
-Bir yazarla (Ölmüş ya da yaşayan olabilir) bir hafta sonu geçirme hakkınız olsa kiminle olmak isterdiniz ?
Bunu bilemedim ben seçemem kiiii. Ben sevdiğim bütün yazarları toplayıp tatile gitsem olur mu şuan en çok tatile ihtiyacım var çünkü :D
-Yaşamınız bir sinema filmi haline gelse, ismi ne olurdu ? Neden ?
Bu soru geçen seferki mimde de vardı. Ne kadar değişik bir soru. Yani filmin konusunu nerede geçeceğini falan sormak yerine isim sorulması çok değişik bir bakış açısı öyle değil mii :) Hadi bu seferki cevabım daa "ateş böceği vampiri" olsun :)
Eh bu mimin de sonuna geldik blogcum. Bu mimi isteyen herkes yapsın okuyalım şimdi kime göndereyim bilemedim bu aralar mim meydan okuması rüzgarı var çünküsü çok eğlenceli onu okumak da :)
S..
Etiketler:
Mim
11 Şubat 2019 Pazartesi
Delirmiş Bir Ben
Selam canım blog. Can sıkıntısı fena şey doğrusu. Üstelik yapılacak onca işin gücün ve elde kalan az zamanın baskısı da canımı daha çok sıkmakta. Şuan tez yazıyor olmalıyım ama tükenmişlik sendromu hissediyorum resmen. Derslerin yoğunlaşacağını ve sınavların başlayacağını düşündükçe... Tamam düşünmeyelim.. Tez kabuslarıma giriyor rüyamda bile yazmaya çalışıyorum. Daktiloda tez yazıyorum rüyamda, ay yok kabus olmalı bu, birisi yaz hadi bitir şunu diye söyleniyor daktilonun arka tarafında. Ama tuşlar mı sıkışıyor ne oluyor bilmiyorum yazamıyorum. Uyanınca da kendimi sakinleştiriyorum dönem uzasın ne olacak diyorum. Ay bir sıkıntı bir stres sorma blog sorma.
Aynı anda yapmak istediğim onca şeye vakit yetiştiremiyorum. Mesela şuan kitap okumak istiyorum ama hayııır diyor beynim tez tez tez diye kafayı yemezsem puding partisi yapalım dönem sonunda. Bu yıl kendime kitap hedefi koydum. Tatilde on bir kitap okudum bile gerçi on tanesi ince kitaplardı ama olsun uzun zamandır kitap okuma günlerime dönmek istiyordum. Şimdi dersler yüzünden yine okuyamayacağım. En azından uzun süredir okumam gereken bir kitabı sonunda bir çırpıda bitirebildim. Bu da bir şey değil mi..
Bugün ilk ders günüydü. Ders programı muazzam. Pazartesi sekiz buçuktan beş buçuğa kadar dersim var. Salı öğlene kadar. Çarşamba hiç yok ve perşembe günü sekiz buçukta tek bir dersim var. Nedeeen neden tek bir ders o saatte diye çıldırmadım değil. Ama en azından erken uyanıp tüm gün tez çalışırım dedim sonra. Umarım çalışırım yani. Ay tövbe tanrıma tez çalışırken de deli gibi görünüyorum çevremdekilere. Saçlar her yerden fırlamış kendi kendine konuşan bir deli. Oda arkadaşlarım bir şeyler anlatınca duymuyorum çalışırken odaklanabilmişsem. O delilik halinde. Benden korkmasalar bari sonunda.
Şuanda okumak istediğim kitabı da bardak altlığı gibi kullanıyorum, yanımdan ayırırsam hiç okuyamam korkusundan bu, bir de çaysız tez ilerlemiyor. İki harf daha yazabilirim gün bitmeden. Sanırım yani...
Yurda gelirken gitarımı da getirdim sanki çalmayı çok öğrenebilmişim gibi. Ama arada bir oynuyorum rastgele iyi oluyor. İnşallah bir şikayet gelmez kimseyi kulaklarından hasta etmem. Geçen dönem okçuluk kursuna gitmiştim şimdi tekrar çağırmışlar çok sevindim şuan için hayatımın en iyi aksiyonu okçuluk, diziler, filmler ve rüyalar. Resim yapmayı da özledim ama o yine yaza kaldı. Bana yine hüsran bana yine hasret var. Ay dur bunu dinleyelim yazının sonuna koyayım da. Öyle işte blog. Bu okulun son dönemi o yüzden acayip yoğun geçecek şimdiden belli. Buralarda olmayı başarırım inşallah. Arada seslenirim yine. Umarım. Ay aman neyse. Saçmalamaya geldim gidiyorum.
kib. öptüm. gülücük emojisi. buraya da bir random gülüş şeysi.
