26 Nisan 2012 Perşembe

~Mahzen Bölüm 7~


Öneri: Bu hikâyeyi okuduktan sonra, karanlıkta arkanızı kollayın…
Esin kaynağı: Bir rüya :)
Mahzen
Bölüm 7:


~Okurken Dinle~
BigFishGames Oyunlarından Seçmeler.mp3


Bıçakçı’nın çevresinde gördüğüm karanlık titreşimlerin bir benzerini şimdi onun çevresinde de görebiliyordum. Daha önce gördüğümün aksine gümüş renginde olan bu titreşimler aynı zamanda ondan bin kat daha güçlüydü. Onu engelleyemememin sebebinin bu titreşimler olduğundan emindim. Çevresindeki dalgalanma canlı bir yaratık gibi beni yutmak istiyordu, bu nedenle sıkıca tutmuş olduğum bileğini sanki beni sokan bir yılanmış gibi aniden bırakmış ve birkaç adım gerilemiştim. Çığlığı gittikçe tizleşen Storm’un gözlerinden birer damla yaş toprağa düştüğü anda, çıkan kristalimsi sesle birlikte, sanki bir filmi yavaş çekimde izliyormuşum gibi birkaç saniye için her şeyi algılamaya başladım.

Sonrasında olanlar tam bir felaketti. Havada asılı duran sayısız toz tanesi Storm’dan yayılan büyülü ışık altında parıldıyordu. Bir anlık sessizliğin ardından Beyaz Cadının çığlığı boğuk bir şekilde yeniden duyulmaya başladı. Fakat çığlıktan çok ağır çekimde ilerleyen bozuk bir plak gibiydi. Birkaç saniye içinde çığlık eski tiz tınısına dönerken çevremdeki sahne de normal akışında ilerlemeye başlıyordu ki o anda hiç beklemediğim bir şey oldu; Storm’un bedeni kumdan yapılmış bir heykel gibi kendi rüzgârına kapılarak dağılmaya başladı. Gittikçe rahatsız edici bir hal alan çığlık, tamamen fırtınaya karışan bedeniyle birlikte patlayarak yok oldu. Geriye sadece rüzgârın uğultusu ve onunla savrulan yaprakların hışırtısı kalmıştı.
Beyaz Cadının kendi kendini yok ettiğini düşünüyordum ki çevremde bulunan kurumuş yapraklar, toprak ve tozdan oluşan ne varsa bir anda havalandı ve kendimi korkunç bir fırtınanın ortasında buluverdim. Hiçbir şey göremiyordum. Beyaz Cadı ürkütücü kahkahalar atıyor ve aynı zamanda garip bir şekilde çevremde dolaştığını hissediyordum. Etrafımdaki karmaşanın içinden çıkmaya çalışırken Storm’u bir an için karşımda gördüm. Fakat yıldırım hızıyla yanımdan geçip tekrar fırtınaya karıştı. Storm’un yanımdan geçmesiyle birlikte kemerimdeki Sainin kaybolduğunu fark etmiştim. Kahkahalar atan, alay eden sesi büyülü bir yankıyla doluydu. Çevremi saran fırtınanın içinden çıkmaya çalışıyordum fakat görüş alanım tamamen kısıtlanmıştı. Yön duygumu kaybetmiştim. El yordamıyla yolumu bulmaya çalışırken bir şeyin ayağımı kavradığını hissettim ve ne olduğunu anlayamadan yüzüstü yere kapaklandım.
Korkunç bir kâbusun içinde gibiydim. Omzumdaki yanığın acısı beni kendime gelmeye zorluyordu. Bir anda kendimden beklemediğim kadar kuvvetli bir şekilde “Yeter!” diye haykırdım ve içine hapsolduğum fırtına aniden diniverdi. Çok şaşırmıştım. Ne yani, her şeyin bitmesi için küçük bir kelime yeterli miydi? Birileri benimle çok ciddi dalga geçiyor olmalıydı. Beni içine hapseden kum fırtınası balonuyla birlikte Storm’un daha önce başlattığı, ormanı kaplayan, büyük, yıldırım fırtınası da dinmişti.
Gücümün son kırıntılarıyla dizlerim titreyerek ayağa kalktım. Çektiğim acının etkisiyle biriken yaşları dağıtmak amacıyla gözlerimi kırptım. Hemen ardından varlığını hala hissettiğim Storm’u görebilmek adına çevreme bakındım. Bulunduğumuz açıklığa rahatsız edici bir sessizlik çökmüştü. Etrafta hiç rüzgâr olmamasına rağmen ayaklarımın altındaki kumlar hareket ediyordu. Kayan kumları takip edip kendi etrafımda döndüğümde kumların tam arkamda bir araya gelerek önce küçük bir tepeciğe dönüştüğünü sonra daha da yükselerek Beyaz Cadıyı oluşturduğunu gördüm.
