15 Ağustos 2012 Çarşamba

~Yoronuminchari Kınyeedorika~




  Güneşte hayat ne kadar zordur şimdi. Biz bir damla ışığına tahammül edemezken Güneşinsanları onun derinliklerinde yaşıyorlar. Gerçi öyle bir yerde olduklarına göre biyolojik yapıları bizden çok farklı olarak bulundukları lav koşullarına göre gelişmiştir; fakat, yine de bir nebze serinliği hayal ettiklerinden eminim. Arada bir, başka yıldız ve gezegenlere gidip tatil yapıyorlar mı diye merek ediyorum. Tatil için İnsanların gezegenine gitseler onlara göre çok soğuk olacağından evlerine hasta bir şekilde dönerlerdi herhalde.


  Marslılar da ayrı bir alem. Olimposlular ve Marinerisliler büyük bir savaş başlatmışlar. Nedenleri de zaten az olan sıvı suyu ve kutup buzlarını paylaşamamalarıymış. Bana sorarsanız asıl sebep bilinen en yüksek rakıma sahip olan Olimpos'da yaşayan Marslıların, yine bilinen en büyük kanyon olan Marineris Vadisi'nde yaşayanları küçük görüp sömürmek istemeleridir. İnce atmosferlerinde soludukları demir oksit de yeterli değilmiş aldığım haberlere göre. Bu güne kadar Marslıların aşırı zeki olabileceklerini düşünüp durdular. Fakat şu işe bakın ki karbondioksidi işleyerek yeterli buz üretmeyi akıl edememişler henüz.

  İşin komik tarafı onların ne suya ne de buza ihtiyaçlarının olmaması. İnsan bilim adamları yaşam için suyun şart olduğuna inanırlardı bir de. Fakat Marslıların biyolojik yapısının su yerine metana ihtiyaç duyduğunu keşfedince çok şaşırdılar. Dedim ya bu Marslılar ayrı bir alem, suyu ve buzu ihtiyaç sebebiyle değil de geliştirmeye çalıştıkları su silahları ve inşa ettikleri eşsiz saray ve şatolarında kullanmak için istiyorlarmış. İşleri çok zor doğrusu...

  Bu arada Sirius yıldızları arasında plazma savaşları çıkmış. Kardeş yıldızların kardeş halkları olmalarına rağmen birbirlerine bu kadar yakın olunca yıldızlarında yakıt olarak kullandıkları plazmayı paylaşamaz olmuşlar. Üstelik paylaşamadıkları plazmayı kullanarak savaşıyorlarmış! Yorgan gitti kavga bitti hesabı olacak onlarınki anlaşılan.



  Geçenlerde iki büyük karadeliğin prens ve prensesleri evliliklerini hükümdarlıklarını birleştirerek kutladılar. İki karadelik de tek bir krallık altında birleştirildi. Kutlamalar şahaneydi, ortaya çok güzel bir ışık gösterisi çıkmıştı. Fakat tören sona erince yine soğuk hallerine geri dönen halk ve yaşadıkları yeni ve büyük karadelik, her zamanki doğal davranışlarıyla evrende karanlık ve sessiz bir şekilde süzülmeye başladılar. Şimdi, kibirli bir şekilde, önlerine çıkanı yutuyorlar.



  Jüpiterlilere acıdığım kadar kimseye acımıyorum sanırım. Yazık gerçekten. Yaşadıkları gezegenin şartları nedeniyle çok karışık bir solunum sitemleri var. Bu nedenle aşırı hassas ve alerjik birer bünyeye sahipler. Kendi gezegenleri dışında hiçbir yerde yaşayamıyorlar. Mavi gezegende yaşamaya çalışan bir koloninin tamamı oksijen zehirlenmesi ve grip virüsü nedeniyle ağır hastalıklar sonucu hayatını kaybetmişti. Bunun sonucunda başka bir göç olayına girişmeye cesaret edemediler hiçbir zaman.

  Şimdi dursunlar durdukları yerde, kocaman gezegen, neyini beğenmiyorlar diyenler var tabii. Fakat Jüpiter'de öyle korkunç ve karanlık iki yaşam formu daha var ki akıllara zarar. Lavtromozoruslar ve Prinhameteromlar.. İki ırk da etçil ve vahşiler. Jüpiterlilerin onda dokuzu onlara yem olarak hayatını kaybediyor.

  Lavtromozoruslar, Dünya gezegeninde bir zamanlar yaşamış olan dinozor ırkına benziyor. Damarlarında kan yerine lav akar ve derileri de neredeyse taş kadar serttir. Kendi aralarında iki türleri var. İlk türün genel özelliği sürü oluşturmamaları ve bir Jüpiterliyi çiğnemeden yutacak kadar büyük olmaları. İkinci tür ise o kadar küçük ki Mavi gezegendeki çekirgelere benziyorlar. Bunların genel özellikleri ise sürü halinde yaşamaları ve saldırdıkları canlıyı beş dakika içinde yiyip bitirmeleri. Lavtromozorusların iki türü de geceleri avlanırlar ve bir Jüpiter yılı boyunca aç kalsalar da yaşayabilirler.

  Prinhameteromlar ise yine Dünya'da yaşayan piranalara benziyor. Fakat onlardan farklı olarak hem uçabiliyor, hem karada yaşayabiliyorlar. 3orn (Dünyada kullanılan 5 metreye denk gelir) genişliğindeki kafatasları çok serttir ve gelişmiş bir zekaya sahiplerdir. Sürü halinde yaşar ve sürü halinde saldırırlar. Dişleri çok büyük ve zehirli, sonradan evrimleşmiş pençeleri ise 10seon (Dünyada kullanılan 100 ton) kuvvetinde güç uygulayabilir.

