9 Kasım 2011 Çarşamba

~Mahzen Bölüm 5~


Öneri: Bu hikâyeyi okuduktan sonra, karanlıkta arkanızı kollayın…
Esin kaynağı: Bir rüya :)
Mahzen
Bölüm 5:


Sacred 2 - Fallen Angel - Soundtrack 01 Main Menu Theme

Ölüm oyununun başlamasıyla birlikte harekete geçmiş ve düşmanı en son gördüğümüz yerin yakınlarına kadar ilerlemiştik. Burada sis hemen hemen dağılmıştı, muhtemelen büyücülerden birisinin işiydi bu. Yine de adım attığımız yeri görmek oldukça güçtü zira sık dokulu ağaçlar ay ışığının yere inmesine izin vermiyordu. Biz karanlıktaydık, güvendeydik; düşmansa… ne diyebilirim ki meşalelerin altın sarısı ışığı yüzlerinden ne güzel de yansıyordu öyle!
Saklandığımız yerden gördüğümüz ve işittiğimiz kadarıyla ortama tam bir kargaşa hâkimdi. Herkesten ayrı bir ses çıkıyordu. Gelenlerden birkaçı -oldukça yüreksizdiler ve anlaşılan buraya zorla getirilmişlerdi- ortamdaki bağrışmaların da etkisiyle dehşete kapılmış ve ellerindeki silahları boş boş çevreye ateşlerken kendi paylarına düşen kurşunun hepsini harcamışlardı. Etrafa saçılan kurşunlardan birisi orta yaşlı, saç ve sakallarından yüzü görünmeyen Viking kılıklı bir adama denk gelmişti. Anlaşılan vurulan adam sevilen veya önemli biriydi ki herkes susmuş ve onun başında toplanmıştı. Anlayamadığımız birkaç mırıldanma ve öfkeli sesin ardından iki kişi omuzundan yaralanan ‘Viking’i alıp geri dönüş yolunu tutmuştu.
İnsanlar telaşlı ve öfkeli bir şeyler konuşurken, bir kişi yüksek bir ağaca çıkmış elindeki bıçakla bir şeyler kesiyordu. En sonunda dikkatimizi topladığımızda ağaca tırmanan genç adamın ‘kafesağ’ı yere indirmek amacıyla orada olduğunu anlamıştık ve aynı zamanda ağa yakalanan iki kişinin en başından beri hiç susmadan çığlık atıp yardım istediğini de fark etmiştik. Sarmaşığın keskin dikenleri bedenlerini delik deşik etmişti; bedenlerinden akan kan, kıyafetlerinin neredeyse tamamını ıslatmış, elleri ve yüzleri kanlar içinde kalmıştı; açılan yaralardan içeri giren zehir ise sürekli acı dolu çığlıklara sebep oluyordu…
İki genç hayatın canlı canlı eriyip gidişini izlerken ‘Tanrım, biz ne yaptık… Nasıl bu kadar vahşice bir şey yapabildik?’ gibi düşünceler aklımda takla atıyordu. Ancak yapabilecek başka bir şeyimiz olmadığını da biliyordum zira ailemin ve gelecekteki onca insanın hayatı söz konusuydu.
Sonunda kafesağı yere indirmiş ve kendilerine dikkat ederek iki genci sarmaşıklardan kurtarmışlardı. Zehir, tıpkı bir salyangozun suda erimesi gibi bütün organlarının kavrulmasına ve yavaşça erimesine yol açıyordu. Sarmaşıkların tek özelliği bu değildi elbet: zehirle birlikte kana karışan bir madde kanı sıvılaştırıyor, pıhtılaşmasını ve yaranın kapanmasını önlüyordu. Kan kaybediyorlardı…
İki genç bağırmayı bırakmıştı. Şimdi sadece titriyor ve su istiyorlardı. Muhtemelen ateşleri de vardı ve köylüler onlara su verme gafletine düşmüşlerdi. Bütün bu olanlar onlarla birlikte gelen cadı ve büyücülerin umurunda bile değildi; insanları uzaktan seyrediyor ve göz göze geldikleri kişiye korkutucu birer bakış fırlatıyorlardı.
Çok geçmeden, zehrin kurbanlarından birisi son nefesini vermişti. Diğeri ise bilincinin sınırlarını zorlayarak “Ölmek istemiyorum… Lütfen yardım edin, ölmeme izin vermeyin. Bırakmayın beni, ölmek istemiyorum!” diye histerik bir şekilde yalvarırken bir yandan da uyanık kalmaya çabalıyordu. Herkes, şaşkınlığın ve bir şey yapamamanın verdiği korkuyla yerdeki genci izlerken; içlerinden biri öne çıkmış, sırtındaki eski tüfeği aniden eline alarak “Üzgünüm evlat” dedikten sonra gencin göğsüne ateşlemişti…