S..
Etiketler:
Günlük,
Hayat,
Kavanozdaki Beyin,
Kişisel,
Sessizgemi
6 Şubat 2019 Çarşamba
Yüzeydekiler Bölüm 1
Tamam bu duruma neresinden bakarsanız bakın tam bir felaketti. Tek istediğim güneşin can veren sıcaklığını ve taze çiçek kokuları taşıyan rüzgarın yanaklarımda bıraktığı serinliği biraz daha tatmaktı. Bu hayalin gerçek olması beni öyle büyülemişti ki herhangi bir tehlikenin yaşanabileceğini düşünemiyordum. Ve tabii bu büyülenmişlikle sersemleyen zihnime rağmen araştırmamı yürütecek materyalleri bulmayı da umuyordum. Aslında çıldırmış gibiydim. Çevremdeki bütün bitkilerden birer örnek alsam geriye nasıl dönebilirdim bilmiyordum. Bunun yerine laboratuvarı buraya taşısam daha işe yarar olur diye düşünmeden de edemiyordum. Öte yandan bize söylenen her şeyin yalan olduğunu düşünüyor ve gerçekten aşağıda kalmaya devam etmemiz gerekip gerekmediğini anlamaya çalışıyordum. Kafam karmakarışıktı. Her şeyin bu hale geleceğini nereden bilebilirdim, tanrım! Her şeyi geriye almanın bir yolu olsaydı, bütün bunların olmasını engellemek mümkün olsaydı... Şimdi bu korkunç yaratıklar asla peşimize düşmemiş olacaktı. Bununla birlikte bize gerçekleri anlatmış olsalardı belki de kendimizi Yüzeydekiler'den koruyarak yeni bir yaşam kurmanın yollarını bulabilirdik. Ben bunları saklandığım küçük kovukta her an bulunmanın korkusunu yaşayarak tekrar ve tekrar düşünürken suyun içinde yine o tanıdık korkunç titreşimleri duymaya başlamıştım. Yerim henüz tespit edilmemiş olsa da fazla vaktim kalmamıştı. Olduğum yerden bir an önce kaçıp diğerlerine tehlikenin haberini iletmem gerekiyordu. Titreşimler sıklaşıp gittikçe şiddetlenirken onlardan birinin bulunduğum küçük sığınağın girişinden korkunç yüzünü ne zaman göstereceğini merak ediyor ve bununla birlikte iliklerime kadar titriyordum...
Size her şeyi en başından anlatmalıyım fakat hafızamdaki bulanıklık ve karmaşa olayları zihnimde birbirine katmış durumda. Yine de elimden geleni yapacağım. İnsanlık su altında koloniler kurmaya başladığından beri yeryüzünden uzakta ve izole olmuş halde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman meraklı kaşifler, maceraperestler ve yüzeyi bir şekilde yeniden görüp oraya dönme arzusunda olanlar kolonilerden kaçıp gidiyor ve onlardan bir daha haber alınamıyordu. Bize yetkililer tarafından söylenenler onlara ulaşılamadığı veya bir kazaya uğradıkları yönünde oluyordu. Gidenler asla geri dönmüyor, başkalarının ayrılmasını önlemek için ciddi tedbirler alınıyordu. Yüzeyde tam olarak ne olduğu hakkında sıradan halk hiçbir şey bilmiyordu. Tek bildiğimiz felaketler sonucunda orada artık yaşayacak bir dünya olmadığı, yalnızca asitle kavrulmuş ve ölümün çürümüşlüğüyle sarmalanmış topraklardan ibaret olduğuydu. Ama dedikodular vardı. Efsaneler geceleri loş lambalarla aydınlanmış masaların etrafında toplanıp bir şeyler yer içerken sohbet eden insanların arasında fısıltılar halinde dolaşıyor, meraklı zihinleri ele geçiriyor ve kendine bağlıyordu.