  Bu şartlar altında Jüpiterlilere acımadan edemiyorum. Umarım bir an önce kendilerini savunmanın bir yolunu bulurlar veya kendilerine uygun bir gezegen keşfederler. Onlardan önce bizimkiler keşfetse bile yardım etmek için onların göç etmesine öncelik vermeyi amaçlıyoruz.


  Mavi gezegenden laf arasında bu kadar bahsetmişken oradan da biraz havadis vereyim bari. İnsanlar en başından beri kör olmaya o kadar meraklı ki anlatamam. Yıllarca evrende yalnız olmadıklarına inanan sağduyularıyla birlikte kendi ilkel yöntemleriyle uzayı araştırıp durdular. Daha önce de değim gibi bir yaşam formunun olabilmesi için suyun şart olduğuna inanıyor ve bu nedenle pek çok ayrıntıyı kaçırıyorlardı. Dünyaya giden Jüpiter kolonisinin gizliliği deşifre olmasaydı daha arayıp da bulamamaya devam ederlerdi kesinlikle.



  İlk kez uzaylıların varlığını kesinlikle kanıtlayan deliller buldular ya, bir de şanssızlık üzeri koloniye karışan bir Marslıyı ölmeden önce konuşturmayı başardılar ya şimdi tüm dikkatleriyle Jüpiter ve Marsa yoğunlaştılar. Bir de öyle bir korkuyorlar ki kendi dilimde bunu ifade edebilecek bir sözcük yok, sanki Jüpiterliler ve Marslılar gelip hepsini akşam yemeği yapacak. Cık, cık, cık.. Bu huylarını sevmiyorum işte. Ama Jüpiter'e gitmeyi başarırlarsa ve bir Lavtromozorus veya Prinhameteromla karşılaşırlarsa görürüm ben onları. Canavar öyle değil böyle olur diye mesaj gönderirim o zaman hepsine hahahaa..

  Kaç seferdir yanımızdan geçiyorlar daha varlığımızı fark edemediler yahu.. Bir de topraklarımızdan örnek alıp kendi laboratuvarlarında inceliyorlar. Aman, fark etmesinler zaten. Biz uzaylı türleri kendi aramızda yeterince kalabalığız, ayrıca bin yılda bir olan savaşlar dışında huzurumuz yerinde. Şimdi onlarla iletişim kurmaya başlarsak huzur falan kalmaz kimsede. Kendi yaşam alanlarını mahvettikleri gibi bizimkini de çürütürler neme lazım! Evrendeki en zeki yaratık olduklarını düşünerek kibirlendikleri yetmiyor gibi buna tezat bir şekilde gezegenlerini öldürmeye devam ediyorlar. Sanki ellerinde bir yedeği varmış gibi. Lavtromozoruslarla evimi paylaşırım da onlarla paylaşmam, hah şuraya yazıyorum!

  Ya, hadi her şeyi geçtim de, bir de öyle unutkanlar ki.. Ateşi Güneşinsanlarından öğrendiler, birbirinden eşsiz yüksek binalar yapmayı Marslılardan, yazı yazmayı Jüpiterliler ve bir zamanlar çok büyük krallıkları olan Venüslülerden öğrendiler. Venüslüler geçen milyar yıl önce toplu göçlerle Samanyolu'nun diğer tarafında başka bir gezegene taşınmışlardı. Şimdi ana gezegenleri bomboş duruyor. Bir kısmı da İo'ya taşınarak bize komşu oldular. Nerede kalmıştım? Hah, hatırladım! Bizden de astronomiyi ve denizciliği öğrendiler ama hatırlayan nerdee... Öyle garip bir ırk ki şu insanoğlu bunca şeyi nereden öğrendiklerini hatırlamadıkları gibi tanışmayı çok istedikleri uzaylılarla bir zamanlar haşır neşir olduklarını da unutmuşlar. İçlerinden bazısını çok sevsem ve birkaç bilim insanıyla düzenli olarak iletişim kursam da geriye kalanını sevmiyorum. İletişim kurduklarım da harbi karakterli kişilikler doğrusu. Bana ve halkıma bu güne kadar ihanet etmediler ve varlığımızı gizlememize çoğu zaman yardımcı bile oluyorlar.

  Biz mi?

  Biz Europalılarız. Jüpiter'in etrafında dönen bir uydu olsa da dünyamızda oradaki gibi korkunç yaratıklar yok. Buz kaplı yüzeyin altındaki kocaman okyanusta yaşasak da bazı günler yüzeye çıkıp başka gezegenlerden geziye gelen kampçılar ile iletişim kuruyoruz. Konuşmaya yarayan ağızlarımız yok fakat bunun yerine çok işlevsel bir yeteneğimiz var. Hangi dilde olursa olsun düşünceleri duyabiliyor, anlıyor ve zihinlerimizle cevap verebiliyoruz. Bu aralar çoğumuz karma ırklardan oluşan ve bu yüzden iletişimsizlik sorunu yaşayan gezegenlere tercümanlık işleri için göç ediyoruz. Bir de manyetik alanları kontrol edebilen evcil Minyontrelelallerimiz ile zaman zaman Samanyolu'nun merkezindeki terk edilmiş karadeliği kontrole gidiyoruz. Oranın halkı karadeliği terk ettiğinden beri kontrol altında tutma görevi halkıma devredildi çünkü diğer ırklarda bunu yapabilecek bir teknoloji bulunmuyor.

  Ben gezegenlerarası iletişim görevlisiyim. Bu günlerde çok değer gören bir meslek. Pek çok gezegeni ve yıldızı dolaşıyor ve pek çok önemli kişiyle iletişim kuruyorum. Bütün ırklar insanoğlundan uzak durmamız konusunda hemfikir. Tabii ben meslek alışkanlığı olarak gizliliği ön planda tutup daha önce de söylediğim gibi birkaç Dünyalı ile görüşmeye devam ediyorum. Halkımın ortalama ömrünün iki milyar yıl olduğunu söylemiş miydim? Tabii buna oranla bir bebeğin dünyaya gelme süresi de çeyrek milyar yıl sürüyor. Böylece uzun yıllar yaşayıp da zamanında Einstein gibi dehalarla tanıştığım için şanslıyım. İnsanoğlunun gerçekten çok kısa bir ömrü var. Yazık ki değerini bilmiyorlar.