Son kum taneciği de yanağındaki yerine oturduğu halde, Storm, renkli bir heykel kadar hareketsiz duruyordu. Nefes aldığından bile emin değildim. Gözleri kapalıydı ve bir ölü kadar cansız görünüyordu. Birkaç dakikadır yaptığı şeylerden sonra ona bu kadar yakın olmak istemiyordum. Hissetmesinden korktuğum için nefesimi tutmaya çalışıyordum. Geriye bir adım atmak isterken Beyaz Cadı aniden harekete geçti ve bileğimi kavradı. Öyle güçlüydü ki beni olduğum yerde çevirerek kolumu sırtıma dayadı ve tek bir hareketle omzumu yerinden çıkardı, hemen ardından benden çaldığı Saiyi çıkan omzuma tüm gücüyle sapladı ve çekip çalıların arasına fırlattı. Ciğerlerim sökülürcesine boğuk bir şekilde haykırdığımı sonradan fark ettim. Lanet olsun, acımı ikiye katlamak için bilerek sol omzumu seçmişti! Acının ve kaybettiğim kanın etkisiyle başım dönmeye başlamıştı. Tüm bedenimden soğuk terler boşanıyordu. Yere yığıldım. Kulaklarımdaki uğultu attığım çığlıkları duymama engel oluyordu.
Omzumdan sızan sıcak kan beni korkutuyordu. Yavaşça uyuşan sol kolumu hareket ettirmeden son bir gayretle dizlerimin üzerinde doğruldum. Kan basıncım bozulmuştu ve nefes alırken ciğerlerimde cam öğüttüğümü hissediyordum. Daha dikkatimi toplayamadan harekete geçen Storm’un göğsüme attığı tekmeyle geriye savruldum. Birkaç saniye için nefessiz kaldım. Savrulduğum sırada kaybettiğim son Saiyi de ararken boşta kalan elim titriyordu. Sırtımı yasladığım toprak bana yardım etmek için çırpınıyordu ama gücüm onu harekete geçirmeye yetmiyordu. Dolunayın parlaklığına bakarken, çevresindeki gümüş titreşimlerle birlikte görüş alanıma giren Storm, yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle üzerime saldırdı.
Bedenim bir kez daha başka birinin kontrolünde gibi hareket etmeye başladı. Normal şartlarda onca acının etkisiyle kıpırdayamamam ve hemen ölmem gerekirdi. Fakat bedenimin kontrolünü kaybettiğim zaman işler değişiyordu. Beyaz Cadı boğazımı sıkmaya başlamıştı. Nefes alabilmek için parmaklarını gevşetmeye çalışıyordum. Uyuşmaya başlayan sol elim pek bir işe yaramıyordu. Diğer elimse ne yapması gerektiğini zaten biliyormuşçasına hareket ederek Storm’un bacağındaki hançeri kavradı ve tek bir hareketle Beyaz Cadının boğazını kesti!
Hançerin açtığı kesikten fışkıran kızıl kanı engellemek isteyen Storm ellerini boğazımdan çekti ve kendininkine bastırdı. Ellerim, üstüm başım ve yüzüm onun iğrenç kanına bulanmıştı. “Size gitmeniz için bir fırsat verdim, ama siz beni bir canavara dönüştürdünüz.” diye fısıldamıştım ölmek üzere olan kadının kulağına. Beyaz Cadıyı üzerimden iterek yavaşça doğrulurken acımasızca bakmıştım gözlerinin içine. Serbest kalan bedeni titrek bir yaprak gibi yığılmıştı olduğu yere. Kendisine ait olan ve karışık şekillerle süslenmiş gümüş bıçağın açtığı derin kesiği elleriyle kapatmaya çalışsa da yoğun bir şekilde kaybettiği kanı durduramıyordu. Beyaz saçları dudağının kıyısından akan kanın kırmızısına boyanmıştı ve artık eskisi gibi ışıldamıyordu. “Bunu yaptığına-Er ya da-Geç pişman-Olacaksın!” bir yandan nefes almaya çalışıp diğer yandan kendi kanında boğulmamak için çaba gösteren Storm’un son sözleriydi bunlar. Kendi kanında boğulup artık nefes alamadığında bütün çırpınışları son bulmuş ve titreyen elleri serbestçe düşmüştü yanlarına. Hala açık olan gözleriyse tuhaf bir şekilde parlamaya devam ediyordu dolunayın aydınlığı altında…

