28 Şubat 2012 Salı

~ Serçe ~


Not: Serçe'yi kız kardeşim (Merleng deriz kendisine) geçen yıl yazıp yarışmaya yollamıştı. "Bu Kitap Bizim" projesindeki birçok hikayenin arasında yayınlanmaya hak kazanmıştı. Çok sevdiğim için hikayeyi buraya ekledim. Ve bunları not düşmek istedim. / Sessizgemi 

Serçe


Annemin iyi geceler dileklerinin ardından, yorganın altına girip çabucak uykuya dalmıştım. Fakat bütün geceyi, taş atarak öldürdüğüm minik serçenin vicdan azabıyla geçirdim. Sık sık korkarak uyandığım rüyalarda, birçok hayvan vicdanımı sorguluyor ve peşimi bırakmayacaklarını söylüyorlardı. Zaman sanki yoğun bir sıvının içinden geçiyormuş gibi, gece bitmek bilmemişti ve kendimi çok kötü hissediyordum; bunlar yetmezmiş gibi, yarın gireceğim deneme sınavı gözlerimde çığ gibi büyüyordu. Neyse ki gün doğumuna iki saat kala ağırlaşan gözkapaklarım derin bir uykuya dalmamı sağlamıştı…

Sabah erkenden bulutların arasından süzülen güneşin solgun ışınları ve kuş sesleri arasında uyandım. Gözlerimi henüz açmamıştım. O kadar çok uykum vardı ki, bıraksalar bütün gün yataktan çıkmazdım; ancak, okula gitmem gerekiyordu ve bu nedenle annem beni uyandırmaya gelene kadar sadece birkaç dakika daha dinlenebilirdim. Bu durum, geçirdiğim berbat gecenin üstüne canımı öyle bir sıktı ki; yorganı kafama çekip ağlamak istedim. Aynı zamanda üşüdüğümü de fark etmiştim. Yorgunluktan sanki kenetlenmiş olan gözkapaklarımı halen açmamıştım ve el yordamıyla yorganımı arıyordum. Fakat ne başımın altındaki yastık vardı ortada ne de sıcacık yorganım. 

Daha fazla dayanamayıp, neler olduğunu anlamak için gözlerimi açabildiğimde, gördüklerim karşısında şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu. Dev boyutlarda yüzlerce yaprağın arasındaydım ve bulunduğum yerden karşıya baktığımda ikinci katta olan odamın camlarından yansıyan gökyüzünün gri bulutlarla kaplı aksini görebiliyordum. Fakat dev olan yalnızca yapraklar değildi; arabalar, binalar, gökyüzünde uçan ve yeryüzünde yürüyen canlı ve cansız her şey devasa boyutlardaydı. Ve ben her şeyin aksine minicik cüssemle, her gün odamdan içeri giren yapraklarını temizlediğim akasya ağacının kuytu dallarından birinde, çaresiz ve şaşkınca yaşadığım ana dahil olan her şeye anlam vermeye çalışıyordum. Gördüklerimin hayal olmasını ümit ederek gözlerimi ovuşturmak istediğimde ise şaşkınlığım yerini buz gibi bir korkuya bırakmıştı. “Tanrım! Ellerime ne olmuş, bu tüylerde neyin nesi?” içimden sorduğum bu sorulara verebileceğim bir yanıt olmasını çok isterdim; ama ne yazık ki yoktu. Ve anladığım kadarıyla ellerimde olduğu gibi tüm bedenim; kahverengi, parlak ve ince tüylerle kaplıydı. Aptal bir tavuğa benzediğimden emindim.

 Çevremi incelerken, babamın işe gitmek üzere evden çıktığını gördüm. Çözülmesi zor olduğunu düşündüğüm her sorunumda, benim kurtarıcım ve tek kahramanım olmayı her zaman başarmıştı; şimdi de, kollarına atlayıp sevgisine ve yenilmez korumasına sığınmayı o kadar çok istiyordum ki, artık bir an bile bekleyemezdim. “Baba, buradayım lütfen beni kurtar.” diye tekrarlanan içten yakarışlarımı kelimeler döktüm veee… “Ciik… ciiii…k, cik cik cik…??” Cik mi? Tanrım, cik mi dedim ben? Neler oluyordu anlayamıyordum, düşüncelerimi kelimelere döktüğümde anlamsız sesler çıkıyordu ağzımdan. Ve babamı durdurabilecek tek bir kelime dahi söyleyememiştim. O ise her şeyden habersiz arabasına binip yola çıkmıştı bile. Hala neler olduğunu anlayamamışken dikkatim birden gökyüzüne kaydı…