  Her neyse, daha bahsedecek çok şey var fakat artık başka sefere. Şimdi anne tarafımdan on ikinci dereceden kuzenim ve onun yeğeni ile Andromeda'da bir gezegene ve oradan sonra da Sombrero galaksisine ve sonra da Hoag'ın merkezine birkaç araştırma gezisine gideceğiz, tabii bu arada küçük bir tatil planımız da var. Oralarda çok sayıda bulunan ve rahatsız edilmedikçe saldırmayan Çimakamabolar tarafından ısırılıp iğnelerinde bulunan enzime karşı olan alerjimden ölmeden dönebilirsem, geriye kalan evren dolusu şeyden de bahsedeceğim. Haydi bakalım; Pika pika, yoronuminchari kınyeedorika... Soomasdenuri kapushauiyondekimika zenite aui hichikomonarabootastanayoo! (Güle güle, huzur başınıza taç olsun... Dilerim insanların zulüm dolu merakları değişmeden bizi bulmazlar!)

~Sessizgemi~

14 Ağustos 2012 Salı

15 Yıl Sonra


  Bir önceki mimin ikinci filmi gibi bu mim de :) Sevgili Pembe Evren'den gelen bu mimde bize tek bir soru yöneliyor yine: Gözlerinizi kapatın ve 15 yıl sonrasını düşünün, kendinizi hayal edin, nerede olurdunuz, nasıl olurdunuz, neler yapardınız? İşte birazdan bu soruyu cevaplayacağız kavanozdan blog sıkı dur :) Ve unutmadan, mim için teşekkür ederim Pembe Evren ^^

  Şimdi daha önce de söylediğim gibi hayallerim uçuk kaçıktır benim. Yani Ay'da fanustan bir şehirde çiftlik sahibi olduğumu bile hayal edebilirim o derece. Bu nedenle saçmalayabilirim, önceden uyarayım ama sanırım düzgün yazacağım ya ben bunu bilemiyorum şimdi :)

  Gözlerimi kapatmıyorum, gözlerim açık düşünmeliyim yoksa nasıl yazıcam, sorarım? Maazallah kavanozdan blogun camları falan kırılır gözlerim kapalıyken..

  Yine berbat espri yaptım değil mi, neyse gelelim mime:

  15 yıl sonra 35 yaşında teyze oluyorum böhüeee... Bak daha gençliğime doyamadan yaşlandım iyi mi, çabuk bitirelim bence bu mimi tekrar genç olacağım ben (:

  Tam şu andan 15 yıl sonrasına canlı bağlanıyoruz, evet..

Hmm buna benzer ama tam değil işte hayal edin :)

  Elimde sıcak bir kahve var.. Evimin önündeki bembeyaz iskelede (aslında iskele benzeri balkon bozması geniş ferah bir şey) denize karşı oturmuşum, masam gölgede kalıyor. Serin bir rüzgar var. Yazmak istediğim kitaplar sonunda basılmış bile. Okurlarımdan gelen maillere bakıyorum ve bir yandan da kavanozdan bloga yazı giriyorum. LastExile'ıma kardeş dizüstü bilgisayar almışım önümde açık ve Bigbang çalıyor. Buralara konsere bile gelmişler çoktan ve ülkemizi pek bir sevmişler, hatta Türkçe bir şarkı yapmak istiyorlarmış. Hayallerimin bir kısmını gerçekleştirmişim mesela Koreceyi çok iyi konuşuyorum, Korece kaynaklardan çeviriler yapıyorum. Yakında dünya turuna çıkacakmışım hem de karavanla, oh mis.. Yamaç paraşütü bile yapmışım, dağcılık ve Akdeniz'in ortasında dalgıçlık yapıp su altı fotoğraf koleksiyonu bile yapmışım waow! Kozmos sonunda beni anlamaya başlamış, pozitif enerjime pozitif cevap veriyor.

  Sonra bilgisayarı kapatıyorum bir takım eşyalarla birlikte çantasına kaldırıyorum, kahve fincanımı orada bırakıyorum, akşam toparlarım. Sonra masadan kalkıyorum. Bisikletimle beraber yollara düşüyorum. Araba kesinlikle kullanmıyorum. Bir kafem var oraya gidiyorum. İsmi "Sakura" hatta ikincisini açmayı planlıyorum. Kafe ama üst katı karaoke bar. Tam gençler için uygun bir mekan.   Masaları köşesiz camlardan oluşuyor ve yaptığım resimleri o camların içinde sergiliyorum. Kafenin arka tarafında bir bahçe var orada pek çok masa serpiştirilmiş,  bazı yerlerde de masaların yerine kocaman minderler var. Müşteriler en çok orayı seviyorlar. Ders çalışmak isteyen gençler orada daha iyi konsantre olduklarını söylüyor. Kafedeki işlerimi kontrol ediyorum sonra oradaki elemanlarıma erken çıkacağımı söyleyip ayrılıyorum. Hazırlanmam lazım, akşam eski ve yeni dostlarla buluşup hasret gidereceğiz, dedikodu yapacağız ve eğleneceğiz. Annem memlekette yazlıkta olduğu için bütün yemek yapma ve iskelede oturacak yerleri düzenleme işini tek başıma hallediyorum, yanımda olup yemeklerim güzel olmuş mu oturacak yerler iyi mi söyleseydi çok iyi olurdu, neyse..