****

Hançerdeki kanları kuru bir yaprakla temizlemeye çalıştıktan sonra göl tarafına yönelmiştim. İki kişiyi öldürmüş biri gibi hissediyordum. İğrenç ve kana bulanmış… Neredeyse kim olduğumu unutmuş durumdaydım. İntikamımı almıştım belki fakat artık iki kişiyi öldüren birisiydim. Bir katil! ‘Bir insanı öldürmek, kendinden bir parçayı kesip atmak demektir.’ Bunun anlamını çok geç kavrayabilmiştim ne yazık ki. Fakat komik olan ne biliyor musunuz? Daha önce anlayabilmiş olsaydım bile sonuç yine aynı olurdu. İster intikam için, ister kendimi korumak için olsun.
Tekrar dayımın yanına dönmemiştim çünkü ona bakmaya cesaretim yoktu. Yüreğinin cansız olduğunu bilmek yeterince acı veriyordu zaten. Göl tarafına gidiyordum çünkü yapabilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Bu gecenin bitmesi için elimden geleni yapmak ve Jean’a hesap sormak istiyordum.
Gökyüzünü daha açık ve net bir şekilde görebildiğim gölün kıyısına geldiğim zaman yolu yanlışlıkla Birinci Dünya Savaşı’nın ortasına düşen biri gibi hissetmiştim. Toplar, mayınlar, patlayıcılar yoktu gerçi fakat bunun yerine geçebilecek bir sürü şey vardı. Çevrede fırlatılan büyülerden dolayı oluşan düzinelerce çukur, yanan çalılar, tutuşan ağaçlar, dondurulmuş iri bir kaya ve ne olduğunu anlayamadığım bir metre uzunluğunda eritilmiş tuhaf bir şey göze ilk çarpanlardı. Siyah giyenlerden birkaçı dışında özel güçlere sahip olmayan herkes ya öldürülmüş ya da kaçıp gitmişti. Her yerde ve hatta gölün kıyıya yakın bölümünde yüzen cesetler vardı. Yanarak, buzla kaplanarak ve Amelie’nin görevlendirdiği böcekler ve timsahlar tarafından yenerek öldürülen insanlar…
Havada, insanın midesini bulandıran yanmış et ve yoğun bir kan kokusu vardı. Buna katlanmaksa oldukça güçtü. Soğuk rüzgâr hafifçe eserek yaralarıma çarpıyor ve nabız gibi atan acıyı hızlandırıyordu. Sağ tarafımdaki geçide doğru baktığımda oradan oraya hızla hareket eden bir çift kızıl kanat çekmişti dikkatimi. Amelie, savaştan geriye kalan son dört büyücüyle çarpışıyordu. Çevresine yaydığı kızıl ışık çarpıştığı düşmanların yüzlerindeki dehşeti ortaya çıkarıyordu. Olanlar hakkında birilerine hesap sorabilmem için önce başladığımız işin tamamlanması gerekiyordu; bu nedenle küçük kıza yardım etmek amacıyla bulunduğu yöne doğru ilerlemeye başlamıştım. Fakat oraya asla ulaşamadım.
Daha birkaç adım atmıştım ki karşıma çıkan kızıl saçlı cadı durmama sebep oldu. Delice bakışları çatlak düşünceleriyle orantılı hareket ediyordu. Eline verilen oyuncağın ne olduğunu anlamaya çalışan küçük bir çocuk gibi beni süzüyordu. Nedendir bilmem ama ondan korkmuştum. Bana bakıyor fakat beni görmüyor, sanki ruhumu okuyordu. Onda tuhaf bir şeyler vardı, insana saklanma ihtiyacı hissettiriyordu. Elleri tuhaf ve simsiyah dövmelerle kaplıydı. Kabarık, kıvırcık, darmadağınık kızıl saçlarını kocaman başlığının altında gizleyememişti. Hem çok yaşlı hem de çok genç görünüyor; bu durum gerçeklik duygusunu zorluyordu. Bunu hiç istemesem de gözlerimi ondan kaçıramıyordum. Birkaç saniye sonra ise bedenimin de hareket edemediğini fark etmiştim.
