28 Nisan 2011 Perşembe

~ Mahzen Bölüm 3 ~



Öneri: Bu hikâyeyi okuduktan sonra, karanlıkta arkanızı kollayın…
Esin kaynağı: Bir rüya :)

Mahzen
Bölüm 3:




Bjorn Lynne - The Freeze


Yanılmamıştık, hava yavaşça aydınlanıyordu ve kitabı bulalı henüz kısa bir süre olmuştu. Bu süre zarfında o yaratığın iki kez sesini duyduk. Birincisi acı çekiyor gibi ağlamaklı bir sesti, ikincisi ise şizofrenik bir kahkahaydı. Bulduğumuz kitaba göre bu ev 1642’de zengin bir tüccar tarafından yaptırılmış. Evin bulunduğu arsanın eski sahibi cadılıkla suçlandığı için, o dönemin şartlarınca ailesiyle birlikte idam ettirilmiş ve arsa cadılık suçunu ortaya çıkardığı için bu zengin tüccara verilmiş.


Bu tüccar Howell adında eski bir valiymiş ve evin yapımı sırasında başına gelmeyen kalmamış; inşaatı yöneten ustabaşı önce ayağını kırmış, sonra gizemli bir şekilde ölmüş; inşaatta tam yedi kez yangın çıkmış… Ve daha birçok ilginç olay olmuş. Lakin Bay Howell inatçı kişiliği sayesinde evin yapımını tamamlamayı başarmış.

Fakat olaylar bundan ibaret değilmiş, Howell bu evde huzur bulamamış; geceleri korkunç sesler hizmetçilerin kaçmasına neden oluyormuş ayrıca sürekli yer değiştiren eşyalar karısı tarafından terk edilmesine neden olmuş. Howell, küçük kızı ile bu evde tek başına kalmış… Eşinin terk etmesinden sadece bir mevsim sonra Howell akıl hastanesine kapatılmış. Ona ne olduğunu kimse bilmiyormuş fakat delirmesine kızının ilginç bir şekilde kaybolmasının neden olmuş olabileceği düşünülüyormuş.

Daha sonra evin birçok yeni sahibi olmuş fakat hiçbiri burada uzun süre kalmamış. Kimisi intihar ettikten sonra birileri tarafından bulunmuş, kimileri ise iz bile bırakmadan kaybolmuş…

Kitap bu kişilerin ayrıntılı hayat hikâyeleri ile doluydu. Felaket tellallığı yapan gazete gipürlerinden başka, yer yer gelip geçen ev sahiplerinin kendi el yazmaları da bulunuyordu. Anlaşılan her ev sahibi kitaba bir şeyler eklemişti fakat bizim yaratıktan hiç bahsedilmiyordu.

Öğrendiğimiz şeylerden biri, bunun bir cadı işi olduğuydu. Belki de fazla bir şey hatırlamamamızın sebebi bununla açıklanabilirdi. Bir diğeri evin altındaki o büyük oda ile ilgiliydi; böyle derin bir mahzen yapmak Howell’ın fikri değildi. Arsada böyle bir çukur zaten vardı ve Howell, ustadan burayı toprakla doldurmasını istemişti ancak usta bu karara uymamış evi bu çukurun üstüne inşa ederek orayı bir mahzene dönüştürmüştü. Arsada böyle bir çukurun ne işi olduğuna gelince… Yine cadı işiymiş; arsanın asıl sahibi cadılıkla suçlanıp idam edilmeden önce, bu çukurda büyük bir ateş yakarak çukuru alevlerle dolduruyor ve içine kurban olarak seçtiği hayvanları atıyormuş. Öğrendiğimiz bilgilerin yanı sıra aklımıza takılan bir şey de olmuştu; Howell hastaneye yatırılırken elimizdeki kitabı kastederek “Kitabın içinde… Her şeyi anlattım. Bana inanmalısınız!” diye bağırıyormuş. Oysa biz Howell’ın kaleminden çıkan hiçbir yazıya rastlamamıştık.

Kitap o kadar yıpranmış bir haldeydi ki, bizim evirip çevirmelerimize dayanamamıştı. Sayfalar birimizde, arka ve ön kapaklar diğerimizde kalmıştı. Dayımla yengem sayfaları ikiye ayırmış, biri bir bölümü öbürü diğer bölümü incelemeye devam ediyorlardı. Bana da, bir işe yaramayan kitabın, işe yaramayan kapakları kalmıştı.

Onlar sayfaları karıştırırken, ben sinirimden ahşap kapakların iç tarafındaki kumaşı yırtmaya karar vermiştim. Arka kapağın kumaşını param parça ettikten sonra, köşesindeki bir yırtıktan faydalanarak ön kapağın kumaşına saldırıya geçmiştim. Derken hiç ummadığım bir şey oldu; ön kapağın kumaşını yırtınca içinden çok eski, sarıdan ziyade kahverengileşmiş birkaç mektup sayfası çıktı ortaya. Mektupların yazısız kısmında yine o kar tanesi şeklindeki kabartma vardı.