  Akşam oluyor bütün arkadaşlarımla toplanıyoruz evin önündeki iskelede. Birbirini tanımayanları tanıştırıyoruz. Kimi eşiyle gelmiş kimi sevgilisiyle. Sohbet, muhabbet, dedikodu.. Eğleniyoruz.. Masalarda oturmuyoruz çünkü çok rahatsız, yerlerde kocaman minderler var onlar yetiyor. Bilinmeyen bir yerden de müzik sesi geliyor hafif. Herhalde LastExile'ın kardeşinde müzik listem çalıyor. Herkes yemeklerimi çok seviyor, tarif alanlar bile var. Gözlerim köşede duran, bir zamanlar terk ettiğim metal yığınına takılıyor. Gülümsüyorum. Hayat sürprizlerle dolu diye düşünüyorum. Sonra bilinmeyen biri tarafından dansa kaldırılıyorum. Omo! Kim ola ki o? Sonra zaten saat on iki olmadan evli evine köylü köyüne, kimse balkabağı olmak istemiyor.. Sonra uyumadan temizlik işine girişiyorum etraf böyle darma dumanken uyuyamam yoksa, temizlik bitince de çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma yüklüyorum...

Bu ne güzel bir şey öyle bundanım da olsun mu adı her neyse artık? Olsun, olsun ^^

  Yine saçmaladım haha, neyse bir mimin daha sonlarına geldik kavanozdan blogun akide şekerleri..

  Bu mimi hikaruivy çinguma gönderiyorum :) Ne çok mim dolaşıyor etrafta vallahi sıcaktan yazamadığımızın acısı çıkıyor hahahaa ^^

  ~Sessizgemi~

En Eski Anı…


  Yine yepyeni bir mimle karşınızdayım kavanozdan blogun elfleri ve perileri.. Mim Hikaruivy çingumdan geliyor, konusu hatırladığımız en eski anıymış. Biraz nostaljik biraz eğlenceli bir mim olacağa benziyor :) Hele ben 3 yaşlarıma kadar her şeyi parça parça da olsa çok net ve daha eskileri de hayal meyal hatırladığım için bakalım neler çıkacak ortaya ^^ Çingum mim çok güzel bana da gönderdiğin için çok teşekkür ederim <3 (Kalp yaptım da olmadı sankim, olmuş sayarız biz de) Biraz heyecan yaptım şimdi iyice bir düşünmeliyim, çocukluğum da çok aksiyonlu geçmiştir benim haha :D

  Şimdi desem ki annemin nişan törenini hatırlıyorum ermiş falan sanırsınız ya da deli dersiniz her halde. Yok değilim, nasıl bir hayal gücüm varsa artık fotoğraflardan ve anlatılanlardan canlı yayın gibi hatırlıyorum nişan törenini hahahaa :)

  Neyse şimdi düşünüyorum hatırladığım en ama en eski anı neydi...

  Plastik, beyaz bir masanın alttan görünümü. Annemin kucağındayım. Beni biraz kaldırsın etrafı göreyim istiyorum ama beni anlamıyor. Gece, rüzgar çok serin. Mutlu olduğumu hatırlıyorum. Babam sakallı falan onu hiç öyle sakalları uzamış hatırlamıyorum başka zamanlar. Herhalde görevde olmadığı bir zamandı ki o kadar uzatmış. İki yabancı kişi daha var masada. Gülüyorlar, konuşuyorlar ama ben onları anlamıyorum. Kimsenin ne konuştuğunu anlamıyorum sadece yüzlerindeki ifadelerden mutlu mu üzgün mü olduklarını anlayabiliyorum. Sonra masanın üzerini görememek ve insanların yüzlerine aşağıdan bakmak canımı sıkıyor, gözlerimi kapatıyorum. Sonra sanırım uyuyorum. Anneme bunu anlattığımda çok şaşırdı. Etrafı öyle net hatırlıyorum ki ona anlattığımda nerede olduğumuzu hatırladı. İskenderun'daymışız ve bir iskelede balık yiyorlarmış. Yemek yerken de beni dizlerine oturtmuş bir eliyle sıkıca tutuyormuş falan. Daha kucakta taşınacak bir dönemdeymişim, ne düzgün konuşuyormuşum ne de bir yerde sağlam oturabiliyormuşum. Bunu öğrenince de ben şok geçirdim, uuu hafızaya bak o.O



Sonra..

  Babamın yıllık izini miydi yoksa sadece annemle mi gitmiştik orasını tam hatırlamıyorum. Memleketteyiz. Tam bir kaşif havasındayım, bulduğum kayaların altını bile incelemeye çalışıyorum, karınca yuvalarına çöp atıp geri çıkarmalarını izliyorum falan. Komşumuzun bahçesine giriyorum, elma ceviz ve incir ağaçları var benim bakış açımdan dev bir ormandayım :) Yeşil, epey yaşlı duran dev bir kurbağa çıkıyor karşıma. Ve benden hiç kaçmıyor, iyice yanına gidip yere oturuyorum (üstüm mü kirlenecekmiş kurbağacık üstüme mi atlayacakmış hiç umurumda değil düşünmüyorum bile) Neyse iyice inceliyorum onu, üzerinde kahverengi lekeler var, kocaman ağzı gülüyormuş gibi duruyor ve ben hiç umurunda değilmişim gibi boş boş bakıyor öylece. Sonra ona bir şeyler anlatıyorum, epeyce bir zaman konuşuyorum onunla. Ne anlattım o kadar ne söyledim Allah bilir :) Bir de sanki beni anlıyormuş gibi konuşuyorum dikkatlice. Sonra annemler beni yemeğe çağırıyor, eve gel artık diye sesleniyorlar, anneannemin evi ve bahçesiyle komşumuzun bahçesinin arasında ince bir duvar var sadece o nedenle beni hem duyabiliyor hem de görebiliyorlar. Kurbağanın yanından ayrılmadan önce ona söylediğim şeyi çok net hatırlıyorum "Benim gitmem gerek annem çağırıyor, sen de annene git merak etmesin. Ben yine gelicem seni görmeye ama başka kurbağa mı yoksa sen mi olduğunu anlamam için beş kere vıraklaman gerek tamam mı? Anlaştık öyleyse görüşürüz!" İşte böylee.. Tekrar gittim tabii onu görmeye ama yoktu yerinde. Kim bilir neler anlattıysam çeneme dayanamayıp arkasına bakmadan kaçtı herhalde :)