Koloniler deniz ve okyanus tabanlarında inşa edilen dev galerilerdi. Bir yaprağın damarları gibi suyun içinde yayılıyorlardı. Pek çok limana sahiplerdi. Buralardan çeşitli büyüklükte denizaltılarla diğer uzak kolonilere seyahat ediyor ve koloni dışında suyun içindeki tarlaları bu şekilde işçi denizaltılar ve robotlarla ekip biçiyor, evcilleştirmeyi başardığımız bazı deniz türlerini besi alanlarına götürüp getiriyor ve bunlara benzer başka işler yapıyorduk. Koloniler o kadar büyüktü ki içlerinde pek çok orman yetiştirmeyi başarmış ve sudan oksijen üretmenin yanında artık bunlardan da faydalanmaya başlamıştık. Hiç tükenmeyecek şekilde solunabilir hava üretebiliyorduk. Elektriği suyun akışından fazlasıyla elde ediyorduk. Ve bu enerji biçimi lazım olan bütün alanlara yeterli geliyordu. Suni güneş ışığına sahiptik. Yapay sahillerimiz vardı. Bazı mağaralarla olan bağlantılar sayesinde dalış turizmi gibi değişik aktivitelere sahiptik. Bu mağaralarda yeraltı gölleri oluşturan sular sayesinde dalış yaparak dışarıya yüzebiliyor bir süre gözetmenler eşliğinde gezip geri dönebiliyorduk. Suyun basıncını her türlü yapıda veya kıyafette kontrol etmek artık çocuk oyuncağıydı. Eski dünyanın iyi olan her şeyini kopya etmeyi başarmıştık. İnsanın merak duygusu onu ele geçirmese burayı terk etmek gibi bir şeyi asla düşünmeyeceğini çünkü huzurlu, düzenli bir yaşamımız olduğunu söylerlerdi. Fakat bununla birlikte insanı rahatsız eden şeyler de vardı. Yöneticiler hayatımızın tümünde kontrol sahibiydi. Yılda yapabileceğimiz seyahat sayısı belirlenmişti. İstediğin zaman bir koloniden diğerine geçemezdin. Sana sistem tarafından yaşaman için verilen evden başka bir eve taşınmak için belli kurallar ve izinler vardı. Kimse özel araca sahip olamıyor sadece bisikletlere izin veriliyor, ulaşım sisteme bağlı toplu taşımalar ile sağlanıyordu. Herkes ona belirlenen meslek için yetiştirilir ve başka bir işe ilgi duyması beklenmezdi. Koloniler dışında yani suyun içinde yürütülmesi gereken işler ve geziler sıkı denetimlere ve kurallara tabiydi. Sadece bazı testleri geçebilen, zihnen ve genetik olarak uygun görülen ailelerin çocuk sahibi olmasına izin veriliyordu. Deri altına yerleştirilen çipler ve her gün uyumadan önce başucumuza yerleştirilen bir cihazda kolayca yapılan testler sayesinde yediğimiz içtiğimiz her şey kontrol ediliyor, günlük izin verilenden fazla karbonhidrat tüketmişsek ceza alıyor, haftalık sağlık grafiklerimize göre bize söylenenleri yapmak zorunda kalıyorduk. En son komşum fazladan bir kase puding yediği için bir hafta ağır spor yapmakla cezalandırılmıştı. Bunu yapmazsa hapse atılacaktı. Daha burada anlatamayacağım çok acayip uygulamalar mevcuttu. Onların izin verdiği şeyleri düşünebiliyor, onların izin verdiği ölçülerde yaşayabiliyorduk. Bazen kaybolanlar oluyordu. Uyumsuz olarak tespit edilenler yakalanır, sorgulanır cezalandırılırdı. Fakat bazen kaybolanlar oluyordu işte. Herkes bir çeşit baskı ve korku hissediyor, kimse izin verilmeyecek bir konu hakkında konuşamıyordu. Bir çeşit robot gibi yaşıyorduk.