Bakışları büyük bir ağırlıkla üzerime çöküyor, zaten yorgun olan zihnimin direnci zayıflıyordu. Bir şeyler yapmam gerektiğini bile düşünemiyordum. Sağ elinin avcunu yüzüme çevirmiş, parmaklarını çarpık bir şekilde germişti. Sol elini yüzüme doğru kaldırdığında cübbesinin uzun kolu geriye doğru sıyrılmış ve elindeki rüya yakalayıcı ortaya çıkmıştı. İnce dal parçalarından yapılmış, çeşitli desen ve simgelerle donatılmış, çember şeklinde küçük bir nesneydi. Çemberin üst tarafında bulunan incecik ip gibi bir şey cadının tutabilmesi için sonradan eklenmişçesine yeni görünüyordu. Rüya yakalayıcının alt tarafında sallanan güvercin tüyleri, safir taşlar ve içi boş boru benzeri küçük ahşap nesneler birbirine çarptıkça tuhaf sesler çıkarıyordu. Çemberin ortasında bulunan çivit rengi iplerden yapılmış ağın tam ortasındaysa küre şeklinde pembe bir kuvars kristali vardı.
“Ah! Hayır, o sen değilsin. Sende de bir şeyler var tabii, Bıçakçının aklını karıştırmaya yetecek derecede çok hem de. Biliyor musun, bir gün kendi ölümüne neden olacağını ona söylemiştim. Çok yazık oldu doğrusu, ikisi için de üzüldüm. Zaten sözümü asla dinlememişlerdi…” Ne kadar korksam da kızıl cadının konuşmasını yarıda kesmiştim “ Beni öldürecek misin?” Buna şaşkınlığıyla birlikte kocaman büyüyen kahverengi gözleriyle cevap verdi “Öldürmek mi? Yo, hayır! Ben buraya onları durdurmak için gelmiştim zaten; zira kötü şeyler olacağını söyledilerdi bana. Ben asla öldürmem çünkü korkarım kaderden. Benim işim can almak değil, geleceği görmektir aslında.” Neden sürekli bir sırrı açıklıyormuş gibi kısık bir sesle konuşuyordu anlamıyordum, belki de böyle daha etkileyici göründüğünü düşünüyordu. “Öyleyse bunu bana neden yapıyorsun? Gitmeme izin ver, bırak beni!” derken sesimdeki paniği gizleyememiştim.
“Olmaz!” derken imkânsızı istediğimi kasteder gibiydi. “Sana söylemem gereken şeyler var. Dinlemek zorundasın!” Neden diğerleri gibi beni öldürmeye kalkışmıyordu anlamıyordum. Oysaki istese bunu durdurmak için hiçbir şey yapamazdım. Bedenimi kıpırdatamadığım yetmezmiş gibi sol kolumun da tamamını hissedemiyordum artık. Belki de kimseyi öldüremeyeceği konusunda gerçekten dürüsttü. Davranışlarına bir anlam vermek oldukça güçtü.