  Başka bir anı da şöyle.. Buzdolabının kapısını sonuna kadar açmış sarı ışığının altında dolabın alt kısmına eğilmişim. Çok net hatırlıyorum neden gizleniyorsam bizimkilerden gizli gizli salça kutusunu yarıya kadar bitirdikten sonra kiraz dolu bir poşeti yaymışım dolabın içine orada atıştırıyorum. Hayır poşeti dışarı çıkarmak falan da gelmiyor aklıma öyle dolabın içinde yiyorum. Tadı da bir başka gizli gizli yiyorum ya hala hatırlıyorum tadını. Sonra annem sesleniyor dönüp arkama bakmamla flaş patlaması bir oluyor. Meğer beni görmüş de gidip fotoğraf makinesini almış resmimi çekiyor. Ağzım burnum kiraz olmuş, elimde hala birini yemeye çalışırken çok komik bir fotoğraf hala saklıyorum :)




  Bir keresinde de bir hayvanat bahçesindeyiz. Hayvanları çok seviyorum ama kafeslerde olmaları hoşuma gitmiyor. Annemin kucağından iniyorum, o kadar küçüğüm ki insanların yalnızca upuzun bacaklarını görüyorum, yüzlerini görebilmek için epeyce bir başımı yukarıya dikmem gerekiyor, ve insanlar dev gibi görünüyor gözüme. Ayaklarıma takılmadan yürüyebilmek için adımlarıma bakıyorum hep, sonra rengarenk bir kuş dikkatimi çekiyor. Kafeste değil öyle ortada canı nerede isterse orada dolanıyor, benden çok büyük, hele kuyruğu kendisinden büyük. Tavus kuşu. Onu yakalamak istiyorum yaklaşıyorum, o da bana bakıyor öylece. Kaçmasın diye yavaşça gidiyorum. Tam yakalamak üzereyim yine annem giriyor araya bana sesleniyor. Yanlış bir şey mi yaptım diye düşünerek dönüyorum, yine flaş.. O tavus kuşu arkadaşla rengarenk bir fotoğrafımız olmuş oldu ama ışıktan korkup kaçtığı için arkamı dönmemle hayal kırıklığına uğramam bir oluyor. Etrafa bakıyorum görsem peşine düşeceğim ama yok. Meğerse hemen yanımızda kulübesi midir neyidir o varmış onun tepesine çıkmış korkak kedi. Tabii o kadarcık boyumla göremiyorum annem yandan da bir resim çekince benim şaşkınca arayışım ve onun tepedeki asaleti hatıra kalıyor :) Yıllar sonra resimlere bakarken fark ediyorum onun o kulübemsi şeyin tepesinde olduğunu, o zamana kadar nereye gitmişti ki diye düşünüp durdum hep :)

Benim tavus kuşum daha güzeldi tabii :)

  Bu seferki beş yaşımdan bir anı. Kendimi zorla okula yazdırttım kimse ağlamama dayanamadı ve okul müdürü de babamın ısrarıyla kabul etti. Öğrenmeye çok hevesliydim o yaştan beri. Okula uyum sağlamakta biraz zorlandım. Harfler, fişler falan iyiydi ama matematik daha o zamandan korkulu rüyamdı :) Ev ödevlerimde halının ortasına serilir, bir yanımda babam diğer yanımda amcam hem o ödevi anlamam için hem de doğru düzgün yapabilmem için uğraşırdık. Neyse işte Alanya'daydık o zaman Yeşilköy çok güzeldi. Her yer muz bahçesi. Okula hiç normal yoldan gitmezdim hep o bahçelerin içinden dolaşırdım korkusuzca. Bir keresinde bahçelerden birinden geçerken yaşlı bir amca beni hep gördüğünü, muzlara saldırmadığım için sevindiğini söyledi. İstersem bir tane alabileceğimi söyledi hatta daldan koparıp bir tane verdi. Yeşil olduğuna aldırma dolaba koyarsan sararır dedi. Ama tabii ben kurallara bağlılığımla ünlüyümdür. "Yabancılardan hiçbir şey alma!" konusunu çok ciddiye aldığımdan amca daha bir şey söyleyemeden arkama bakmadan kaçtım, bir daha da bahçelerden geçmedim :)

  Yine okuldan bir anım. Daha kendimi zorla yazdıralı çok olmamıştı. Ben taş toplamayı severim, farklı taşları ve dal parçalarını toplayıp toplayıp çantamda biriktirirdim tabii annem de eve döndüğümde hepsini çöpe atardı, onu bu konuda çok bıktırdım doğrusu. Hala çakıl taşı toplarım ama artık atmıyorlar çünkü öyle torbalar dolusu toplayıp getirmiyorum :) Neyse işte teneffüs arasıydı okulun bahçesinin duvarından atlayıp diğer tarafa geçer orada saklambaç falan oynardık. Ben yine güzel çakıl taşları buldum, içlerinden en güzellerini seçmeye başladım. Sonra kafamı kaldırdım bir baktım kimsecikler yok etrafta. Meğer zil çalmış kimse de bana haber vermeden koşmuşlar sınıfa. Telaşlandım ilk defa geç kalıyordum, çok korktum. Okula girdim ama sınıfı bulamadım, başka bir sınıfa girdim. Ortaokul düzeyiydi sanırım. Öğretmen bana ben öğretmene bakıyorum, ağladım ağlayacağım o derece yani. Yazık öğretmen de bana acıdı herhalde gülümsedi. "Sınıfını mı bulamadın?" dedi, başımı sallayınca da "Tamam otur ablalarının yanına, ders bitince seni sınıfına götürürler" dedi. Fen dersiydi, anlamıyordum ama ne anlatılıyorsa dinlemek hoşuma gitmişti :)