Ben ilk kurulan kolonilerden birinde yaşıyordum. Burası gibi birkaç büyük pilot bölge kendisine bağlı diğer küçük kolonileri kontrol altında tutuyor, yönetiyor, düzeni sağlıyordu. Ben mesleğim gereği yüzeye ait eski bitki türlerinin su altında suni ışık ile yetişebilmeleri için yeniden üretilip ıslah edilmelerine yönelik araştırmalar yapıyordum. Hatta suyun içindeki bitkilerle onları birleştirip simbiyotik bir şekilde yeni biçimleriyle üretilmelerini sağlıyordum. Son projem fissidens mossları üzerinde yetişecek böğürtlenlerdi. Bu koloni, kara parçalarından birine çok yakındı. Ve bir gün merak ettim. Bana verilen çok eski tohumlar, çok eski ve iyi korunmamış genetik materyallerle uğraşmak yerine hala taze hala yetişen bir şey bulamaz mıyım diye düşündüm. Bitki gen silolarımızda aradığım şeyi bir türlü bulamıyordum. Ya aradığım şey yukarıda bir yerlerde beni bekliyorduysa.. Bu karşı konulamaz bir düşünceydi. Bu düşünce zihnime yerleştikten sonra artık yaptığım işlerle uğraşamaz oldum. Tüm dikkatim yüzeydeki gizemdeydi. Kaçan insanlar hakkında araştırmalar yaptım. Hangi yollarla gitmeye çalışmışlardı, başarı şansı neydi gibi başka bir sürü sorunun cevabını arıyordum. Tek yol denizaltılar gibi görünüyordu. Fakat bu araçların hiçbirinin belli bir irtifadan yükseğe çıkma yetkisi yoktu. Buna kalkışan biri olduğu anda yetkililerin haberi olurdu ve sinyali takip edip onu yakalarlardı. Üstelik öyle herkesin denizaltısı olmuyordu bunlar şirketler halinde özel izinlerle çalışıyorlardı. Bireyler kendi başlarına onlardan birine sahip olamazdı, yasaktı. Özel eğitimli kaptanlar bu şirketlere bağlı çalışıyordu ve her birinin etkinliği raporlanıyordu.
Sonra bir gün loş ışıkla aydınlatılan bir masada birileriyle sohbet ederken bir isme ulaştım. Bunun sonucunda ciddi bir karar alıp sistemi terk etmem gerekiyordu. Ve öyle yaptım. Artık hep anlatılan o asilerden, maceraperestlerden biri de bendim. Bileğime yakın deri altına yerleştirilen çipi dikkatle çıkarttım ve onu özel bir solüsyonla dolu bir kavanoza koydum. Böylece çalışmaya devam edecek ve yaptığım şey bir süreliğine anlaşılmayacaktı. Seyahat izinlerimi çoktan doldurmuştum bu nedenle gizlice hareket etmek oldukça zorlu bir yolculuk olmasına neden oldu. Sonra bana yardım edecek kişiye ulaşmayı başardım. Onu ikna etmem çok zor oldu çünkü gizlice sahip olduğu ufak denizaltı yüzünden onu yakalamaya gelen biri olup olmadığımdan şüpheleniyordu. Üstelik onu denizaltıyı kullanması konusunda da ikna edebilmiştim. Nihayetinde beraber yola koyulmuş ve yakalanmadan yüzeye ulaşmıştık.
Masmavi gökyüzü parlak sarı bir güneşle taçlanmış, ufuktaki kara manzaraların en güzelini gözler önüne sermişti. Dalgalar yükselip alçalıyor, çalkalanıyor, birbirine karışıyorken köpükler havaya sıçrıyor hikayelerden tanıdığım beyaz kuşlar havada dönüp dururken bir anda düşer gibi suya dalıp çıkıyordu. Dalgalar denizaltının yüzeyine çarpıp dururken sanki dans ediyorlardı. Etrafta gördüğüm şeylerin çoğunu ilk defa tanıyor, çok azını hikayelerden ve kurtarılan eski kitaplardan biliyordum.Yaşamım boyunca böyle bir şey görmemiştim. Denizaltından bir an önce kurtulup tüm bu manzarayı etrafımda metal bir kabuk olmadan tenimde hissetmek, tadına bakmak, koklamak istiyordum. Bana eşlik eden kaptan da büyülenmiş gibi bir süre hareketsiz kalıp sanki kayboluverecekmişçesine manzarayı zihnine kazıyordu. Bu dünya çürümüş asit dolu topraklardan ibaret değildi. Hayır, hayır.. Burada yaşam adeta fışkırıyor etrafa saçılıyordu.