Yazıların bir kısmını okumak imkânsızdı ve sayfalar geçip giden zamanla birlikte o kadar incelmişti ki, yırtmadan tutabilmek için çok çaba sarf ediyorduk. Mektup sayfalarında -okuyabildiğimiz kadarıyla- şunlar yazılıydı:

“…o zamanlar buna ihtimal vermemiştim fakat Saly sürekli yer değiştiren eşyalardan ve geceleri konuşan hayaletlerden bahsediyor……ancak ben hiçbir şey fark etmemiştim.
…… ve Saly bir şey söylemeden gitti. Eva ve ben tek başımıza kalmıştık. Burada yaşamaya devam edip, tüm o cadı komplolarına kafa tutmaya devam etmeliydik. Kimseden korkmadığımızı göstermeliydik……
…… Bütün bu olanlar Saly’nin doğru söylemiş olduğunu gösteriyordu, ben yanılmıştım. Hepsi gerçekmiş. Buradan bir an önce ayrılmamız gerektiğine karar verdim ve……
Eva’nın durumu iyi değil; o, anlamsız sözler söyleyip etrafına boş gözlerle bakıyor. Endişeliyim. Sabah ilk iş buradan gidiyoruz, onu iyileştirmek için bir doktora götürmem gerekecek.
Tanrım, sabaha daha saatler var ve ben idam ettirdiğim o cadının, evin odalarında gezindiğini gördüm…
… daha sonra üzerine döktüğüm tuz işe yaramadı, aksine onu daha çok sinirlendirdim… O lanet şey kızımın bedenini ele geçirdi. Lanet olası, pis ucubeden bunun intikamını mutlaka… Tanrım… Eva’m, biricik kızım lütfen beni affet.
… Onu zayıf düşürmeyi başardım ve evin altındaki odaya kilitledim. Anahtarın yerini kimse bilmiyor, bu yüzden onu kimse… Üstelik derin bir uykuda, onu öldüremedim ama bulunmadığı sürece uyanmayacaktır. Hem kendi kızımı nasıl öldürebilirim ki… Eğer kanadındaki o şeye bir kez daha vursaydım o cadı ölürdü lakin Eva’m, tatlı Eva’m geri gelir miydi?
……………”

Sonlara doğru, deliliğinin ortaya çıktığını belli edercesine, yazıların geri kalan kısmı iyice okunaksızlaşmıştı.

****

Howell’ın yazdıklarını hazmetmemiz zaman almıştı. Güneş tüm parlaklığıyla bu gariplikler yuvasının üzerinde yükselmişti ve bu kendimizi güvende hissetmemiz için yeterliydi. Çünkü biraz daha uğraşınca, Howell’ın yazılarından birkaç şey daha öğrenebilmiştik; cadı ve güçleri, gün ışığında etkisiz kalıyordu, o gücünü aydan alıyordu ve gündüzleri bilinçsizleşiyordu. Geçmişte böyle olması, şimdi de böyle olduğu anlamına gelmezdi fakat en azından bir şansımız olduğunu bilmek biraz olsun rahatlamamızı sağlamıştı. Geceleri av olabilirdik ama gündüzleri avcı bizdik.

Kendimizi kayıp zamanlar tünelinde gibi hissediyorduk. Sanki günlerdir bir şey yememiş gibi aç ve susuzduk. Cesaretimizi toplayıp, hep birlikte mutfağa yol aldık. Ev yeniden evrim geçirmiş gibi sakin, sıradan ve normal görünüyordu. Hiçbir şeyle karşılaşmamış, bir çıtırtı dahi duymamıştık. O şey gerçekten uyuyor olmalıydı. Uyumasa da şuan için umurumuzda değildi, o kadar açtık ki ne olursa olsundu.

Mutfak alışverişini ne zaman yaptığımızı hatırlayamadık ama kiler ve raflar ağzına kadar doluydu. Ayrıca garip bir şekilde çalışan fenerlerimiz gibi, buzdolabımızın da çalışıyor olduğunu öğrenmiştik. Televizyon, radyo, telefon ve internet çalışmıyordu ancak buzdolabı, ütü ve bunlar gibi elektrikten başka bir şeye ihtiyaç duymayan eşyalar zaman zaman çalışıyordu. Bu durum zihnimizde bir takım senaryolara şekil verse de henüz kendimize bile tam olarak açıklayamıyorduk.

Karnımız doyunca, zihnimiz fazla mesai için hazır duruma geçmişti. Bir karar vermeliydik. O şeyi bulup yakalayacak mıydık yoksa biran önce yola koyulup, nerde olduğumuzu ve nereye gittiğimizi bilmeden kaçmaya mı çalışacaktık? İkincisi çok cazip görünüyordu ancak mantıksızdı ve zamanımız gittikçe azalıyordu. Sonunda her şeyi göze alarak cadıyı yakalamaya karar verdik. Üstelik zayıf noktasını bildiğimiz için bir şansımız olabilirdi.