  Bir de hep erkek çocuklarını döverdim ben ya. Ama öyle durduk yere değil. Benimle uğraşırlardı, saçımı çekerlerdi ya da güne gittiğimizde komşu çocukları benim tabağımdaki pastaya saldırırlardı falan. Yani hakkımı korumak amacıylaydı hepsi. Oturup ağlayacağıma ya da anneme şikayet edeceğime önce çocuğu uyarır sonra saldırırdım. Bir keresinde çocuğun biri beni öyle sinir etti ben de öyle bir ısırdım ki onu komşumuzla annem ömür boyu küsüştüler, olay çıktı resmen :) Öyle nazlanan ağlak bir kız çocuğu değildim. Başka kızları da korurdum böyle oğlanların eziyet ettiğini görünce hepsine saldırır kaçmalarını sağlardım :)


  Eh böyle düşündükçe bir şeyler daha çıkar ortaya en iyisi burada bitirmek :) Mim çok güzeldi, çok sevdim. Şimdi bunun bir farklısı mim var onu yazacağım ama önce bu mimi deeptone, Kuulumsu, Madam Patapuff, birgaripSeyma ve narsistprenses'e gönderiyorum. Aranızda yapan var mı bilmiyorum ama yapmadıysanız hadi klavyenin başına lütfen :)

~Sessizgemi~

10 Ağustos 2012 Cuma

~Çok Gürültülü ve Çok Yakın~

  
  Berbat derecede güzel bir film izledim. Berbat dediğime bakmayın bu kelimeyi bu kez amacı dışında kullanıyorum.. Beni etkileyen ve ağlatabilen çok az film vardır, bu da onlardan biri oldu ve hayatım boyunca bir daha unutabileceğimi sanmıyorum.. 

  Bazı filmler vardır, izleriz izleriz fazla bir şey hissetmeyiz. Genellikle film bittikten sonra genel olarak bir şeyler hissedebiliriz. Umut, acı, mutluluk, neşe, üzüntü ve daha bir çok duygu... Bir film izleriz en başından beri gerçekten üzülebiliriz fakat filmin sonunda öyle bir şey olur ya da öyle bir şey söylenir ki en unutulmaz sahne o olur, ruhumuza işler ve bizi hiç olmadığımız kadar ağlatabilir..

  Bir film izledim, ne sonuydu beni etkileyen ne başı.. Aksine neredeyse her sahnesinden, söylenen her sözden etkilendim.. Film boyunca çalan piyanonun her notası ruhuma işledi.. Yalnızken izlediğime sevindim çünkü ağlarken izlenmekten hiç hoşlanmam. İlk defa bir filmin atmosferine bu kadar kapılıp söylenen her şeye bu kadar ağladım..

  "Şu anda tüm insanlık tarihi boyunca ölen insandan daha fazlası yaşıyor. Ama ölü insanların sayısı artıyor. Bir gün artık kimseyi gömecek yer kalmayacak. Peki ölüler için aşağı doğru yapılan gökdelenlere ne dersiniz? Yaşayanlar için yukarı doğru yapılanların altına yapılabilirler. İnsanları 100 kat aşağı gömebilirsiniz ve yaşayanların dünyasının altında koca bir ölüler dünyası olur..." Film bu replikle başlıyor... Bu cümleleri duyduktan sonra boşuna izleyeceğiniz bir film olmadığını anlıyorsunuz..

  Filmlerin efendisi deeptone'un önerdiği filmlerden biriydi bu, daha fazla geciktirmeden izlediğime seviniyorum çünkü gerçekten harikaydı. Filmin bir de kitabı varmış ama hiç okumamış hatta duymamıştım, onu da listeme aldım.. Konusunu anlatmayacağım zaten beceremem.. Bunun yerine onun yazısına göz atabilirsiniz Tık Tık..  

  Şu an film hakkında pek çok şey söyleyebilirim ama susmakla yetiniyorum. Bazen sessizlik daha çok şey anlatır insana.. 

  Ve bir şey fark ettim.. Filmin, yaşı küçük olmasına rağmen ruhu ve kalbi büyük kahramanı, zeki ve duyarlı Oskar sayesinde.. Ben de anneme yeteri kadar onu sevdiğimi söylemedim.. Bundan sonra günaydın yerine hep seni seviyorum anne diyerek uyandıracağım.. Bir de, benim sekiz dakikam hayatımın sonuna kadar asla bitmeyecek..

  Ve bir şey daha.. Bence bu filmi herkes izlemeli, bir şey kaybetmezsiniz aksine bir şeyler kazanırsınız.. Onun için şu fragmanla başlayın derim..




~Sessizgemi~

9 Ağustos 2012 Perşembe

~Rüzgarın Kraliçesi~



  Evrenin tüm ağırlığını avuçlarında hissediyordu o an. Oysa ki ne dönmeyi unutan bir elektrondu şimdi ne de gök kubbeyi taşıyan Atlas ile bir akrabalığı vardı. Yoksa Zeus bir hiç uğruna onu da mı cezalandırmıştı? Nerede hata yaptığını düşünürken bir şeyin ensesinden tutup onu derinlere sürüklediğini hissetti. Karanlık ama aynı zamanda şeffaf bir sıvı onu yutuyordu sanki. Boğulmuyordu fakat aldığı her nefesin sesi onbin elektrikli süpürgenin sesine eşdeğerdi.

  Bir çeşit korku, yüreğinin yerinden fırlayacak derecede şiddetli atmasına neden oluyordu. Fakat neyin korkusuydu bu? Hiçbir fikri yoktu. O an gözlerini açık tutabildiği kadar görüyor, işitebildiği kadar duyuyordu ama zihninde çalışan küçük adamlar aldıkları verilere yabancı gibi tepkisiz kalıyorlardı.