Karaya ulaştığımızda heyecandan başım dönüyordu. Soluduğumuz hava bizim ürettiğimize çok benziyordu fakat farklı bir şeyler olduğu da kesindi. Sonra rüzgar.. Rüzgar tenimde hareket ettikçe bizim fanlarla yapay olarak yarattığımız düzenli hava akımlarından çok daha farklı bir his yaratıyordu. Sadece bal üretmek için düzenleyebildiğimiz bazı tesisler dışında asla duyumsayamadığımız çiçek kokuları ise burada buram buram her yerden duyuluyordu. Güneş ve çevremdeki bütün renkler gözlerimi alıyordu. Bir süre nereye koşacağımı neye bakacağımı şaşırmış halde dolaşıp durdum. Benimle gelen kaptanın da benden farkı yoktu. Onun aklında şimdi buraya turist getirip götürmek veya tamamen buraya yerleşmek gibi değişik fikirler uçuşuyordu. Kataloglardan bildiğim kadarıyla bazı bitkileri tanıdıkça heyecanım katlanıyordu. Kolonilerde yaşamaya başlarken kurtarılanlar bu dünyadakinin çeyreği bile değildi. Kurtarılanların da çok azı yeniden üretilebilmişti. Burası bir hazineydi. Böyle çıldırmış halde dolaşırken havanın karardığını fark etmedim. Kaptan da bir süre önce kaybolmuştu. Geri dönmek için ne taraftan gitmem gerektiğini bilemiyor ve kaybolmaya devam ediyordum.
Not: Birkaç rüyayı birleştirip kurguladığım bir hikayenin ilk bölümüydü bu. Rüyalar birbirine benzeyince tek bir hikaye gibi yazıyorum :D Devam edecek :)
Etiketler:
Hikaye,
Karalamaca,
Öykümsü,
Rüya
3 Şubat 2019 Pazar
Hangisini Tercih Edersin Mim
Canım blog sana arada bir böyle seslenmeyi severim bilirsin yazılı günlük tutmayı beceremediğim için zaman zaman seni günlüğüm zannederim. Yine bir mim yazısıyla geldim artık bol bol mim yazarım söz sana. Bu mim ponçik jedi ustası obideep'ten geldi. O tam bir jedi tam bir çakıltaşı vampiri. Hem de domates yiyen vampirlerden bir de puding çorbası. Puding çorbası vampirler için su gibi hayati bir şey çünküsü sen bilmiyorsun. Ne diyordum? Haa mim eveet başlayalım bakalıım :)
1) Hangisini tercih edersin? Uçabilme yeteneğinin olmasını mı yoksa su altında da nefes alabilmeyi mi? Neden?
Şimdi bilenler bilir ben paraşütle atlama yamaçlardan uçma gibi değişik aksiyonlu şeylerin hayalini kurarım amaaa benim yükseklik korkum var blogcum. Öyle ki yükseklik korkum yüzünden dalışta bile panik atak geçirdim zamanında. Su altı araştırmalarını yapabilmek için hala dalış öğrenmem lazım işim zor valla. Mesela bir zamanlar evimiz dördüncü kattaydı balkona çıkarken duvara yakın dururdum uca yaklaşamaz ve balkon kırılacakmış gibi hissederdim çok kalamazdım orada. Cam asansörlerde de başım döner bakamam aşağıya. Ama karşıyı izlerim manzara güzel oluyor :) Bu korkunun nedenini buldum aslında aşarım belki ileride. Neyse tüm bu sebeplerden ötürü ben su içinde nefes alabilmek isterdim çünkü tahmin ediiin eveet üçüncü en büyük fobim boğulmak. Üçüncü çünkü birinci fobim hala örümcekler ve diğer böceklerle tahtını koruyor. öğğğ.. En azından boğulmak tehlikesi kalmamış olur :D
2) Hangisini tercih edersin? Sonsuza dek etrafının kitaplarla çevrili olmasını mı yoksa evcil hayvanlarla mı? Neden?