Onun hala evin içinde olup olmadığını bilmeden, daha önce yaptığımız gibi bütün odaları kontrol ediyorduk. Her köşeyi dikkatlice arıyorduk, tavandaki kirişleri bile. Ve bu kez hazırlıklıydık, hepimizin elinde duvarlardaki dekorlardan aldığımız gerçek silahlar vardı. Dayım elindeki 45lik Colt’u dikkatlice taşırken, zihninde geçmişinin bir yansıması olarak “Keşke bunun yerinde FN Five-Seven ya da HK USP olsaydı.” diye düşünüyordu. Yengem belindeki Baretta’ya dokunmaya korkarken elinde bir katana taşıyordu. Bense küçüklüğümden beri ilgi duyduğum bir çift Sai’yi özenle almış, üçüncü bir taneyi de kemerime takmıştım. Kendimizi X-Files ve Resident Evil karışımı bir şeyin içinde gibi hissediyorduk.

Çatı katını ve mahzeni kontrol etmeden önce, batı tarafındaki büyük salona gelmişti sıra. Batı Salonu, cephesindeki sık ve yüksek ağaçlar yüzünden, gün batarken sadece yarım saat kadar kısa bir süre güneşe maruz kalıyordu. Gün batarken ağaçların dallarından kurtulabilen ışık demetleri, pencerelerden süzülürken yalnızlık hissinin ağır bastığı bir hüzün duygusu yansıtırlar adeta. Daha önceki ziyaretimizden aklımda kaldığınca Rönesans’ın taş sokaklarına benzeyen bu odanın oval bir yapısı vardı ve içindeki her şey beyaz mermerdendi. Oval odanın batı tarafında bulunan dört adet, oldukça geniş ve tavana kadar yükselen mermer çerçeveli camlardan bir kısmı çatlamıştı ve bazı yerlerinde küçük kırıklar vardı. Pencerelerin yanındaki kirişler, tavandaki süslemeler, orada burada kimisi devrilmiş büyük vazolar… Her şey mermerdendi. Etrafa saçılmış kan kırmızı kadife kumaşlar bu odaya büyülü bir hava katıyordu ve pencerelerin kırık kısımlarından içeri girebilen gül yaprakları da bu durumu destekliyordu doğrusu.

Arayacağımız odaların sayısı azaldıkça daha dikkatli ve olabildiğince sessiz davranmaya başlamıştık. Batı Salonu’nun ağır, ahşap kapısını açarken etrafın birden soğuduğunu keskin bir şekilde hissetmiştik. Yaşlı kapı, kendinden beklenmeyecek derecede gıcırdamadan açılmayı başarmıştı ve biz gördüklerimiz karşısında, sırtımızın neden buz kestiğini anlamıştık. Eva’yı, yani cadıyı bulmuştuk. Saklanması en mantıklı olan yerde… Batı Salonu’nda… Aslında onu mahzende bulacağımızı düşünmüştük, çünkü güneş ışınlarının oraya ulaşması imkânsızdı fakat anladığımız kadarıyla, mahzenden hayatını tehlikeye atacak kadar çok nefret ediyordu.

Mermer salonun tam ortasında, onu ilk gördüğümüzde olduğu gibi sırtı bize dönüktü ve bilinçsizce oturuyordu. Ama bir değişiklik vardı, kanatları değişim geçirmişti. Kanatları yoktu sanki ama vardı işte. Tıpkı ışıktan yapılmış gibiydiler. O tuhaf deri yığının yerinde şimdi kırmızı renk bir ışık, bir parıltı vardı. Tül kadar ince, tüy gibi hafif görünüyordu ve dokunsam elim içinden geçecek gibiydi. Şimdi bir ucubeden çok bir periye benziyordu.

Kanatlarından yayılan ışık, kaynağına yakın olduğu bölgede daha yoğundu ve tavana doğru yükseldikten sonra yine o Samanyolu şeklini oluşturuyordu. Işığın içinde, kanatlarında da olduğu gibi peri tozuna benzeyen zerrecikler dolaşıyordu. Belki mahzende uyuyarak geçirdiği onca yıl boyunca kanatları matlaşmış ve solmuştu ama şimdi kendini toparlamış görünüyordu. Hatta eskisinden de güçlü olabileceğini düşünüyorduk.