Çevredeki ışığı birer ayna misali yansıtan, kristal kadar parlak dev su balonları, kurşun hızıyla gökten düşmekteydi. Bu kristal balonlar beni öldürecek ya da yaralayacak denli büyük değildi; ancak, bedenimde çarptıkları her noktada dayanılmaz bir acı hissi uyandırıyorlardı. Acıyan bedenimin verdiği korkudan ve gökten düşen milyonlarca kristalin şaşkınlığından; ne yapacağını bilmez bir halde, üzerinde bulunduğum dalda koşturup duruyordum. Adımlarımı nereye attığımı fark etmeden, yukarıdan düşen balonlara bakarak, onlardan sakınmaya çalışıyordum. Tam bastığım yere dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm anda, her şey için geç olduğunu anlamıştım. Dikkatsizce attığım son adımım, az da olsa güvenli olduğunu anladığım ağaçtan düşmeme sebep oldu. 

Boşluğun sonundaki kaldırıma hızla yaklaşırken “Şimdi sonum geldi işte.” diye düşünüyordum. Derken, betona çarpmama ramak kalmıştı ki; ani bir refleks ile kollarımı iki yana açıp uçmaya başladım. İnanılmazdı. Ama onca şeyin ardından artık şaşırmıyordum. Yere neredeyse sıfır denecek kadar yakından uçarken rastladığım su birikintileri, küçük bedenime oranla yüzme havuzu misaliydi. Yoluma devam ederken, bir yandan da bu birikintileri inceliyordum. Düşersem boğulur muydum acaba? Birden suda minik bir serçenin yansımasını fark ettim; ancak, çevreme bakındığımda onu göremedim. Daha dikkatli incelediğimde anladım ki, o serçe bendim. Bunu fark etmemle, küçük bir çocuğun attığı taşa hedef olmam bir olmuştu. Nasıl olduğunu anlayamadan uçtuğum gibi, nasıl olduğunu anlayamadan yere çakılmıştım ve acıyan bedenimin sızısıyla kendimden geçmiştim…

Sızlayan her bir hücreme güvenerek ölmemiş olduğumu anlamıştım ve bulunduğum duruma tezat bir şekilde canımın acıması beni mutlu etmişti. Uyandığımda yine yapraklar arsındaydım; ancak bu kez açık alanda değil, yapraklardan duvarlarıyla ve dallardan oluşan zeminiyle ilginç bir odanın içindeydim. Ve yalnız değildim. Çevremde nasıl ayırt edebildiğimi anlayamadığım üçü yaşlı ikisi genç, tam beş tane serçe vardı. Ne tepki vermem gerektiğini bilemediğim için korkuyla bulunduğum köşeye sinmiştim. İçlerinden en yaşlısı olan serçe konuşmaya başladı; ağzından cik cik sesleri çıkmasına rağmen ne dediğini tam olarak anlamıştım. “Bizden korkmana gerek yok. Zira biz, senin ırkın olan insanoğlu gibi yırtıcı yaratıklar değiliz.” demişti. Bunun üzerine şaşkınlığımı gizleyemeden sordum “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz yani?” Evet der gibi başını sallayınca devam ettim “Öyleyse buraya, bu hale nasıl geldiğimi de biliyorsunuzdur. Lütfen, bundan nasıl kurtulabilirim söyleyin bana.” 

Biraz durduktan sonra cevap verdi “Buradasın; çünkü sen, bizim prensesimiz olan Dolunay’ı yaraladın ve onun güçsüz düşüp Baku’nun uşakları tarafından kaçırılmasına sebep oldun. Buradan kurtulman, sana verilen görevi yerine getirmene bağlı…” biraz durup devam etti “… Prenses Dolunay’ı kurtarmalısın, böylece eğer seni affederse evine dönmeni sağlayabilir.” İşte şimdi tam oldu, bir bu eksikti zaten. Bir süre ne yapmam gerektiğini düşünürken, taş attığım serçenin yaşıyor olmasının vicdanımı rahatlattığını hissettim. Yine de ona bir özür borçlu olduğumu biliyordum, beni affetmese bile onu kurtarıp hatamı telafi etmeliydim. “Pekala, onu kurtaracağım. Beni affetmesini beklemiyorum, sadece hatamı telafi etmek istiyorum…” sözlerimi hayal kırıklığıyla bitirdim “…gerçi yolu bilmiyorum.” Yaşlı serçe ile konuşmalarımız sırasında odada sadece genç serçeler kalmıştı. Diğerleri odanın en uzağındaki girişten uçarak gözden kaybolmuştu. Yaşlı serçe “Bunun için endişelenmene gerek yok. Torunlarım sana yardımcı olacaklar.” dedi ve beni onlarla tanıştırdı. Birinin adı Eylül diğeri ise Toprak’tı. Prenses Dolunay’ı kurtarmak üzere yola çıktık ve onlara Baku’nun kim olduğunu sordum.