  Gözlerini kapatıp her açtığında tıpkı bir slayt gibi farklı bir sahneyle karşılaşıyordu. Birkaç insan yüzü... Bir aracın tavanı.. Kızgın güneşin altında dalgalanan mavi bir gökyüzü, ah gözleri de kamaştı işte... Uğultulu bir yerde şekilsiz bir tavan ve sayamadığı kadar çok insan.. Nereye götürüldüğü hakkında bir fikri yoktu ve bedeninin peşinden sürükleniyormuş gibi tuhaf hissediyordu fakat paniklemesi gerekirken bunu bile düşünemeyecek durumdaydı.

  Bir tahttaydı şimdi. Ama garip bir tahttı  bu. Üzerinde oturmuyor, yatıyordu. Hareket ediyordu taht. Zeus onu bir kraliçeye dönüştürüp rüzgarın hükümdarlığını mı vermişti yoksa? Soluk pembe kıyafetler içinde insanlar vardı şimdi yanında. Sonra onlara beyazlar içinde birileri daha katıldı. Kaç kişi olduklarını saymak istedi ama sanki rakamlar da ağırlaşmıştı kendisi gibi, sayamadı. Yoksa bir taç giyme töreninde miydi? İçlerinden biri Herakles olmalıydı, Zeus'un elçiliğini yapmak için buradaydı herhalde, bir heykel gibi kusursuz bir yüze sahipti ama biraz yaşlıydı, hayal kırıklığı.. Herakles olmasa bile muhakkak o dünyaya ait birisiydi. Fakat anlaşılan kötü kalpliydi çünkü bir kraliçe olmasına aldırmadan canını acıtarak koluna bir serum bağlamıştı.

  Ah, bu durumda hastanede olmalıydı. Zeus'un ne zaman ne ceza vereceği hiç belli olmuyordu. "Genç hanım, fazla sıvı kaybına uğramışsınız ama endişelenmeyin serumdan sonra bir şeyiniz kalmayacak..." diyordu Herakles'imsi orta yaşlı adam. "Ah, tamam.. Fakat ben bir kraliçeyim, lütfen saygı gösterin, genç hanım yerine majestereleri daha uygun.." diye cevap verdi. Evet sahiden de komik bir şekilde 'majestereleri' demişti..


Bunlar da Rüzgar Şatoları olmalı :)


~Sessizgemi~

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kötü Hissedince


  Farklı şeyleri bir araya getirip yeni bir şeyler ortaya çıkaran, duyarlı, hayal gücü süper, yürüyen ansiklopedi, filmlerin ve kelimelerin efendisi, sade ve derin sevgili deeptone yine güzel bir mim göndermiş bana. Teşekkür ederim deep..

  Bu mimi yaparken White Lion-When The Children Cry dinlenmeli denmiş, ben de katılıyorum hatta bu müziği listenize bile ekleyip arada sırada dinlemelisiniz. Ritme ve sese bak, süper! Sanki duygulara reset atan bir melodi.. 




  Müziğimiz çalsın şimdi biz de mime geçelim;

  Mimin konusu kendimizi kötü hissettiğimizde yaptığımız şeyler.

  Deepton'un verdiği cevaplar çok güzel 10-15 saat uyurum veya bitkin düşünceye dek yürürüm demiş.. 

  Ben hayatta o kadar uzun uyuyamam, keşke uyuyabilsem.. Bunun yerine müzik dinlerim.. Ama beni canımdan bezdirecek, iyice depresif hale getirecek şeyler dinlemem. Tahmin edileceği üzere K-Pop olur tercihim. Slow olanlarından. Ballad türündekiler çok güzel, onları dinlerim.. Ama sonra hareketli olanlara geçerim, böylece moralim yavaşça düzelir, bu konuda BB ve FT Island çok iyi gelir. 

Şimdi yazının devamına geçmeden önce bırakın müzik bitsin, gözlerinizi kapatın ve sadece dinleyin.. Sonra devam edin okumaya..


Bakın sizin için yeni bir ballad bulayım derken bu müziği buldum çok hoşuma gitti.. Ama tabii Cn Blue, FT Island, Bigbang ve özellikle Lee Hong Gi'nin balladları daha güzeldir.. Japonca balladlar da çok hoştur, bu arada J-Pop ya da J-Rock da dinlerim ben :)

Sarangi apa~

  
  Müzik dinlemek dışında düşünürüm.. Çok düşünürüm ben öyle böyle değil.. Ve nasıl yapıyorum bilmiyorum ama kendimi günlerce kötü hissetmem ben, kendimi iyi olmaya ikna ederim bir şekilde, sonuçta ne olursa olsun dünyanın sonu değil. Kötü hissetmeme neden olan şeyi düzeltmeye çalışırım, olmuyorsa olmuyordur o halde bu durumu düşünmeyi bırakırım..

  Bunun dışında da kendimi gerçekten berbat hissediyorsam temizlik yaparım. Kendime iş çıkartırım bir sürü. Her tarafı silerim. LastExile'ımın içini açar temizlerim, tozunu almadık fan, ram ya da kablo bırakmam. Bu şekilde meşgul olur ve yorulurum böylece düşünmeye dermanım kalmaz ve uyuyabilirim..

  İşte öyle bir şey..

  Şimdi sıra geldi bu mimi göndermeye..

  Hoi Hoi ve birgaripşeyma çingularım, bu mim için sizi seçtim tabii yapmak isterseniz :)

  Eh bir mimin daha sonlarına geldik, yine yeniden görüşünceye dek kendinize iyi davranın :)

~Sessizgemi~

5 Ağustos 2012 Pazar

Ve Ölürken Bile Bekleyeceksin !


Kırık, Çark, Kum Saati, Siyah Beyaz,

  Bu güne kadar hep bekledin. Beklemeye devam ediyorsun. Ve ölürken bile bekleyeceksin!