Dejavu… Sanki düşüncelerimizi duymuş gibi kıpırdanmaya başlamıştı. Howell’dan öğrendiğimiz kadarıyla, onu ancak kanatlarına saldırarak durdurabilirdik lakin bunu nasıl yapacağımıza dair bir fikrimiz yoktu. Biz düşünürken, Eva’nın saklamaya çalışırmış gibi kıkırdaması, aslında uyumadığını anlamamıza yetmişti. Derken küçük kız oturduğu yerden yavaşça arkasına döndü ve artık aşina olduğumuz o şizofrenik kahkahasını attı kısa bir süre. Ardından kahkahasını yarıda kesip öfkeli bir bakış fırlattı. İçlerinde alevler yanan simsiyah gözleri ve alaycı bir tebessümle kıvırdığı dudaklarıyla küçük bir çocuktan çok aklını kaçırmış bir katile benziyordu. Howell’ın baba yüreğini kandırmaya yeten küçük bedeni bize etki etmiyordu. Zaten Eva’dan geriye bir şey kalmadığı da çok açıktı.

****

Eva…
Aklında dönüp duran bin bir düşünceyle bize bakıyor, yıllardır ilk defa birilerini görmenin şaşkınlığını üzerinden yeni yeni atıyordu. Bizse bu defa hazırlıklı olmanın verdiği üstünlükle ilk olarak hangi tarafın saldırıya geçeceğini merak ediyor ve içimizdeki tuhaf tedirginlikle savaşıyorduk. Sonra hiç beklemediğimiz bir şey oldu; yaratıktan tavana doğru dönerek yükselen ışığın rengi gittikçe açıldı ve en sonunda bembeyaz bir parlaklığa ulaşınca, uğultulu bir şekilde içten dışa doğru patladı. Bize hiçbir zarar vermeyen ışık; halkalar halinde duvarlara çarptıktan sonra gittikçe küçülerek geri döndü ve yaratığın avuçlarında küçük, yuvarlak ve bembeyaz bir küre halini aldıktan sonra yavaşça yok oldu. Patlamayla birlikte odada yankılanmaya başlayan kristalimsi ezgi de küreyle birlikte solmuştu.

Şimdi ‘Eva’ şafak yıldızı kadar ihtişamlı görünüyor, çevresinde bir süre döndükten sonra yok olan ve bunu gelişigüzel tekrar ederken kuyruklu yıldızları anımsatan kırmızı-turuncu arası değişken renklerdeki ışıklarla peri kraliçesine benziyordu.

Biz bir savaşın çıkmasını beklerken, yaratık konuşmaya başlamıştı. Sesi yankılı ve pürüzsüzdü, bazen fısıltıyla bazense gücenme rolü yapan küçük bir çocuk gibi konuşuyordu.

“Annem, beni kurtarmak için geleceğinizi söylemişti. Yine kovalamaca ya da saklambaç oynamak ister misiniz? Bence çok eğlenceli oluyor.” Biz daha bunun ne demek olduğunu düşünemeden “Haydi öyleyse oynayalım!” diye bağırmıştı. Yengem ne yaptığını bilmeden “Senin… annen kim?” diye sorduğunda, üçümüzde birbirimizle bakışmıştık. Sanırım onun Eva’ya ait bir şeyler taşıyıp taşımadığını anlamaya çalışıyordu.

“Jean. Annem Jean… Onu tanımıyor musunuz?” yengemi işaret ederek devam etti “O tıpkı sana benziyordu. Bende karnındaki kız gibi annemin karnındaydım ona şey olmadan önce…o…” acı veren bir şeyi hatırlamış gibi biraz durakladıktan sonra bağırmaya başladı “Bütün o kötü insanlar annemi yakmadan önce.” Öfkeyle yumruklarını sıkarken başını hafifçe sol tarafta yerde duran bir vazoya çevirmiş, zihnini devrilmiş vazonun çatlaklarıyla oyalamaya çalışırken bir yandan da sakin kalabilmek için derin derin nefes alıp vermeye başlamıştı.

 Bakışlarını vazonun çatlaklarından ayırmadan “Yakalandığında bu odadaydık. Pencereden dışarıyı, dökülen gül yapraklarını izlerken bir yandan da korkmamam için bana şarkı söylüyordu. Bizi korumak için hiçbir şey yapamamıştı çünkü güçlerini kullandığı zaman ölebilirdim. Beni öldürmektense hayalet olmayı seçmişti.” Diye sakince mırıldanmıştı. Bir süre derin sessizliğin içinde nefes alıp verişlerimizi dinlerken olup biteni düşündük.

Anlaşılan buranın ilk sahibi Jean yakılmadan önce hamileydi ve bir şekilde bebeğinin ruhunu Eva’nın bedenine bağlamıştı. Tabii bunu yapmasındaki yegâne amacın kızını korumaktan çok intikam almak olduğu çok açıktı. Üstelik evin tarihine bakılırsa bunu fazlasıyla başardığı da aşikârdı. Bu olaylarla hiç ilgimiz olmadığı halde bize de zarar verir miydi emin değildik. Peki, ama bütün bunları neden anlatıyordu sanki? Belki de tekrar yalnız kalmadan önce bütün öfkesini kusmak ve bizi şaşırtmak hoşuna gidiyordu. Yinede, söylediklerini zihnimde defalarca başa sarmamdan sonra, şizofrenik bir katil olmasına rağmen tüm o yaşadıklarının ardından üzgün olmalı diye düşünmekten kendimi alamamıştım.