Uzun bir yoldan sonra hedefimize ulaşmış, Baku’nun inine gelmiştik. Ay, sanki görülmemizi o da istemezmiş gibi, bulutların arkasından çıkmamıştı ve çıkmayacak gibiydi. İnin girişinden yavaşça içeri girdiğimizde, dışarının dondurucu soğuğuna karşın içerisinin daha sıcak olması gerginliğimizin bir nebze azalmasını sağlamıştı. Ortamın karanlığına gözlerimiz alıştığında Baku’nun burada olmadığını anladık. Baku, bir yaban kedisiydi ve inin yüksekliği de genişliği de onun cüssesine göreydi. Fakat arkamızı döndüğümüzde girişi göremeyeceğimiz kadar da derindi. Bir süre sessizce ilerledikten sonra onu bulabildik; dört yaban kedisi yavrusunun ortasında, yaralı bir halde yatıyordu Dolunay. Anlaşılan Baku, yavrularını hem eğlendirmek hem de canlı yeme alıştırmak niyetindeydi. Neyse ki yavrular şuan uyuyordu. Ses çıkarmamaya dikkat ederek, Dolunay’ın yanına konduk ve onu korkutmadan uyandırabildik. Birkaç defa kaçmaya çalışmış; ancak kanadından yaralı olduğu için başarısız olmuş ve bu durum onu daha çok yormuş. Kim olduğumu ve burada olmasına sebep olduğumu bilmesine rağmen, bir prensese yakışır derecede anlayışlı davranıp, bana tek bir kötü söz dahi söylemedi. Yine de, beni görmek canını acıttığından mıdır bilinmez, gerekmedikçe benimle konuşmuyordu. Kendi aramızda onu nasıl taşıyacağımızı kararlaştırıp yola çıktık. Eylül ve Toprak, Dolunay’ı taşıyor bense herhangi bir tehlikeye karşı tetikte yol gösteriyordum.

Tam çıkışa yaklaşmıştık ki, girişte Baku’nun dev cüssesi yolumuzu kesti. Yavrularının akşam yemeğinin uçması hiç hoşuna gitmemişti anlaşılan. Düşünmeden kararımı vermiştim. Dolunay ve diğerleri için elimden geleni yapacaktım, sonuçta bütün bunlara sebep olan bendim. “Dolunay’ı koruyun ve buradan hemen çıkın!” Benden gelen ani emirle harekete geçtiler; onların önceliği de Dolunay’dı. Buradan çıkabilmeleri için, Baku’nun tüm dikkatini üzerime çekmiştim; başının üzerinde uçuyor, bana savurduğu pençelerin arasından sıyrılıyor ve elimden geldiğince zaman kazandırıyordum. Gözden kaybolmalarından hemen önce, Dolunay bana baktı ve “Seni affediyorum. Artık özgürsün Serçe.” dedi. Sözleri gittikçe ağırlaşmıştı ve sesini sanki dört bir yanımdan yankılanarak işitiyordum. Dikkatim dağılmıştı ve bunu fırsat bilen Baku beni yakalamıştı. Pençelerinin altında ezilirken başımı da yere vurmuştum; görebildiğim ve duyabildiğim her şey, karanlık bir boşlukta yok olmuştu.

Kendime geldiğimde merakla gözlerimi açtım ve yeniden odamda, sıcacık yatağımda olduğumu gördüm. “Hepsi bir rüyaymış.” Peki, gerçekten rüyamıydı? Aceleyle giyinip aşağı indim, kahvaltımı da yaptıktan sonra evden çıkmak üzereyken annem tarafından durduruldum “Bekle kızım, yeni komşumuzun kızı seninle aynı okuldaymış. Birlikte gideceğinize dair annesine söz verdim.” dedi ve istemediğim halde beni karşı komşumuzun kızını almak üzere, onların evine doğru sürükledi. Annem, komşu teyze ile dinlemediğim birkaç şey konuştuktan sonra beni kızı ile tanıştırdılar. Kız “Merhaba, benim adım Dolunay.” derken öyle neşeliydi ki... Oysa ben şaşkınlığımın üzerine “Be… Ben de Serçe.” diyebilmiştim. Şimdi, bu bir tesadüf mü yoksa rüyamın gerçekliği miydi?

Merleng




4 yorum:

  1. kardeşin çok güzel yazmış ve kimin kardeşii.
    :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederiz deep beğendiğine sevindik ikimiz de ;)

      Sil
  2. onun adı merleng tabii.
    :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aslında Merleng onunla benim aramdaki bir şifre ;) Yinede blogda onun adını Merleng olarak kullandım ^^

      Sil

Öyle okuyup kaçmak olmaz sevgili okur, fikrini belirt, bir selam et, bir ses ver, çekinme :)

Not: Yorum yaparken lütfen Türkçemizi koruyalım.

^.^