Elindeki nesneyi sağa sola sallamaya başladığında konuşmayı hızlandırmak amacıyla “Seni dinliyorum.” dedim. Bunun üzerine “Sus! Sessiz ol biraz. Dikkatsiz olduğun kadar epey de sabırsızmışsın.” diyerek beni azarlamıştı. Buna nasıl tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Şaşırsam mı, öfkelensem mi… En sonunda merakıma yenilip rüya yakalayıcıyla ne yapmaya çalıştığını sordum “Çevrendeki kötülüğü uzaklaştırmaya çalışıyorum ama bu imkânsız gibi,” diye cevap verdikten sonra başını iki yana sallayarak beni teselli etmeye çalışmıştı “Şanssız bir kaderin varmış lakin üzülme, üstesinden gelebileceğine inanıyorum.” Deli mi, manyak mı bilmiyordum ama biran önce söyleyeceğini söylese de kurtulsam diye düşünüyordum.
“Değişiyor,” demişti rüya yakalayıcıyı yüzüme tutmaktan vazgeçtiği sırada. Gözleri kehribar rengine bürünmüştü ve garip bir şekilde ışıl ışıldılar. Birdenbire beni omuzlarımdan yakalayarak yüzünü yüzüme yaklaştırdıktan sonra devam etti anlatacaklarına. Zihnindekiler ağzından dökülürken ağır ve tane tane fısıldıyor, o konuştukça bilincimin zorlandığını ve kaybolduğumu hissediyordum.
“Değişmemesi gereken şeylerin değişmemesi için zaman kendini değiştiriyor. Ah, kötü, çok çok kötü bir şey… Bir karışıklık! Olmaması gereken bir şey olmuş ve bu durum gelecekte birden bire ortaya çıkarak her şeyi mahvedecek. Senin peşinden geliyor! Seni bulmak için, seni öldürmek için geliyor! Karanlık ve aydınlık senin peşine düştü bu gece… Korumalısın! Sen ve diğeri, geçmişte ve gelecekte zamanın mührünü korumalısınız!” Hızlıca sarf ettiği sözlerine son verdiğinde sanki suyun dışına çıkmakta zorlanmış gibi derin bir nefes almış ve geri çekilmişti. Gözleri yine eskisi gibi kahverengi, bakışları yine o delice haline dönmüştü.
Bense batıyordum! Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım fakat canlı ağırlıkları beni dibe sürüklüyordu. Arka üstü yere yığılırken sonsuz yükseklikten düştüğüme inanıyordum. Başımı sert bir şeye çarpıp, sırtımdaki toprağın beni korumak için çırpındığını hissettiğimde bakışlarım gökyüzüne odaklanmıştı. Görünürde bir şey yapmadığı halde nasıl bu hale gelmiştim anlamıyordum. Kimseyi öldüremem demişti oysaki.
Düştüğüm sırada bilincimle aramdaki bağlantı kopmuştu adeta. Zaten uğultu halinde duyduğum sesler gittikçe yok oluyordu. Fiilen bir şey yapılmamış olsa dahi öldüğümü biliyordum. Acı yoktu, omzumun ne durumda olduğunu bilmiyordum ve artık hissettiğim şeylerin ne olduğunu algılayamıyordum. Her nasıl olduysa ölüyordum işte. Gözlerim kapanmadan biraz önce Amelie’nin yanıma geldiğini ve Kızıl Cadıya sadece bakmakla yetinerek yanımda diz çöktüğünü görmüştüm. Neden beni öldürdüğü için ona saldırmıyordu? Bilemiyordum, anlamsız olan şeylere anlam yüklemek oldukça zordu.
Gökyüzü de bir garip olmuştu. Hayal görüp görmediğimden bile emin değildim aslında. Gecenin koyu lacivert rengi dalgalanarak yok oluyor, yerini zümrüt yeşili bir renge bırakıyordu. Dolunay ve yıldızlar bu zümrüt rengin arasında oldukça büyülü ve gizemli bir manzaraya dönüşmüşlerdi. Gözlerim kendiliğinden kapanırken gökyüzü üzerime çöküyor ve zümrüt yeşili bir denizde boğuluyordum. 