“Üzgündüm ama artık değilim. Annem oynamam için bana Eva’yı vermişti ancak o çok korkaktı ve sürekli ağlıyordu. Bu yüzden annem; Eva’nın bedenini tamamen alırsam hayalet olmaktan kurtulacağımı, daha güçlü olacağımı, daha çok oyun arkadaşım olacağını söyledi ve işte buradayım. Hem de çok eğleniyorum.” Zihnimizi okumasından nefret ediyor, umarım her şeyi duyamıyordur diye dualar ediyorduk. Eğer onu öldürme niyetiyle geldiğimizi bir anlarsa, ne tür manyaklıklar yapardı kim bilir. Düşüncelerimiz konusunda emin değildik ama neyse ki içeri girerken saklamayı akıl ettiğimiz silahları fark etmemişti.

Zamanın ve mekânın, gerçeğin ve hayalin, doğrunun ve yanlışın arasındaki tutarsızlıklar; mantığımızın, duygularımızın ve amacımızın birbiriyle çatışmasına neden oluyordu. Onu gerçekten öldürmemiz gerekli miydi? Bir ucube de olsa hala bir çocuktu ve bizi korkutmaktan başka bir şey yapmamıştı. Bir uzlaşma yolu bulamaz mıydık? Belki hafızalarımıza ve eşyalara ne olduğunu söyleyebilir, hatta bize yardım bile edebilirdi. Peki ama bu düşündüklerimiz bizim kendi düşüncelerimiz mi, yoksa yine o cadı numaralarıyla falan kandırılıyor muyduk? Anlamak ve bir kara varmak çok zordu…

****

“Benimle oyun oynayın dedim size!” kelimeleri bastırarak ve tane tane konuşmuştu. Bu tehdit yüklü emirden sonra sinirlerimizi geren çığlık benzeri bir şey savurdu boşluğa. Bugüne kadar birçok korku filmi izlemiş ve bir o kadar da şizofrenik karakter tanımıştım. Filmlerden onlara nasıl yaklaşılması gerektiğini az çok öğrenmiştim fakat bu yaklaşım gerçek hayatta geçerli miydi emin değildim. Tabii buna gerçek hayat denebilirse… Yinede geçmişinin çoğu kısmını hatırlamayan birisi olarak, kaybedecek pek fazla bir şeyim yoktu, denemeliydim, en fazla ölürdüm hepsi bu.

Bazen uzaklaşan, bazense yakınlaşarak bizi ürküten soğuk hava dalgası, sanki bir varlığa aitmiş gibi çevremizde dolaşıp duruyordu. Dünü, kendi gözlerim ve varlığımla yaşamış olmasaydım; pencereden görünen manzara karşısında, bir gün önce temmuzun ortasında olduğumuza inanmazdım. Dışarıda, rüzgârsız bir havada, pencerelerin pürüzsüz yüzeylerinden kayarak geçen bembeyaz kar taneleri sinirlerimize meydan okuyordu adeta…

Bütün bunları; tiyatroda hiç kimseden çıt çıkmazken, tek bir kişinin kalkıp da sinir bozucu bir şekilde telefonla konuşmasını görmezden gelmek gibi bir kenara bıraktım ve senaryosunu bilinçaltımın yazdığı blöf oyununu oynamaya başladım…

“Üzgünüm, bizi bu şekilde korkutmaya devam ettiğin sürece seninle oyun oynamamız imkânsız!” ben bunları söyledikten sonra dayım ‘ne yapmaya çalışıyorsun, aklında ne var?’ dercesine göz kırparken, küçük kızın yüzündeki hayal kırıklığı amacıma ulaştığımın göstergesiydi.

“Ben korkunç muyum? Belki… Ama sizi korkutmayı ben istemedim. Aklınızda dönüp duran düşüncelerle korkmak isteyen sizsiniz. Üstelik buraya gelip, bana yardım etmeyi kabul eden de sizsiniz. Yoksa hatırlamıyor musunuz?”  ne demeye çalışmıştı, söyledikleri doğru olabilir miydi? Ya, o da bizimle oyun oynuyorduysa… Ona güvenmek pamuk ipliğinde yürümek gibiydi.