Kendimi kedilerin arasında hayal ettim bir an. Ama hayır hayır kedili kadın olmak istemiyorum. Hayvanları çok seviyorum minnoş bir muhabbet kuşum var hatta eskiden de çok kedim bir de köpeğim oldu ama ben bu soruya kitaplar olarak yanıt vermek istiyorum. Hayvanların sorumluluğu çok fazla bana Çakıl yetiyor hem kıskanır o küser sonra :)
3) Hangisini tercih edersin? Büyük ellere sahip olmayı mı yoksa büyük ayaklar mı? Neden?
Böyle acayip bir soru kimin aklına geldi çok merak ettim :D İnsan neden eli ayağı büyük olsun istesin ki. Normal kalmasından yanayım canım blog ellerim filan zarif kalsın iyi böyle :P
4) Hangisini tercih edersin? Geriye kalan hayatının tamamında çay içmeyi mi yoksa kahve içmeyi mi? Neden?
Ben ikisini de çok severim. Farklı çaylar denerim ve demlerken de özen gösteririm ritüel gibi. Fakat kahveyi de aynı şekilde severim. En sevdiğim orta şekerli türk kahvesidir. O nedenleee bu soruyaaa salep diye cevap vermek istiyorum :D Şaka şaka kahve olsun çay kansızlık falan yapar uzun süreli :D
5) Hangisini tercih edersin? Pilav üstü kuru mu yoksa köfte patates mi? Neden?
Pattis mi? Pattis zararlıı dikkat etmek lazım. Pilav da abartmamak lazım. Her şeye de bir itiraz ediyormuşum gibi hissettim şuan :D Köfteyi salatayla verin kuru fasulye de pilavsız ve etsiz gelsin anlaşalım :D
6) Hangisini tercih edersin? Sınırsız döner mi yoksa sınırsız kokoreç mi? Neden?
Bu soruları hazırlayan gecenin bir vakti acıkmış haldeydi anlaşılan. Kore dizilerini izlerken ben de öyle oluyorum yosunu bile öyle yiyorlar ki yosun bulsam yiyeceğim sanki o anda sorma blog :D Ama soruya gelecek olursak kokorecin yanına bile yaklaşmam ayy..
7) Hangisini tercih edersin? Ölüm saatini bilmeyi mi yoksa nasıl öleceğini bilmeyi mi? (Ölüm tarihini ve ölüm şeklini değiştiremiyorsun.) Neden?
Ben bu tür şeyleri düşünmekten korkarım. İkisini de bilmek istemezdim. Bilsem ne değişecek ya da ne faydası var ki.
8) Hangisini tercih edersin? 500 yıl gelecekte yaşamayı mı yoksa 500 yıl geçmişte yaşamayı mı? Neden?
Ben geçmişe gitmek istemem. Hep vahşet hep kötülük bıktım tarihten zaten. O yüzden geleceğe gitmek isterim hem geleceği daha çok merak ediyorum. Bakalım tahmin ettiğim teknolojiler gelişmiş mi, hangi hastalıklar çözülmüş, insanların derisi mavi olmuş mu, uzayda koloni var mı, benim müthiş torunlarım bu koloniye gidecek kadar çılgın mıymış, insanlar evrim geçirip solungaç sahibi olmayı başarmış mı bir görmek isterim.
9) Hangisini tercih edersin? Her yıl yenilenen tek seferlik uluslararası bir uçuş bileti mi yoksa yurt içinde geçerli sınırsız uçak bileti mi? Neden?
Uluslararası bileti tercih ederim. Yurt içinde istediğim zaman uçabilirim zaten bana diğeri daha mantıklı geliyor. Her yıl başka ülkeye gider gezer gelirim ne güzel
10) Hangisini tercih edersin? daha çok dinlemeyi mi daha çok konuşmayı mı? Neden?
Konuşmanın bir manası yok karşında seni içtenlikle dinleyen birisi olmadıkça. Ben genelde dinlemeyi severim. Çok az insan çenem düşüp saçmalayacak kadar bir rahatlıkla konuşturabilir beni çünkü içten dinlediklerini bilirim :)
Şimdi ben yapmak isterlerse uyuşuk hayalperest, ebemkuşağı, sessizkaldım, berlin, inciden notlar, incirli kurabiye, sevkoz, mutlu anlar koleksiyoncusu ve yapmak isteyen herkese gönderiyorum bu mimi :)
Etiketler:
Mim
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)