Kuzey Işıkları, Aurora, Zümrüt, Yeşil, Anomali, Gökyüzü, Orman,
Kurtarın beni zümrüt yeşili bir denizde boğuluyorum!

****

Zaman durmuştu artık. Hiçbir şey ve hiç kimse yoktu. Ben yoktum. Zihnimin karanlık ve korunaklı duvarlarına sığınmıştım. Fiziksel olmayan varlığım sonsuz bir bilinçsellik içerisindeydi. Dokunabildiğim veya görebildiğim hiçbir şey yoktu ama aynı zamanda her şey oradaydı. Sonsuz karanlığın içinde bana sonsuz gelen saatler boyunca yüzüp durdum. Bir çıkış yolu arıyordum. Düştüğüm bu karanlık rüyadan çıkmamı sağlayacak bir kapı olmalıydı mutlaka. Fakat öyle bir şeyi hiç bulamadım.
Trilyonlarca yıl zihnimin karanlık boşluğunda yüzerek, yapayalnız bir şekilde varlığımı sürdürdüm. Artık zaman kavramını yitirmiştim. Buradan kurtulabilmenin düşüncesi bile imkânsızlaşmıştı. Nasıl bu hale geldiğimi ve bana neler olduğunu hatırlayamamaktan yorulmuştum. Sonra birtakım sesler duymaya başladım. Zihnim bana oyun oynuyor olmalıydı fakat konuşmaları o kadar canlı ve netti ki ya deliriyor olmalıydım ya da dışarda bir yerlerde gerçekten birileri vardı.
“İkisini de buraya getirin.” dedi tanıdık bir ses. Bir diğeri sürekli olarak “Onları kurtarın!” derken histerik bir şekilde ağlıyordu. Başka biriyse “Endişelenme. Bilincini toparlayabildiğinde uyanacaktır…” demişti ona cevaben. Ardından bir süre kesilen sesler birdenbire ortaya çıkıp yeniden devam etti. Ses tonlarından telaşlı ve gergin olduklarını anlıyordum. “Yeon Ah, hançeri çıkar ve gerisini bana bırak… Şimdi!” Sadece konuşmalar yoktu artık. Farklı birtakım şeyleri duyabiliyor ve hissedebiliyordum. Taş zemine düşen metal bir nesne ve ardından git gide yüksek bir tona dönüşen büyülü sözcükler bana bir şeyler anlatır gibiydi. Etrafımda esen bir rüzgârın ve nerede olduğunu bilmediğim elimi tutan bir elin varlığını hissettiğimdeyse zihnimin karanlık duvarları yıkılmış ve fiziksel varlığıma yeniden kavuşabilmiştim. Bununla birlikte hatırlayamadığım şeyler bir çığ gibi düşmüştü üzerime.
Hala uyanamamıştım fakat artık neler olduğunun farkındaydım. Nasıl bu hale geldiğimi ve öncesinde neler olduğunu hatırlayabilmiştim sonunda. Göl kenarında kendimden geçmeden hemen önce “Endişelenme. Kaderini okuduğum hiç kimse bilincini senin kadar açık tutamamıştı. Yakında kendine gelirsin…” demişti Kızıl Cadı. Keşke bunu daha önce hatırlayabilseydim ve öldüğümü sanmaktan kurtulabilseydim diyordum.
Elimi tutarken korkmamam gerektiğini fısıldayan ses Amelie’ye aitti. Anlayabildiğim kadarıyla dayımı da bulup beni ve onu Jean’a getirmişlerdi ve Jean dayımı kurtarmaya çalışıyordu. Çevremde olup bitenleri böylesine algılayabiliyorken neden hala uyanamadığımı anlamıyordum. Uyanmak için çabaladığım her seferinde zihnim yine o karanlık boşluğa düşecekmiş gibi sarsılıyor ve çevremle olan bağlantım gidip geliyordu.
Benim için çok çok uzun bir sürenin ardında Jean “Vakit geldi.” demişti. Neyin vakti gelmişti? Dayıma ne olmuştu, Jean onu kurtarabilmiş miydi? İsteseler beni uyandıramazlar mıydı? Anomaliye ne olmuştu peki? Zihnimi kurcalayan bir ton soru vardı fakat o an hiçbirine cevap alamadım. “Geri döndüğünüz zaman hiçbir şey hatırlamayacaksınız, Yeon Ah. Mutlu ve huzurlu bir yaşantın olacak. Ta ki o güne kadar.” demişti Jean. ‘O gün’ derken doğacak olan kuzenimin yani kendisinin kaybolacağı günden bahsediyordu. Bunun üzerine “O gün hiç gelmeyecek, öyle bir şeyin olmasına asla izin vermem!” diye karşılık vermişti yengem.
Sessiz birkaç saniyenin ardından Jean’ın yine büyü yapmakta olduğunu ve Amelie’nin de ona eşlik ettiğini duyuyordum. Büyülü sözcükler fısıltılara dönüşmüş, uğultulu bir ses her yanı sarmıştı. “Üzgünüm,” diyordu Jean “Değişmemesi gereken şeyler var Yeon Ah, çok üzgünüm…”
Sonra her şeyin yok olduğunu hissettim. Bütün hücrelerim uyuşuyor ve parçalara ayrılıyordum. Yine o hemen arkamda beni yutmaya hazır duran karanlığa doğru düşmeye başlamıştım. Fakat bu sefer farklıydı. Karanlık beni hapsetmiyor, tam anlamıyla kendimden geçmeme neden oluyordu. Gerçekten bayılmadan önce duyabildiğim son şey “Çekmecede! Uyanır uyanmaz okumalısın…” diyen Jean’ın son sözleriydi. 