Artık kesinlikle düşünceleri duyabildiğine inandığım yaratık “Ben yalancı değilim!” diye bağırdıktan sonra derin bir nefes alıp, sinirle açılan kanatlarını uçları yerde sürünecek şekilde sırtına tekrar katladığında sakince devam etti. “Size zarar verecek olsaydım…” düşünüyormuş gibi tavana bakmaya ve sağ elinin işaret parmağıyla yanağında ritim tutmaya başlamıştı “…içeriye girdiğinizde aptalca saklamaya çalıştığınız silahları pencereden dışarı atar, sizi de çoktan un ufak ederdim. Hatta en başında mahzenden çıktığımda peşinizden gelir ve daha siz ne olduğunu anlayamadan, oturma odasındaki kütüphanenin gizlediği bölmede tek tek alırdım canlarınızı!” Tanrım! Söylediklerini, şu anda küçücük olduğunu hissettiğim beynimde yorumlamak imkânsızdı.

Biz bir türlü cevap veremeyince, kızgın bakışlarını yumuşatıp devam etti “Sanırım artık bana güvenebileceğinizi anladınız. Şimdi lütfen silahlarınızı, ben pencereden atmadan önce cebinize falan kaldırın. Ulaşabileceğiniz bir yerde olsun çünkü ilerleyen saatlerde onlara ihtiyacınız olacak zira benim güçlerim bile size yardım edemeyecek.” Bizi endişelendiren ve merakta bırakan bu son cümlesini açıklamamış, henüz vakti değil diyerek tüm ısrarlarımıza rağmen geçiştirmişti.

Bir süre; bu garip ortamda yaşadığımız tuhaflıklara şahitlik eden mermer heykelciklerin ve melek figürü şeklindeki kabartmaların, tavandan üzerimize fırlattıkları ürkütücü bakışlar altında, neler olup bittiğini konuşmaya devam ettik.

Bir insanın bedeni ve doğmamış bir çocuğun ruhunun karışımı olan bu yaratığın henüz bir adı olmadığını öğrendiğimizde; kızın gözlerinden geçen bir hüzün bulutu, kalbinin ne kadar kırık olduğunu anlamamızı sağlamış ve aynı zamanda onun kalbindeki kırığı kendi kalbimizde de hissetmiştik.

“Bir isminin olmasını ister miydin?” diye sorduğumuzda gülümsemek isteyen dudakları aşağıya doğru kıvrılmış ve “Kim istemez ki… Ama annem kendi işlerinde o kadar yoğun ki çoğu zaman benim varlığımı günlerce unuttuğu bile oluyor. Onun düşünebildiği ve önem verdiği tek şey insanları buradan uzak tutmak.”demişti.

Bunun üzerine ona bir isim önerdiğimizde, gözlerinin yaşarmasına aldırmadan o tanıdık şizofrenik kahkahasını atarak ne kadar sevindiğini belli etmişti. Kahkahası artık korkunç gelmiyordu, tamam biraz ürkütüyordu ama korkunç değildi. ‘yaratık’tan sonraki yeni ismiyse ona tam uymuştu; Amelie…

Amelie yıllarca annesinin öfkesine boyun eğmiş, istemediği halde bu öfkeye kendisi de tutularak bu evde yaşamaya çalışan onca insanı ve akrabalarını katletmişti. Kilitli olduğu halde bunu nasıl yaptığına gelince; güçleri sayesinde insanlara huzur vermeyen rüyalar göstermiş, korkunç seslerle insanların akıllarını kaybetmelerini ve birbirlerini çeşitli yollarla öldürmelerini sağlamıştı. Bunca zaman Jean’ın da boş durmadığını söylememe gerek bile yok sanırım. Tabii kaçmayı başaran birkaç kişi de, evde dönen o tuhaf olayları her yerde anlatmıştı.

En sonunda, bölge insanları bu korkutucu olaylara bir son verebilmek için; özel güçleri olan birtakım insanları kendi saflarına çekerek, bu evle birlikte içinde her ne varsa yakmaya karar vermişler. Hatta en son giriştikleri saldırıda, bunu az daha başarıyorlarmış. Jean’ın güçleri onların sayısı karşısında zayıf kaldığı için fiziksel ve metafiziksel saldırılara karşı koymakta zorlanmaya başlamış. Hakkında fazla bir şey hatırlamadığımız bu evde, bu olayları yaşamaya başlamamızın sebebi de işte buymuş; Amelie’yi ve burayı korumak… Bunun nasıl olduğuna gelince, açıklayamadığımız daha birçok konuyla birlikte bunu da Jean geldiği vakit öğrenecekmişiz. Bu arada Jean’ın nerede olduğuysa tam bir muammaydı…

****

Çevremizde dönüp duran ve sürekli yer değiştiren soğuk hava dalgası iyice sinirlerime dokunmaya başlamıştı. En sonunda dayanamayıp “Yeter artık, kes şunu yapmayı. Sinirlerimizi hoplatmak hoşuna mı gidiyor?” diye bağırdığımda; önce neden bahsettiğimi anlamamış, biran için bakışlarıyla zihnimi dikizleyip ne demek istediğimi anladıktan sonraysa kıkırdayarak cevap vermişti “Bunu yapan ben değilim ki.” Biraz durup gülmeyi kesebildiğinde ancak devam edebilmişti “O annem. Sadece geceleri ortaya çıkabiliyor, gündüzleriyse bu şekilde var olabiliyor. Bunu sizin anlamanızı bekledim ama düşünceleriniz tahmin ettiğimden de sınırlıymış.”