  Bu evrende sana yer yok. Sığamadın bir türlü, sığamayacaksın... Kabul et artık, omuzlarında taşıdığın istekler, arzular, beklentiler sürüsüne asla ulaşamayacaksın. Suçu evrene atma sakın, taşıyamayacağı kadar ağır bir yük olman senin suçun!

  Kalbinde barındırdığın ruhun o kadar ağır ki dünya varlığının altında eziliyor. O kadar ki tıpkı bir böcek gibi çıtırdayarak parçalanıyor.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Acayip mi Acayip Sorular




  Mimler blog kurtarır! Ahahaha :D Hoi Hoi çingumun gönderdiği mimler sahiden de blog kurtardı :) Sıcak havanın ve ölmek üzereymiş gibi iftar saatini beklemenin etkisiyle geçen günler beni tembelleştirmişti. Fakat Mimler sayesinde kendime geldim, dedim ki kavanozdan bloga "Ey bilog, nabzım atıyorsa yaşıyorum, yaşıyorsam yazmam lazım!" ve işte buradayım ^^

  Neyse pek sevgili blog, bu seferki mim çok acayip sorulardan oluşuyormuş cevaplarken epeyce bi zorlanacağız belli o.O Unutmadan, Hoi Hoi çingum teşekkür ederim, beni tembellikten kurtardın ^^ Umarım ben de senin gibi eğlenceli cevaplar verebilirim :)

  Şimdi sözü mime bırakalım;


Çaresi bulunmayan bir hastalığa yakalandınız ve bunun sonucunda yaklaşık 1 yıllık ömrünüzün kaldığını öğrendiniz. Kalan 1 yılınızda ne yapardınız ?


Hayallerimi gerçekleştirirdim. Bu güne kadar tanıdığım herkesle vedalaşırdım ve sonra yanıma ufak bir sırt çantası alıp görmek istediğim her yere gider, şuan yapmaktan korktuğum her şeyi yapardım. Yamaç paraşütü veya okyanusta dalgıçlık mesela, yükseklik korkum nedeniyle ve boğulma korkum nedeniyle ne denizde ne de balkonda rahat edemeyen biriyim ama öyle bir durumda olsam düşünmem yaparım. G Kore'ye gider orada bir mantıcı veya baklavacı açardım ama menüde bir de Maraş Dondurması olmasını sağlardım.. Bigbang konserine giderdim. YG Entertainment'in kapısına kamp kurar BB'le tanışmadan ölmemek için çabalardım :)
Son zamanlarımda da memleketime dönerdim ama kimseye haber vermezdim, kimseyi benimle birlikte bekletip üzmek istemezdim. Bir çınarın gölgesine oturur yarım kalan sözlerimi kağıda dökerdim. Ve son nefesimi hep o ağacın altında yazarak beklerdim...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

K-POP'un En'leri !!


  Uuvv bu aralar ne tembel, ne uyuşuk bir insan oldum ben pii bana, kendimden utanmam lazım.. Fakat.. Ey blogger alemi bir yavaş olun, sakin olun bu sıcakta vallahi nöronlarınız erir, biraz dinlendirin kendinizi, hızınıza yetişemiyorum postları hep bir hafta öncesinden takip etmekten hmm nasıl derler gözlerim "belerdi", bizim oralarda "pörtledi" derler, ben "rakunlaştı" diyorum artık hangisini kabul ederseniz.. Tamam, tembellik bende, ama... Yetişemiyorum, yetişemeyince olaylara hep bir hafta sonra dahil oluyorum... (Burada aslında yazar kendi tembelliğini eziklerken sizleri gizliden övüyor)

  Bir daha tembellik etmeyeceğime dair kendime söz verdirdim..

  Neyse, aniden gelen sıcak hava dalgasıyla yüzeye vuran sözlerimi bir kenara bırakalım ve asıl konuya gelelim. Bu gün ayın biri diyerek bir ay evvel mimlendiğimden bahsedip saçma bir espri yapacaktım, yapmıyorum.. Hakikaten sıcak başıma vurdu benim, özür dilerim, tamam, saçmalamayı bıraktım sakince devam edelim.. 

  Hoi Hoi çingum bana K-Pop ile ilgili bir mim gönderdi. Yine tembelliğim üstümdeydi fakat mim K-Pop ile ilgili olunca şöyle bir silkelenip geç de olsa kendime geldim :) Mim için teşekkür ederim çingum, benim cevaplarım da seninki gibi BB dolu olacak anlaşılan ^^

  BigBang'i uzun süredir severek takip ediyordum fakat daha çok kısa bir süredir VIP'yim diyebiliyorum, bu nedenle pek bi heyecanlıyım :) VIP olduğumu söylemek için bu kadar süre bekledim çünkü hem grubu hem de kendimi test ediyor, ayrıca VIP'leri takip ediyor, onları anlamaya çalışıyordum.. Yeni yeni sevdiğim bir grubun hemencecik fanı olduğumu söylemem saçma olurdu ve tüm VIP'lere haksızlık ve saygısızlık etmiş olurdum, bu sebepten dolayı bekledim işte..

  Her neyse, gelelim mime...

  K-pop'un en yetenekli grubu hangisi?

Her zaman seçme konusunda kararsız kaldığımı biliyorsunuz artık.. Fakat tüm sorulara en net ve vazgeçilmez cevabım BigBang olacak :)


Dünyanın her köşesine sesini duyuran ve kendini eninde sonunda sevdiren bir grup.. Her üyesi solo olarak bile başarılı olan bir grup... Kendi şarkılarını kendileri yazan, her albümde bir fark yaratan, asla kendini tekrar etmeyen, hiçbir şeye boyun eğmeden yoluna devam eden, olduğu yerde saymayan, kendini hep geliştiren bir grup, BigBang...

~We are VIP, Everyone will be VIP~