7. Bölümün Sonu
~Sessizgemi~

8 yorum:

  1. muhteşem bir hikaye...tebrik ederim devamını sabırsızlıkla bekliyorum...lütfen çabuk yaz...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim hem beğendiğin için hem de yorumun için :) Devamı hazır ama ufak düzenlemeleri var bir de uygun müzik bulmalıyım. Elimden geldiğince çabuk yayınlayacağım :)

      Sil
    2. tamam :) aslında ben de sabırsızlanıyorum yeni bölüm için^^

      Sil
  2. bu bir rüya şimdi ha, rüyadan esinlendin. ne rüyaymış.
    :)
    aman ha her gece böle rüyalar görme sakın.
    :)
    bi kerede oturup yazıyosun değil mi. bi solukta.
    :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kız kardeşimin gördüğü bir rüyaydı. Onun gördüğü rüyada Amelie'yi mahzenden serbest bıraktıktan sonra Batı Salonunda tekrar buluyorlar ya orada bitiyordu rüya, gerisini ben şekillendirdim :)

      Sürekli fantastik gerilim polisiye ve bilim kurgu okuyup izleyince rüyalar da böyle oluyor bizim :D Aman göreyim boşver ilham oluyor onlar bana ;)

      Bazen bir kerede sayfalar dolusu yazdığım oluyor fakat bazen de hiç yazamıyorum duruma göre değişiyor işte ^^ Bu hikayeyi bir yılda yazdım çok uzun sürdü nedense :)

      Sil
  3. Bu bölüm daha bi güzel olmuş sanki. Özellikle ikinci kısım. Benden ancak bu kadar yorum çıkar biliyosun (:

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğenmen bile yeterli benim için biliyorsun :)
      Bayramın mübarek olsun bu arada ;)

      Sil

Öyle okuyup kaçmak olmaz sevgili okur, fikrini belirt, bir selam et, bir ses ver, çekinme :)

Not: Yorum yaparken lütfen Türkçemizi koruyalım.

^.^