Mahzende geçirdiği onca yıl boyunca kendince espri anlayışı geliştirmişti anlaşılan ama haklı olduğu da bir gerçekti. Howell’ın gün ışığında etkisiz kalıyor diye bahsettiği Jean’mış, oysa biz ne sanmıştık; en başından beri saklandığımızı sanırken devekuşu gibi başımızı kuma gömmüşüz meğer… Eğer Amelie ciddi ciddi bizi avlamak isteseydi çok fırsatı olmuştu gerçekten. En çok da mutfakta saf saf yemek yediğimiz zamanı düşününce yüzümüze yumruk yemiş gibi hissediyorduk. Bütün bunların üzerine geçmişten bir yerlerden hatırlayabildiğim bir düşünce zihnimin altın tahtına oturmuştu istemsiz “Keşke imkânım olsaydı da Sherlock’un beyniyle evlenseydim ya da daha iyisi onun zekâsını kendime nakil ettirebilseydim…”

Zamanın dengesizce akıp gidişini izlerken, ne kadar yorgun olduğumuzu görmezden gelmeye çalışarak Jean’ın ortaya çıkacağı saati bekliyorduk. Stresimizi azaltmak için; kırık camlarından içeri süzülen rüzgârın dans ettiği Batı Salonu’ndan ayrılıp, peşimize takılan Amelie ile birlikte mutfağa geçmiş kahve içiyorduk. Amelie ise “Böyle şeylere ihtiyaç duymuyorum” dedikten sonra ona uzattığımız fincanı geri çevirerek, zihnimizi dikizleme işine geri dönmüştü. Bizi incelenmesi gereken birer denekmişiz gibi dikkatlice izlemesi tedirgin olmamıza neden oluyordu. Üstelik bakışlarının düşüncelerimizin içinde gezindiğini yakıcı bir şekilde hissediyorduk.

Ben, mutfağın tam ortasında yer alan ahşap masada oturmuş, kahve köpüğü gibi sönüveren düşüncelerimi yakalamaya çalışırken; yengem yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp, pencere kenarındaki geniş divanın rahatlığında, dayımın dizinde uyuyakalmıştı. Bu tuhaf yerde, bir sonraki saniye ne olacağını kestirmek imkânsızdı; bu nedenden dolayı, dayım da ben de uyumaya ve dinlenmeye cesaret edemiyorduk bir türlü.

Bütün o akıl karışıklıklarının içinde emin olabildiğimiz bir şey vardı: Jean’a tam anlamıyla güvenemezdik. Kızını koruma işimiz bittiğinde –ki bu işi henüz kabul etmiş değildik– bizi öldürmeyeceğinin garantisi yoktu. Şuan bize ihtiyacı olabilirdi fakat daha sonra üzerimizde çeşitli işkence deneyleri yapmayacağını nerden bilebilirdik ki? Üstelik gündüzleri de yaşayabilmek için içimizden birinin bedenini ele geçirmeyi isteyebilirdi. Amelie bu düşüncelerimize itiraz edip, sürekli olarak bize zarar vermeyeceklerini söylüyordu fakat o doğru söylüyor olsa bile daha bir çocuktu ve annesi tarafından kandırılıyor olabilirdi. Ne olursa olsun Jean’a temkinli yaklaşmamız şarttı, ne de olsa burada esir olan bizdik ve başımıza ne geleceği belli değildi…

****

Bir süredir aklıma takılan bir şey vardı ve Amelie’nin bakışlarından, bunu sormamı beklediğini anladığımda daha fazla dayanamayarak merakımın zaferine ters ters baktım… “Kuzenimin kız olduğunu söylediğin zaman… bunu nerden bildin? Biz henüz kız ya da erkek olduğunu bilmiyorduk. Bu durumda düşüncelerimizi görmüş olamazsın.” Ben anlamaya çalışan gözlerle ona bakarken, o merakımın zaferine tebessüm etmekle meşguldü. En sonunda “Tek yeteneğim zihin okumak değil, daha birçok farklı şey yapabiliyorum. Algılama yeteneğim sizinkinin çok üstünde ve unuttuysan hatırlatayım ben bir cadının kızıyım. Annemin yetenekleri bende de var. Şuan bir yetişkin olmadığım için annem kadar güçlü olamıyorum ancak yıllar geçtikçe güçlerim daha da artacak ve onun kadar yetenekli olabileceğim.” diye açıkladığında merakım su yüzeyinde gezinmiyor adeta sörf yapıyordu.

Tamam, insanların zihinlerine akıllarını karıştıracak ve delirmelerine neden olacak düşünceler ekleyebiliyordu, düşünceleri okuyabiliyordu ve eşyaların yerini değiştirmek ya da yok etmek gibi bir yeteneği de vardı; ancak daha fazlasını yapabildiğini şu ana kadar sadece tahmin etmiştim. Bunu öğrenmekse daha fazla akıl karışıklığından başka bir şeye yaramamıştı, üstelik iştahlı merakım da iyice kabarmıştı.

Peki ama Amelie güçlendikçe insanlara zarar vermeye devam ederse ne olacaktı? Kendi canımızı kurtarmak için, gelecekte onca insanın acı çekeceği gerçeğine göz yumarak Amelie’yi koruyacak mıydık? Kendi canımıza karşılık, onca insanın canı…

Buraya alıştığımızın bir göstergesi olarak, tuhaf zaman dilimlerini görmezden gelmeye başlamıştık; bu nedenle, havanın karardığını fark etmemiştik bile. Dayım cadılarla ilgili bir kitabı karıştırıyor, yengem uyumaya devam ediyordu. Bense çevremdeki soğuğun hareketlendiğini fark edince, zihnimdeki düşünceleri kendimden uzaklaştırmış, havanın kararmasından sonra olacaklara odaklanmıştım. Artık Jean ile konuşma vakti gelmişti… Dayımı uyarıp, elindeki kitabı bırakmasını sağladıktan sonra yengemi uyandırıp uyandırmama konusunda kararsızlık yaşamıştık. Fakat bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan, yengem ürkerek uyanmıştı. Anlaşılan Jean onun da dinlemesini istiyordu…

Soğuk hava dalgası birkaç bölüme ayrılarak, hızlandırılmış elektron parçaları gibi çevrede dönmeye başlamıştı. Bununla birlikte biz de sırtımızı duvara dayayarak Jean’ın ortaya çıkmasını beklemeye koyulduk. Bir süre sonra soğuk hava parçaları mavimsi bir renge büründü ve uğultulu bir şekilde çevremizdeki dansına devam etti. Buz gibi soğuk mavi dalgalar, saf enerjinin kristalimsi berraklığıyla nihayet odanın ortasında toplanıp bir araya geldiklerinde, saçtıkları parlaklık artmış ve çıkardıkları uğultulu ses bir kadının acı dolu nidasına dönüşmüştü. En sonunda mavi dalgalar gittikçe küçülerek havada asılı duran, ufacık, parlak bir küreye dönüştüğünde Jean’ın ruhu belirmeye başlamıştı.

Biz, onun Casper gibi mavi bir bulutsu olarak kalacağını düşünürken; o, ete kemiğe bürünmüş, normal bir kadın olmuştu. Tabii alnında bulunan küçücük, parlak mavi ışığı saymazsak… Bu şekilde tıpkı, bir elf olan Arwen’e benziyor ve onun kadar zarif görünüyordu. Aslında bu benzetmeyi yapmamda ‘Akşamyıldızı’nınki kadar güzel saçlara ve kusursuz gri gözlere sahip olmasının rolü çok büyüktü. Amelie gibi onunda kanatları vardı ve tek farkı rengiydi; buz mavisi kanatları, bir tül gibi sırtından aşağıya sarkıyordu. Üzerindeki gri renk uzun elbiseyle 19yy hanımefendilerini yansıtıyordu kusursuzca.

“Öyle bir şey olmayacak…” sesi güçlü ve pürüzsüzdü fakat biz ne dediğini anlayamamıştık. Soran bakışlarımız ve “hıı?” diye çıkardığımız soru niteliğindeki garip seslerden sonra, beni hedef göstererek açıkladı. “Biraz önce düşündüğün şeylerden bahsediyorum. İnsanlara zarar vermeye devam etmeyeceğiz. Zaten buna gerek de kalmadı fakat hala bizi rahat bırakmak istemeyen insanlar konusunda bir söz vermemi beklemeyin benden.”

Onu biraz da olsa anlıyordum açıkçası. Birileri benim aileme zarar vermeye kalksa ben de aynı şekilde davranırdım. Hem kemerimdeki Sai’leri de bu sebeple taşımıyor muydum? Evet, zamanında vahşete neden olarak hata yapmıştı ama şimdi kızını ve evini korumaktan başka bir şey istemediğini açıkça söylüyordu. Lakin acele karar almamakta fayda var diye düşünmemize engel de olamıyordu.

Sonunda kaçınılmaz olan teklifi yapmıştı. “Bütün bunlara son vermeme yardım edin, ben de sizi kendi zamanınıza geri göndereyim.” Bunu tahmin ediyorduk aslında – ya benimle birlikte bu evde yan, ya da özgürlüğünü kazan– hayatımız üzerine kumar oynamamızı istiyordu resmen…
Jean
3.Bölümün Sonu
Sessizgemi